1980 darbesini takip eden yıllar, Türkiye'de düşüncenin üretildiği mecraların büyük bir kaymaya şahit olduğu yıllar olarak da anlaşılabilir. 1800'lü yılların ortalarına doğru Bab-ı Âli ve çevresinde hızlı bir gelişim gösteren Türk matbuatı, cumhuriyet döneminde de, ideolojik ayrılıklara rağmen yerini muhafaza etmiş ve 1980'lere kadar buranın dışına pek çıkmamıştı.
Darbe sonrasındaki yıllarda dışa açılan Türkiye ekonomisi, sağ-sol kavgalarının çetrefilli yapısı ve hüzünlü bitişi, uluslararası ekonomik ve sosyal eğilimlerin değişmesi gibi muhtelif faktörler, Özal hükümetleri elinde Türkiye'deki pek çok alana sızmış ve Türkiye ekonomide, siyasette ve kültürel alanda yeni yollara yürümeye başlamıştı. ‘80 öncesinde dışarıya kapalı olan ekonominin önündeki sınırlar kalkmaya başlamış, bu durum ithalatı ve dış yatırımları arttırmıştı. Pek çok teknolojik cihaz ve tüketim nesnesi bu dönemde ülkeye girmişti.
Yayın camiası açısından bu yeniliklerin bir göstergesi, yayıncılığın bir asırdan fazla zamandır bulunduğu Cağaloğlu’nu terk etmeye başlamasıdır. Kitap ve dergiler de bu dönemde daha fazla meta değerine düşmeye başlamıştır. Renkli sanat dergileri ve çok satan kitaplar mefhumu bu durumun örneklerindendir. Yine ekonomideki dışa açılma, düşünce alanında da dışa açılmayı arttırmıştır.
Düşüncenin ve kültürün merkezleri olarak lanse edilen yerler
Bu süreçte önce büyük gazeteler, belediyenin kendilerine verdiği imkânlardan da yararlanarak şehrin çeperlerine taşındı, Cağaloğlu’nda bulunan bir kısım yayınevi buradan karşı kıyıya taşınmayı tercih etti, yeni açılan bazı yayınevleri ise Cağaloğlu’nu tamamen devreden çıkarıp Beyoğlu’nu mesken tutarak yayın hayatına başladı.
Beyoğlu'nun Türkiye kültür dünyasının merkezine yerleşmeye başlaması, yahut merkezîleştirilmeye çalışılması da bu zamanlara tekabül etmektedir zannederim. Uzun yıllar yabancı düşüncelerin, hatta gavur düşüncelerin temsilcilerinin meskun bulunduğu bu mahaller, düşüncenin ve kültürün merkezleri olarak lanse edilmeye başlandı. Beyoğlu, Beşiktaş, Şişli gibi muhitlerin geçmişlerinden devraldıkları kültürel ortamın yanında buralarda pek çok yeni kitabevi, yayınevi ..ilh açıldı. Zamanla açılmaya başlayan zincir kitapçılar da kendilerine AVM’lerin yanında bu muhitleri mesken seçtiler.
90'lı yıllarda İstiklal Caddesi üzerinde açılan kitapçıların bir kısmını bu çerçevede değerlendirmemiz mümkün olabilir. İnterneti ve artık medya diye anılan basını da bu ilişkinin içine dâhil ederek, meselenin boyutlarını genişletebiliriz.
Bütün bu yayınevleri ve kitapçıların, belki bilgisizlikten belki de ideolojik tercihlerden ötürü belli bir düşüncenin temsilciliğini yaptığını söylememiz gerekmektedir. Mehmet Kahraman'ın bu konuda bir röportajında şöyle demişti: "Türkiye'nin en işlek caddelerindeki kitabevlerinde hiç bir kitabını bulamayacağınız yüzlerce önemli yayınevi sayabilirim. On yıllardır bu böyle."
Bir "yardım kampanyası"nda dahi tek taraflı bakışın, sınırlı bir algının izlerini görmek
Geçtiğimiz hafta içinde kısaca “Rob 389” olarak da bilinen Robinson Crouse Kitabevi, Taksim’deki meşhur yerinden ayrılma tehlikesine karşı bir "yardım kampanyası" başlattı. Ve yine birkaç gün önce, Radikal gazetesinde yayınlanan bir haber, Rob 389'un yanında, İstiklal Caddesi Büyükparmakkapı Sokak’ta bulunan bir binada yer alan üç kitapçının tahliye edilme riskinin bulunduğunu konu ediyordu. Haber ve Rob 389'un "yardım kampanyası", yaşanan siyasi gelişmelerin, değişen ekonomik yapının İstiklal Caddesi’ndeki bu kültür mekânlarını ortadan kaldırdığını söylüyor, buna insanların tepki gösterdiğini, göstermesi gerektiğini va’zediyordu alttan alta. “Kültür varlıkları”nı korumamız gerektiğini ısrarla vurguluyordu.
Herhangi bir yerdeki herhangi bir kitapçının kapanmasını istemek en hafif tabirle ahmaklık olarak nitelenebilir. Fakat bir "yardım kampanyası"nda dahi tek taraflı bakışın, sınırlı bir algının izlerini görmek bizi fazlasıyla üzmektedir. Ve tabi meselenin çok da vurgulanmayan bazı yönlerini düşünmemiz elzemdir.
Yukarıda değindiğimiz ekonomik değişimlerin bir sonucu olarak Türkiye şehirlerinde bir soylulaştırma hareketinin başladığını da not etmemiz gerekiyor. Soylulaştırma, yani çeşitli şartlar vesilesi ile metruk kalmış mekânların, elini yüzünü düzeltip, meskûnlarını def edip yeni ve tercihen zengin sahiplerine devretmek işlemi. Bugün bu kavram İstanbul özelinde en çok Balat-Fener, Sulukule ve Tarlabaşı muhitleri için kullanılmakta. Fakat işin bir nebze geçmişine baktığımızda, bu işlemin ilk karşımıza çıktığı yerler olarak, Galata, Tünel ve Tarlabaşı'nın bir kısmını görmekteyiz. Eskilerin hafızalarında metruk mekânlar olarak bilinen bu yerlerin bugün bir kesim tarafından "kültür sanat âleminin merkezi" olarak anılması, sanırım bir kısım okuyucuyu şaşırtacaktır, fakat bu durum bir vakıadır. Bugün neredeyse tamamiyle üst gelir grubuna hitap eden yahut yakın gelecekte tek müşterisi üst gelir grubu olacak olan Galata, Cihangir, Fındıklı gibi muhitlerin bundan 30 yıl önceki metruk halleri ile bugün kültür sanatın atar damarı olarak nitelenmesi arasındaki fark, evlerinden direkt yahut dolaylı olarak yerlerinden edilmiş insanlar ve ödenen paralar kadardır herhalde.
Bir kültür hazinesi olarak kitapçının iktidar/güç nesnesi olarak ele alınması
Vakıa, İstiklal Caddesi’nin de bugün anladığımız manada “kültür sanat hayatının merkezi” olarak lanse edilmeye başlanması bu geçtiğimiz 30 seneye dayanır. Evveliyatında levanten muhiti olan bu bölge, 19. yy sonrasında yerli zenginleri de ağırlar hale gelmiş, tamamen Batı odaklı bir hayat ve düşünceyi temsil etmeye başlamıştır ki Fatih Harbiye kitabı bu ikiliği yansıtmak gayesiyle yazılmıştır. Fakat bu hareketli döneminde dahi bölge, herhangi bir çevreden merkezilik sıfatını kazanamamıştır. Zincir markaların teker teker dükkânlarını açmaya başladığı bir dönemde caddede ortaya çıkan kitapçıların da kültür sanat camiası ile ilişkisi bu cümleden olarak değerlendirilse, ne kadar haksızlık edilir bilemeyeceğim. Hele haberde bahsi geçen dört kitapçının bir tanesinin, Türkiye’nin en büyük kitap satış sitelerinden biri olması, bir diğerinin ise meşhur bir banka ile yakın iş tuttuğu bilgisi elimizdeyken, meseleye pozitif bakabilmek gittikçe zorlaşmaktadır.
Bahsi geçen habere geri dönersek, bizi rahatsız eden şey evvela, bir kültür hazinesi olarak kitapçının iktidar/güç nesnesi olarak ele alınması olmuştur. Saniyen dikkatimizi çeken şey, mezkûr kitapçıların bir kısmının kendilerini büyütüp geliştiren siyasi-ekonomik ortamın, kendilerini "yemesine" gösterdikleri ikiyüzlü itirazdır.
İzah etmeye çalıştığımız şey, kitabın aslî değerinden uzaklaşması yolunda büyük gayretleri olmuş insanların, kitabın haysiyetini korumak görevini de en çok kendilerinde bulmalarıdır. Buna itiraz yükseltmek, en azından tartışmaya açılmasını sağlamak da, Dünya Bizim olarak vazifemizdir.
Bugün Üretmen Han’ın, Çatalçeşme Sokağı’nın yahut Ankara Caddesi’nin tamamen turistik yerler haline gelmesine katkı sağlamış, oralardan terk-i diyar etmiş insanların ‘kültür’den, ‘sanat’tan yahut ‘korumak’ gibi mefhumlardan bahsetmeleri büyük bir ironi olarak karşımıza çıkmıştır, çıkmaktadır ve zannederim ilerleyen süreçte de bu tür manzaralarla sık sık karşılaşacağız.
Mehmet Erken kısaca değinmeye çalıştı