[i]“Eskiden Yegämeş Dağı daha yüksek olup kimse onun tepesine ulaşamazmış. Bu dağın tepesindeki gölde bir dişi ördek ile erkek ördek kılığında Dağ İyeleri yaşarmış. Onlar sabahleyin bir yerlere uçup giderler ve akşamüstü geri dönüp bütün gece gölde yüzerlermiş. En usta avcılar bile onlara nişan alıp oklarını değdiremezmiş.

Gel zaman, git zaman bir gün Rizvan adlı bir yiğit bahadırlığını göstermek istemiş ve şafak sökmeden dağa doğru yola çıkmış. Fakat dağa çıkması çok zormuş; ayağına sarmaşık otlar sarılıyor, geçilmez çalılar yolunu kapatıyor bir de göz açtırmayan rüzgâr esiyormuş. Yiğit yiğitliğini etmiş, akşama doğru nihayet dağın tepesine ulaşmış ve masmavi gölü görüp hayran kalmış. O an ördek çifti göle dönmüş ve yiğit okunu alıp dişi ördeği vurmuş. Erkek ördek bunu görünce Rizvan’ın tepesinde bir müddet dönmüş ve sonra taş kıyıya çarparak canına kıymış. Yiğit, avladığı ördeği sırtına asıp evine dönmek için yola düşmüş. Aniden fırtına kopup, çalıların köklerini sökmüş, dağı sarsmış. Yiğit çok korkmuş, arkasına dönüp bakınca, gölün birden kaybolduğunu ve onun yerinde büyük bir uçurumun oluştuğunu görmüş. Eve gelince ördeği kazana atmış, fakat ördek bir türlü pişmiyormuş. Üç gün üç gece kaynatmışlar ama gene de pişirememişler. Sonunda atmak zorunda kalmışlar. Böylece dağ iyesiz kalmış. O gün bugün Yegämeş Dağı her gün biraz daha çökmekte ve alçalmaktaymış.”[1]

Başkürdistan’da bulunan Yegämeş Dağı hakkında anlatılan bu efsane, iyesiz kalan dağ bile olsa erimeye mahkûm olduğunu söylüyor. Sahipsiz kalan kaç tür tükendi Anadolu’nun dağlarında? Yıllar sonra görülen toy kuşunun sırf bu neymiş diye bir avcı müsveddesi tarafından vurulmasının kırkı çıktı mı? Hâlâ dağların geyiklerini ihaleyle keyfi yeten avcılara satıyorlar. Hatta kimi “yabancı” devletlerin kırmızı pasaportlularına bu ihale bedeline bile lüzum görülmediğini biliyoruz. Dağa, doğaya, ormana yahut onların gerçek sahibine saygı kaldı mı?

Eski Türkler tabiatta gizli kuvvetlerin olduğuna inanırlardı. Onlar kâinatı ruhlarla dolu bir alem kabul ederlerdi. İyeler, “yaşadıkları” mekânları kötü ruhlardan, afetten koruyan ve insanlara da yoldaş, yardımcı olan varlıklar olarak bilinirler. Ev iyesi evi, kır iyesi kırı, su iyesi suyu korur. Onlara saygı gösterilirse bolluk bereket olur, onlar küstürülürse türlü afet ve felâketler başa gelirmiş.

Dünyanın gördüğü en büyük Türk devletlerinden birini kuran Kayı Boyu’nun tamgasına bakalım. Rivayette dediği gibi ok çekili bir yay, iki yanında iki oktan mı ibaret bu tamga? Yoksa Uygur alfabesiyle iye mi yazıyor?[2]

Türlü felâketler çağındayız. Öyle ki bir çoğumuz gönüllü felaketler satın alıyoruz milyon milyon liralara. Felek oyununu oynuyor ve aileyi stüdyo dairelere tıkıştırıyor.

“Stüdyo bir daire — Ataşehir kırk kısım

Daire felek demek, fitness center, doğalgaz

Hayat yürür usulca kazayağı gözlerde

Kayınpeder enfarktüs ve yazları Kumburgaz

Daire felek demek — sacayağın oldu mu

Hiç bıçağın oldu mu yeşil söğüt soyduğun

Ne vardı bulamadın o sayaç kutusunda

Neydi daha demincek ellerinle koyduğun”

Felek bizi kendi içine hapsediyor. Şehrin kafakolunda küçücük dairelere sahip olana kadar gözlerimize kazayakları yerleşiyor. Gençlik modern hapishanelerde tükeniyor. Ne ayaklarımız toprak tanıyor ne gözlerimiz yıldızlara aşina. Dedelerimizin aksine yerden de gökten de habersiziz. Evet bıçağımız oldu belki. Ama şimdi kütüphanede süs gibi duruyor. Doğalgaz rahat, kaloriferler yanıyor. Ama sobanın sıcaklığını çocuklarımız bilmiyor. Sayaç kutusuna sobanın ayrımsız adaletini mi koymuştuk?

“Çocuk mutsuz, yer soğuk ve karısı hafakan

Burada bir şey eksik halbuki güneş alır

Ne mutfakta ne varsa ona sinen sasılık

Kırk kısımda kimse yok, yerler parke — gök bakır

Telefonun ışığı Tanrım lütfen yanmasın

Sapanca’da bir anne ikide bir bayılan

Karısı kazayağı kendisi ve bir çocuk

Üç kayısı çekirdeği sayımlarda sayılan"

Ev iyesinin atını koşumlamayı unuttuk. Yükümüzü kamyonlar çekti çünkü. Onu Allah’a ısmarlamadan çıktık. Eskilerimiz adını koymasa bile boş evine, bağına selam verip girerdi. Ayrılırken de “Allah’a ısmarlar” çıkardı. Küstürdük, viran haneye terk ettik onu. Gittik soğuk çeken parkelerde hafakanlara tutulduk. Daire felek demek. Feleğin çemberinde ardımızı kollayan kalmadı.

“Aile” kelimesi Arapça geçimini sağlama, bakma, besleme anlamında iyāla sözcüğünün sıfat müennes halidir. Yani dişildir aile. Geçimi sağlayan baba olsa bile aileyi besleyen, aileye bakan annedir. Atalar boşa der mi: Yuvayı dişi kuş yapar. Ama işte Sapanca’da ikide bir bayılan anne, evlatlarından ne kadar ilgi görüyor? Çekirdek aile ne kadar aile olabiliyor?

Bazen yeşil bir söğüt görünce hatırlıyor:

Taş olmalı eşikte, her temelde bir yılan.”[3]

Kaçımız söğüt görünce onu soyup düdük yapabilecek maharette? Yeşil söğüt o çocukluğu, eşik taşını, evin iyesini hatırlatsın. Çocukluklarımız bile kırk kısım apartmanlar içinde geçti. Hafakanlar bile basmıyor bizi. Sinir krizleri, depresyon hapları, boşanmalar çağındayız. Kimden medet beklemeli? Çocuklarımız Superman’i Hızır(a.s.)’dan çok tanıyorlar. Noel babadan bahsetmeme bile gerek yok ne yazık ki. Yaklaşan yılbaşı yeterince gözünüze sokacaktır.

Sahi “Kalp Gözü” diye bir dizi vardı bir zamanlar. Ne saçmaydı değil mi(!) Kimin aklına geliyor böyle şeyler, bu devirde?

Muhammed Emin Avcı 

Kaynakça:

[1] Tatar Türklerinde Mitolojik Varlıklarla İlgili Mitler ve İnanışlar (İyeler ve Yaratıklar), Dr. Çulpan ZARİPOVA ÇETİN, bilig Dergisi Sayı 43

[2]  Türkler ,Cilt3 s.336

[3] Süleyman Çobanoğlu, Ev İyesi, Tamgalar

Dipnot:
[i] Allah (c.c.) birdir. Bildiğimiz, bilmediğimiz nice kulları vardır.