Eylül 2022 dergilerine genel bir bakış-1

Rasim Özdenören’in Boşluğu

Edebiyat Ortamı dergisi 88. sayısına Rasim Özdenören’e veda makamında kaleme alınmış yazılarla giriş yaptı. Büyük bir boşluk onun yokluğu. Çünkü o kadar büyük bir değeri vardı ki onun bir neslin üzerinde, yokluğu derin bir yara olarak yer alacak hayatımızda.

Ali K. Metin’in Rasim Özdenören’in Boşluğu isimli yazısında kıymetli bir dosta, ağabeye veda etmenin içtenliğini hissediyoruz.

“Özdenören’in sanata, edebiyata bakışında didaktizme yer olmadığını söylemek malumu ilan olacaktır. Edebiyatın edebiyat olarak önemini son kertede teknik, biçimsel başarılarda aramamız gerektiğini değişik şekillerde ifade ettiğini biliyoruz. Bunun en açık göstergelerinden biri avangardizme yönelik ilgisi olmuştur.”

“Bu dünya hayatında herkes sonuçta kendi hikayesiyle vardır. Yaşamak istediğimiz hikâyeyi yazıyor veya yazamıyoruz, Allah bilir. Bir edebiyatçı, yazar, ağabey olarak Rasim Özdenören’in bıraktığı boşluğu kimler, nasıl dolduracak, buna bakacağız.”

Çarpılmışlar Üzerine

Cahid Efgan Akgül, Rasim Özdenören’in Çarpılmışlar kitabı üzerine bir yazı kaleme almış. Detaylı bir inceleme yazısı bu. Çarpılmışlar’ı tekrar okuma isteği veren notlar var yazıda.

“Çarpılmışlar’da bulunan hikâyelerin hiçbirisinde noktalama işareti yoktur. Kitap en çok bu özelliği ile tartışma konusu olmuştur. Mustafa Kutlu eserin bütünlüğü içerisinde noktalama kullanılmamasının, yazarın üslubuna çok şey katmadığını, aksine çok şey kaybettirdiğini söyler. Bunun haricinde bu eser için Türk hikâyeciğinde ileri sayılabilecek bir söyleyiş güzelliğine ulaşıldığını ifade etmiştir. Özdenören’in meselelere İslâmî bakış açısıyla yaklaştığını ama asla Sol ideolojinin slogan şemaları gibi öğüt veren, didaktik bir üslubu benimsemediğini de vurgulayarak söyler.”

Rasim Özdenören edebiyatımıza unutulmaz eserler bırakmıştır. Özellikle “müslümanların edebiyatı”nın görmezden gelindiği bir dönemde, kendisinden sonra gelenlere öncülük ve ağabeylik etmiştir. Müslüman bir yazar olarak, insanlık durumlarını ve dramlarını nesnel bir şekilde işlemeyi de başarabilmiş, edebiyatını “didaktik” olmayan bir yaklaşımla inşa etmiştir. Hikâye ve roman ayrımı konusunda söylediği şu sözle de her zaman hafızamızda yer alacaktır. “Roman bir savaş alanıdır, oysa hikâye bir düello sahnesidir.”

İnsanın Bin Bir Hâli ya da Denize Açılan Kapı

Yunus Nadir Eraslan da Denize Açılan Kapı kitabı üzerinden Rasim Özdenören’i anlatıyor yazısında.

“Denize açılan Kapı için insanın içine açılan kapı da diyebiliriz. Çağdaş Türk öykücülüğünün emektar kalemlerinden merhum Rasim Özdenören’in 1983’te yayımladığı altıncı öykü kitabıdır Denize Açılan Kapı. 1979’da yayımlanan beşinci kitabı Gül Yetiştiren Adam bazı eleştirmenler tarafından roman kategorisinde anılsa da gerek muhteva gerekse form açısından uzun hikâye (novella) olduğunu düşündüğüm için Denize Açılan Kapı’yı Özdenören’in altıncı öykü kitabı olarak sıraladım. İlk basımı Akabe Yayınları tarafından yapılan bu kitabıyla Rasim Özdenören 1984’te Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne de layık görülmüştür.”

“Denize açılan kapıda yazar sürekli modern insanın içine doğru bir yolculuğa çıkarır bizi. Şaşırtıcı finaller ve betimlemelerle insanın bin türlü halini gözler önüne serer. Bunalımlar, iç çatışmalar öykülerin hareket noktası olsa da finalde mutlaka ferah bir denize açılan kapıyla karşılaşırız. Bu denizi irfan deryası olarak da okuyabiliriz.”

Enis Batur 70 Yaşında

Kütüphane adam ya da kitap adam. Ömrünü okumaya ve yazmaya adamış bir yazı makinesi. Edebiyatımızda bu tür örneklere rastlamak mümkündür. Bir örneğine de günümüzde şahitlik ediyoruz. Enis Batur, tam tekmil bir edebiyat adamı olarak cümlelerin dünyasında yaşamaya devam ediyor.  Batur’un 70. yaşı münasebetiyle dosya boyutunda bir bölüm var dergide. Yazarın hayatına, çalışmalarına yoğunlaşan çalışmalar var dosyada.

Mustafa Nurullah Celep, gelen hatlarıyla bir Enis Batur portresi sunuyor bizlere.

“Çağdaş Türk Şiirinin önemli kalemlerinden şair Enis Batur’un 1988-2016 yılları arasında yazdığı Dramatik Şiirler’in toplamı olan Doğu-Batı Dîvanı adını verdiği eseri, geçtiğimiz yıllarda Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlanmıştı.  Enis Batur bu toplu şiirleri, 80’li yıllardan 2018’e bölümler halinde ayrı ayrı kitaplar şeklinde yayımlamıştı; hatta bu konuda “başlangıç” fikrinin kaybından dolayı “antolojileşme” ölçütüne dayalı olarak Batur’un şiirlerine eleştiriler getirilmişti, bu yayınevindeki 2018 tarihli ikinci basım, toplam 7 ciltten oluşmaktadır.”

“Ağırlaştırıcı Sebepler Dîvanı’nda Enis Batur, ağırlıklı olarak ‘yalnızlık’ izleğini tartışır. Bu Dîvan’daki şiirlerin merkezî yerinde susku, kayboluş ve ayna imgeleriyle birlikte, daha çok insan hayatının amacını ve varlık gerekçesini bulamamaktan kaynaklı, ‘yalnızlık hâlleri’ yer edinir.”

“Doğu-Batı Dîvanı’nı önemli kılan, küçük anlatı içinde biçimlenen küçük insanın hayat hikâyelerini imgenin imkânları da kullanılarak etkileyici, derinlikli bir dil ve ifade ile okuyucunun önüne sunmasıdır.”

Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

Mustafa Uçurum - Enis Batur’un Kitap Evi

“Farklı bir dünyadan bahsediyor adeta yazar. Birbirini tanımayan ama aynı dünyada yaşayan, aynı havayı teneffüs eden bir grup var dünyanın bir köşesinde. Hayatı kitaplardan ibaret olan, okuduğu her kitapla kendine yeni kapılar açıldığına sonuna kadar inanan, eşsiz bir kitaba ulaştığında bir servete kavuşmuşçasına mutlu olan kitap mecnunları. Eğer sizde de bu özellikler varsa “aynı benim” gibi diyerek okuyacaksınız romanı. Kitaplarla bağınız sıradan bir okuyucu seviyesindeyse “Bu kadar da olur mu?” denecek çok keskin çizgi var.”

Nuray Alper - Enis Batur’un “Fetret Notları”na Dair Bir Okuma Denemesi

“Fetret Notları bizi yarı göçebe diyebileceğimiz yazarın çokkültürlülüğünden kaynaklanan yapısından dolayı (bu durum onun ülkeleri, sistemleri, düzenleri mukayese etmesine de olanak sağlıyor) zaman zaman farklı kelimelerle karşılaştırsa da; açık, akıcı, anlaşılır ve samimi diyebileceğimiz bir dil özelliği taşıyor. Bu yüzden kendini çabuk adımlarla okutturuyor. Bitinceye dek muhatabını kendine hasretmesi de hep bu yüzden…”

Tuba Yavuz - Enis Batur Bulutlardan Yontma Kayalar’da Okura Ne Anlatır?

“Enis Batur’un Türkiye’nin gündemiyle olan bağı hiç kopmuyor. Özellikle monolog şeklindeki mektuplarda gündeme ait fikirlerini aktarıyor okura. Mekânın insan ruhuna tezahürünü hissediyoruz eserde. Türkiye’nin siyasi atmosferinin yazarı her ne kadar arınık durmak istese de nasıl karamsarlığa ittiğine tanıklık ediyor okur. Gezdiği yerlerle kendi ülkesinin imkânlarını, sınırlarını mukayese etmeden duramıyor. Ama bunu istemsiz ve örtük yaptığından belki de gözüne batmıyor okurun.”

Muhammed Çavdar- Geronimo’n”un Ölümü’nü Okumak

“Enis Batur, kitabın çoğu yerinde Usame bin Ladin’nin cesedinin okyanusa atılmasına rağmen bu operasyonla hem Arap hem Müslüman dünyasında yeni bir “şehit” olgusunun doğacağı öngörüsünde bulunmaktadır. Batur, bu durum için “Yalnızca köktendincilerin ve ‘İslamcı terörist’lerin değil, bütün koyu dindarların şehidi olacak ve kalacak Usame!” demekte, Hz Ali ve Hallac-ı Mansur örneklerini vermektedir. Obama ve ekibi, operasyonu özel tim görevlilerinin taşıdıkları kameralarla canlı olarak izlemişlerdir. Yazar bu durumu, üzerinde kalem oynatmak için yeter sebep olarak görmektedir. Ayrıca operasyonda Ladin’in eşinin ve küçük çocuğunun öldürülmesi Batur için düpedüz cinayettir.”

Rukiye Aydın - “A Capella” Üzerine Bir Değerlendirme

“Kuşkusuz, bu kitaptaki her şiirin, her dizenin, her kelimenin, suya atılan taşın oluşturduğu sonsuz halkalar gibi genişleyen engin anlamlı çağrışımları vardır. Bu çağrışımlar, kişiye özeldir, biriciktir. Her okuyucu, kendi dalış takımlarıyla yol alır şiir deryasının içinde. Ben, yalnızca bazı şiirlerin dizelerinden örnekler sundum değerli okuyuculara. Şairimizin paha biçilmez her bir şiiri hakkında kitaplar dolusu yorumlar yapılabilir. Yüreğimi kuşatan şiir deryasından birkaç damla tahlil edebildiysem ne mutlu bana…”

Ali Lidar ile Şiire, Edebiyata, Dergilere Dair

Oğuzhan Öztürk, Ali Lidar ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Samimi bir havada geçen söyleşide Lidar; şiire, edebiyata ve dergilere dair düşüncelerini paylaşıyor. Çınaraltı dergisine, Küçük Prens Müzesi’ne de değiniler var söyleşide.

“Merkez İstanbul’sa ki öyle, merkeze uzak olmanın dezavantajları var, belli çevrelere de uzak olmuş oluyorsun. Bu aynı zamanda büyük bir avantaj bence. Çünkü belli çevrelerde olmanın veya olmaya çalışmanın da kaybettirdikleri var. Onlardan uzağım. Kelimenin tam manasıyla tek başınayım.”

“Çınaraltı çok önemsediğim bir iş. On yedi sayı çıkardık. Kendi maddi imkânlarımızla çıkarmaya çalışıyoruz. Çok sıkıştığımızda Milli Eğitim’den de destek istediğimiz oluyor. Bence önemli bir mesele, bir devlet okulunda Kültür Sanat, Edebiyat dergisi çıkarmak kolay değil. Dergimizin merkezinde ve mutfağında kalabalık bir öğrenci ekibimiz var.”

“Eskiden beri dillere, dil tarihine, filolojiye meraklı bir insanım. Bunun için Küçük Prens büyük bir nimet. Çünkü dünyada en çok edebi metne çevrilen metin Küçük Prens. Biriktirme merakı da var bende. Küçüklüğümde gazoz kapağı, kibrit kutusu, sporcu kartları, ayraç biriktirirdim. O gün bu gündür vardır biriktirme merakı. Bu yüzden ilk önce Küçük Prens kitaplarının Türkçe metinlerini biriktirmeye başladım. Bugüne kadar üç yüzden fazla kişi Türkçeye çevirmiş. Bu da ilginç bir mesele bence. Hiçbiri aynı metni çevirmemiş tabi. Hepsinde farklar var. Bazen bana soruyorlar abi hangi çeviriyi iyi, okuyalım? Ben de iyi çeviri diye bir şey olmadığını söylüyorum. Hangisi daha doğru dersen farklı cevap veririm. Hangisi daha güzel, hangisi daha lirik, hangisi daha sevimli, diye sorarsan farklı cevaplar veririm.”

Ali K. Metin ile Şirazeyi Yakalamak Üzerine

Şirazayi Yakalamak, Ali K. Metin’in yeni kitabının adı. Şirazeyi Yakalamak, yazarım edebiyat dışında kaleme aldığı kültür, düşünce, siyaset üzerine yazılarından oluşuyor. İsimlerin, kitapların ve düşüncelerin ışığında gelişen yazılar iki bölüm halinde yer alıyor kitapta. Arafat Deniz’in ufuk açıcı ve kitap davet eden sorularını cevaplandırmış Metin.

“Üzerine yazdığım her bir düşünce adamı kendi düşünsel serüvenimi ve şirazemi oluşturma çabam içinde yer ve anlam kazanmıştır. Yazılarım bu yeri ve anlamı tebarüz ettirme çabasının bir ürünüdür daha çok. Yazı ve dahası düşünce-kültür dünyasıyla olan ilişkimi hakikat ve ontoloji temelinde inşa etme arzusu “şiraze” meselesini benim açımdan ayırt edici bir hususiyete sahip kılmaktadır.”

“İkbal, ülkemizdeki Müslüman aydınlar tarafından hep önemsenmiş gibi görünmekle beraber yeterince konuşulmamış bir şahsiyet. Düşünce dünyamızda hükümferma olan işportacılık ne yazık ki İkbal’i derinlemesine konuşup tartışmayı kaldıramıyor. Yine de Nurettin Topçu, Sezai Karakoç başta olmak üzere İkbal’e gösterilen ilgiyi önemli bir kazanım diye görmek gerekir.”

“İsmet Özel’in tözelci karşıtlığına ihtiyaç duymadan, daha açıkçası bunun bir çıkmaz yol olduğu idrakiyle farklı bir medeniyet paradigması geliştirme çabası verirken Müslümanlar olarak dinin yol göstericiliği bizim için önemli. Ancak bunu mevcut medeniyete reaksiyoner bir yaklaşımla yapmak yerine dinin derin, evrensel hakikatine dair bir dikkatle temellendirmek zorundayız. Bu da bir önceki soruda bahsettiğim düşünsel radikalizme kapıları açmakla mümkün.”

“Kültürel bütünlüğünü kaybeden toplumlar demokratik mekanizmalar sayesinde belki bir arada yaşamaya devam edebilirler, ancak güven verici olamazlar. Bugün siyasal egemenlik olgusunun en temel belirleyenleri arasında demokrasi ve kültürel bütünlük meselelerinin olduğunu tespit etmek, kanaatimce hayati bir önem taşımaktadır.”

Yahya Kemal’in İhtiyarları

Erdal Noyan, Yahya Kemal’in ihtiyarlarını anlatmış yazısında. Geçen ömür, hüzünler, yitirilişler ve geride kalanlar var Noyan’ın yazısında.

“Ölüm konulu şiirlerinde “hüzünlü bir teslimiyet rahatlığı” göze çarpar. Kalemini ürküntü havasından uzak tutabilmiş. Eylül Sonu, Rindlerin Akşamı, Sessiz Gemi, Rindlerin Ölümü başlıklı şiirleri kanıtlarımız arasındalar. Sonbahar başlıklısıysa yargımızın yerindeliğinde kuşkuya düşürüyor.”

“Sessiz Gemi’deki dizelerin geride kalanları avutmak amacıyla söylendikleri çok belli: “Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden/Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.” İnsanı her yaşta vurabilen ölümle olabildiğince barışık yaşamayı sağlayan en etkili seçenek, ölümü sessizliğe, dinginliğe vardıran, sonsuz mutluluğa ulaştıran bir geçit bilmektir!”

“Yahya Kemal, ölüm olgusunu şiirlerinde yaşlılıkla birlikte işlemiş. Sanıyorum, “uyanılmaz bir uyku, sonu gelmez bir uyku, son uyku” dediği ölümü onlara yakıştırdığından!”

Dildeki Yaradır Bu

Mehmet Taştan, anılar eşliğinde dili, dillerin kardeşliğini, aradan kaldırılan sınırları, kardeşliği anlatıyor.

“Kuşkusuz, dil canlı bir varlıktır. Hiçbir canlı varlığın, doğumdan ölüme kadar yorgun hücrelerini yenileriyle değiştirmeden yaşamasının mümkün olmadığı gibi, dilin yapı taşları olan kelimeleri de belli bir dönemdeki sözlükle sınırlandırmak mümkün değildir. Toplumsal gelişmeler, bilimsel ilerlemeler yeni kelimelere her zaman ihtiyaç gösterir. Eskiden beri var olan bir kısım kelimelerse zaman içerisinde değerini kaybedebilir, anlamsızlaşabilir ya da anlam kaymasına uğrayabilir. Böylesi durumlarda dilin yeni kelimeler üreterek o boşlukları doldurması kaçınılmazdır. Bu manada dil kurallarına ve ahengine uygun şekilde üretilen yeni kelimeler Türkçenin zenginleşmesine katkı sağlamaktadır. Ancak nasıl ki, yontularak, işlenerek, mimari bir yapıya yerleştirilmiş taşlar kendiliğinden eriyip, dökülmeden zorla sökülerek atılmazsa, işlenerek dil binamıza yerleştirilmiş kelimeler de çürümeden, dökülmeden zorla tasfiye edilmemelidir. Tıpkı bunun gibi ihtiyaç nedeniyle üretilecek kelimeler de bir medeniyeti ifade eden dil şehrinin genel dokusuna uygun olmalıdır. Kötü niyetli bir kısım insanların dilimizi doğu kökenli yabancı kelimelerden kurtarma adı altında oluşturdukları bu sakil duruma, şimdi bir de batıdan aldığımız kelimeler eklenmiş bulunmaktadır.”

Gülten Abdulla; Tuna’nın Hüzünlü Dizesi

Fahri Tuna’nın bu ayki konuğu Gülten Abdula. Romanya’nın Gülten ablasını şiirleri ve çalışmaları eşliğinde anlatıyor Tuna.

“Abla. Gülten abla. Gülten ablamız. Şair Gülten ablamız. Romanyalı şair Gülten ablamız. Romanya Türk şiirinin Gülten ablası.

Romanya denilince ilk onun ismi gelmeli aklımıza bizim; Şair Gülten Abdulla.

Günümüz Romanya Türk edebiyatına neresinden el atsanız, bir şekilde karşınıza Gülten ablamız çıkacaktır, haberiniz olsun. Çoğunlukla işin başında onu görürsünüz. Türkçe dergiler çıkartır, kitaplar yayımlar, gençler yetiştirir, geceler, şenlikler, şölenler düzenler. Gecesi gündüzü Türkçe, gecesi gündüzü şiir, gecesi gündüzü gençler olan ablamız o bizim. Ne güzel, ne mübarek, ne anlamlı bir çabadır onunkisi.”

“Tuna kıyısında şirin, güzel, rahat bir şehir Kalas. Sıkıntılı bekleyişe rağmen huzurlu iki gün geçirdik. Tuna’ya nazır otelimizde, birisi şehir birisi insan, iki portre yazdığımı bile hatırlıyorum. O gergin günlerde Gülten ablam Bükreş’teydi. Yüz yüze görüşemedik ama bizimle öz kardeşi gibi ilgilendi, bir yakınını gönderdi. Şehri gezdirdiler, yöresel yemekler ikram ettiler. Eli yine değmişti bize ablacığımın.”

“Gülten Abdulla; masal diyarlarının prensesi o. Romanya Türk şiirinin de. Hayatı gibi dizelerle masal şiirleri yazıyor. Yetiştirdiği genç şairler de cabası. Ona çok müteşekkir ve minnettarız. O ne kadar Ömer Kaptan’ın torunuysa bir o kadar da Sarı Saltuk’un torunu. Bunu biliyoruz. Görüyoruz da.”

Edebiyat Ortamı’ndan Öyküler

Sadık Yalsızuçanlar – Kesik Baş

Düşümde üç harfli marketin süt ürünleri bölümündeki dolabın içinde kesik bir Yeniçeri başı görüyorum.

Görevliye,

“Bu ne?” diye soruyorum.

“Efendim bu, Üçüncü Selim’in bedenini kılıcıyla ikiye bölen yeniçerinin başı” diyor.

“Burda ne arıyor peki?”

“Buraya Şeyh Gâlib getirdi, sergilememiz için verdi” diyor.

“Siz, Şeyh Gâlib’i nereden biliyorsunuz?”

“Efendim ben, edebiyat fakültesinde okuyorum” diyor.

“Şeyh Gâlib ne alaka?” diyorum.

“Efendim, padişahın yakın dostuydu biliyorsunuz.”

“Bilmiyorum.”

“Öyleydi, Üçüncü Selim tahtta iken, kendisi Galata Mevlevîhânesi’nde postnîşîndi.”

“Postnîşîn ne demek?”

“Postta oturan demek efendim, şeyh yani.”

“Tamam da bu baş burada ne arıyor, anlayamadım?”

“Efendim biz Şeyh Gâlib’i çok seviyoruz?”

Davut Güner – Köfteci Şefik

“Köfteci Şefik’i uzun yıllardır görmüyorum desem yalan olmaz. En son yirmibir yıl öncemi gördüm, ya da daha çok mu oldu. Oysa daha dün gibiydi, ilkokula gittiğim yıllar, pazartesi günleri kurulan ilçe pazarı. Köyden, yayladan insanlar pazara akardı. İğne atsan yere düşmezdi. Ben pazarın içinde adeta büyülenirdim. Tepemde masmavi bir gök… İnsanlar ellerinde sepetler, alışveriş yaparlar, belki de sinemadaki akşam filmini ya da kendini asan kadının o büyük trajedisini konuşurlardı. Ben o kadının yüzünü hatırlamaya çalışır, serçelerin oradan oraya uçuşunu seyrederdim.”

“Şefik abi bir anda nasıl yaşlandı anlayamadım. Şefik abi bir hayal gibi kayboldu. Bostanların üstüne sabah güneşi doğdu. Dedem kavunları ayırdı. Babam çok uzaklara yolculuklar yapmaya başladı. Ben çantam elimde evin yolun tutarken, Şefik Abi’nin o çok lezzetli köftelerini hatırladım. Şefik abi belki de çok mutsuz bir insandı. Çünkü babası annesini boşamış, üvey baba elinde büyümüştü.”

“Ah Şefik abi! Nereden baksan çok yaralıyız. Kuşlar o ağaçtan o ağaca konarken, çalgıcılar hüzün şarkıları çalarken. Yıllar geçti, ağaçlar yapraklarını döktü. Sonra kar yağmaya başladı. Topraktaki lekeler kayboldu. Biz ilkokulun bahçesinde kızak kaydık. Öğretmenimiz karda kışlık mantosunu giymişti. Bize Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını dağıttı. Biz o hikâyelerdeki, çok acı çekmiş insanlara üzülürken, Şefik abi aklımıza bile gelmedi.”

Fatma Nur Uysal Pınar- Ellerde Neler Var

“Yakın arkadaşları kocalarından dert yanardı. Komşuları ve akrabaları da. Anlayamazdı. Kocasıyla on beş yıl aynı çatının altında tek kavgası olmamıştı. Anormallik var, diyerek kocasınıyla konuşmak istedi. Adam böyle bir çıkış beklemiyordu eşinden, şaşırdı. Bir dediğimi iki etmedin, bir dediğini iki etmedim niçin kavga yapalım, dedi. Kadın düşündü taşındı. Olsun, yine de tuzu biberi, derler. Adamın morali bozuldu. Ben tuzlu da biberli de sevmiyorum, böyle iyi, diyerek çıktı evden.”

Sevda Deniz K.- Tam Kırk Beş Yıl…

“Çimenlerin üzerinde oturan adam, yoldan gelip geçen herkesin dikkatini çekiyordu. Fısıltıyla sanki karşısında biri varmış gibi konuşuyor, ne ona yöneltilen meraklı bakışları ne de arkasında sessiz sedasız bekleyen torununu fark ediyordu.”

“O, bazen bir çiçek kokusuyla çıkar gelirdi geçmişten. İncecik bir kızdı. Uzun boylu, ceylan gibi narin. Elinden tutsam hiç konuşmadan saatlerce yürüsem diye masum hayalleri vardı. Onu gördüğü zaman dili tutulur konuşamazdı. Bir keresinde güç toparlayabildiği cesaretle, “Sadece seni düşünüyorum.” diyebilmişti. Sevdiği kız o sırada güzel kara gözleriyle kendisine bakıyordu ama cevap vermemişti. Yıllar geçtikten sonra bile tam olarak emin olamıyordu hayal mi etmişti o günü?”

“Düşüncelerinin bu kısmına gelince duraksadı adam. Belki de köyde kalmam daha iyi olurdu diye istemsizce düşündü. İçindeki ağırlık onu dibe çekmeye çalışıyordu yine. Farkında olmadan ellerine birkaç damla gözyaşı düştü o sırada. Ablası…”

“Zaman geçtikçe alışmış ya da yaşananları unutabilmiş değildi. Hatıralar silikleşse de hafızasının derinliklerinde bir yerlerdeydiler. Bir ses, hafif bir koku, eskilerden bir şarkı yeterliydi geçmişin sokaklarında kaybolmasına.”

Oğuzhan Öztürk – Manşet

“Hangi gündü bilmiyorum. Anlamını yitiren cümleler yazıyordum. Daha doğrusu anlamını yitirmiş yaşanmışları yazıyordum. Bir bira sarhoş etmez demiştim garsona. Bu ikinci birayı getirmesi anlamına gelmiyordu. Getirdi ama. Öyle diğer insanlar gibi kafama dikemiyorum. Midemi bulandırıyor. Yavaş yudumlarla içmeye başladım ikinci birayı da. Cebimden çıkardığım tütünü yaktım. Cümleye nokta koydum ve kapattım defteri. Yazdıklarımı gözden geçirecek halim yoktu. Onları yazmak bile çok yormuştu. Hatta defteri masada görmeye bile tahammülüm yoktu.”

“Trafiğin ortasında bir yerde dörtlülerini yakıp durdu Memduh. Koşar adım fırına girdim. İki tane Ankara simidi, iki tane de rezalet linklerden aldım. Arabaya hızlıca dönerken korna çalanlara birkaç küfür salladım. Bir yandan kendi simidimi ısırıyor, bir yandan telsize kulak kesiliyor, bir yandan da Memduh’a laf yetiştiriyordum. Yağmur da yağmaya başlayınca iyice kilit oldu trafik. Çantamdan defterimi çıkarıp kaldığım yerden ama bambaşka şeylerden yazmaya devam etmeye başladım. Memduh’un ters bakışını görmem geç olmadı.”

Edebiyat Ortamı’ndan Şiirler

Bir harfi ameliyat ediyorlardı

Mana kapağını örttü, kalbine kıvrıldı

Sözü, sükûttan kopya etmem istendi

Kalktığım yere oturttular, ilhamın soğumasın dediler

Dünden kalma bir yağmurda ıslanmak nedir bilir misin,

Dünden kalma bir yarından dönüp gelen şu ikindiye bak

Vakit kırılıyor

İnsan zeytine yemin edilen vakti kovuyor kalbinden

İnsan kendi yemininden kovuluyor

İnsan kıyametinden koparılıp kuşkusuna etiketleniyor

Erdal Çakır

kalbinin üstünde muskalar

gümüş mahfaza içinde

yıldızlarla süslü semaya

bakmaya yardım etmesi umulur

matem tutmak bir lütuf mudur

eskilerden mi kalmıştır

tefrik edemezsin

hem matemini tutarsın

yakın olursun hem matem tutanlara

talim ettirilir

mecliste bulunmanın adabı olarak

hüzünle müzeyyen yazgın

talim ettirilir muskayı nasıl

neyin içinde ve nerende taşırsan

tedavi eder yaranı

Ali Sali

Ah her akşam her akşam, ezanı beklerdi akşam

Birbirimizi beklerdik biz, hangi camiye baksam

Kalp kalbe karşıdır derler, ne güzel yârsın Allah!

Bende bunca yara varken, iyi ki sen varsın Allah!

Vay canım vay! Hayy canım hayy! Hayhay canım!

Ve her gece her gece, bize kandildir her gece

Ölüm gelmeden önce, erkenden geldim Allah!

Yaşar Akgül

Kızılağaç dalından yaptığım

Savaşları durduran

Kurumuş mızıkam

Çok uzakta şimdi

İşte öldüm ey insanlar

Adımla beni çağıran serçelerden

Ve kır papatyalarından başka

Kimse bilmesin yerimi.

Mustafa Ruhi Şirin

önce hangi rengin müsveddesi insan buna karar vermeli

perişan erin mektubundaki ayrılık rujları

rütbesiz anasını aramaya inmiş asi bülbül

mavi suların aile içi şiddetinde örselenmiş yavru yunus

Yusuf’u kaybeden bedevinin arka mahallelerde

arkasını satma telaşı

elastik isyanların yağmur yavaşlarken

militanlarım ölecek kırmızısı

zamansız merhabalar zımparayla eştir eşsiz ikindilerde

namaza değil zamparalığa biat sevdalar koyu erguvanîdir

ergendim nüksederdim küfür kıyamet.

Eren Şahin

ecel ile aramızda bir göl, peki taş orada sekince yaralanır mı

 anahtar deliğinden esen rüzgar vişne lekesidir, silemez bez

yoksa bizi yağmurla buluşturan gökte çarpışan kılıçtaki kan mı

 ya rabbim, zincirini koparmış tahterevalli gülünce devrilir

Kadir Tepe

Rasim Özdenören’in Ardından

Birçok dergi Eylül sayısında Rasim Özdenören dosyası hazırlayarak uğurladı ustayı. Muhit dergisi de Gül Yetiştiren Rasim Özdenören diyerek bir dosya hazırlamış.

Dosyadan paylaşımlar yapacağım. Devamı Muhit dergisi, Eylül 2022 sayısında.

Şakir Kurtulmuş - Anlatı ustası Rasim Özdenören

“Hikâyelerdeki başarılı anlatım, teknik olarak uyguladığı yeni tarz ve yöntem, konuları itibarıyla da öne çıkıyor, başarılı hikâye teknikleriyle Rasim Özdenören hikâyesini kendine has üslupla geliştiriyor. Özdenören öykülerindeki en önemli özelliklerden birisi de hem toplum hem birey hem de çekirdek aileye dönük konuları işleyen, gerektiğinde mesajlar veren, pedagojik ve ahlâkî tutumları da işleyen bir hikâye olmasıdır. Çağının tanığıdır, dediğimiz yazar, içinde yaşadığı toplumda karşılaşılan her konuyu kendi süzgecinden geçirip okura yansıtma ödeviyle yazar.”

Hüseyin Akın - Yumurtayı hangi ucundan kıracaktık?

“Rasim Özdenören, kanımca ürün noktasında çok yazan bir hikâyeci değildir. 1967 yılında neşredilen ilk hikâye kitabı Hastalar ve Işıklar’ın ardından 1973’te Çözülme, 1974’te Çok Sesli Bir Ölüm, 1977’de Çarpılmışlar, 1983’te Denize Açılan Kapı, 1999’da Kuyu, 2000 yılında Hışırtı ve Ansızın Yola Çıkmak, 2002’de ise Toz adlı hikâye kitapları yayımlanmıştır. Özdenören’in fikir ve dava ağırlıklı, siyasi tarih bunalımlarını ortaya koyan romanı Gül Yetiştiren Adam’ın yayımlanma tarihi ise 1978. Özdenören’in son dönemi de diyebileceğimiz 2000’li yıllar daha çok ülke ve dünya gündemi eksenli köşe yazıları formatında düşünce yazıları yazdığı dönemdir. Yeni Devir gazetesinden Yeni Şafak gazetesine uzanan süreçte yazdığı yazıların mutlaka kitaplaştırılması ve üzerinde çalışılması gerekiyor. Zira bu yazılar sadece yazarlar yetiştirmiş bir ustanın kalemine değil, aynı zamanda esaslı ve kaliteli okur yetiştirmiş bir müellifin kafa ve gönül dünyasına dair en unutulmaz ve silinmez bir vesikadır.”

Saadettin Acar- Öncü Şahsiyet: Rasim Özdenören

“Rasim Özdenören; güçlü bir mütefekkir, cins bir öykücü ve iyi bir eleştirmendir. Fikrî tarafı ağır basan kitapları çok fazla olmasına rağmen edebiyatçılığı her zaman bir adım öndedir. Doğu-batı meselelerine entelektüel düzeyde ilgi duyan ve onları İslâmî bir bakış açısıyla yorumlamayı başaran bir münevver. Hem edebiyatçı hem de edebiyat eleştirmeni.

Rasim ağabeye göre modern ve cilalı dönemdir yaşadığımız dünya. Bu çağın insanı da çılgınlık sınırında dolanıp duruyor. Cilalı çağ, bütün değerlerini tarumar etti toplumun. İnsanlar artık verniğin altına dikkat etmiyor. Yazık ki verniğin altını çok fazla merak eden de yok. Bu şuurla, yazı ve öyküleriyle verniğin altındakine, asıl olana dikkatleri yoğunlaştırmaya çalıştı altmış yıldan fazla bir zaman. Durmaksızın, ısrarla.”

Arif Ay- Aşkla Yazmak

“Benim imgelemimde Rasim Özdenören, uzun gece yolculuklarımda otobüsün camından gördüğüm uzaklarda, çok uzaklarda, zifiri karanlığın içinde parıldayan bir ışıktır âdeta. O, modernizmin, seküler hayatın, yani İslâm dışı hayatın yeryüzünü karanlığa boğduğu, hakikati örttüğü, insana yönünü, kıblesini kaybettirdiği, onu kıblesiz bıraktığı, safını bozduğu, insanı birbirinden kopardığı, birbirine yabancılaştırdığı dünyada bizi hakikate davet eden, zihnimizi arındıran, İslâmî hayatın değerlerini günümüze taşıyan sanat ve düşünce insanıdır.”

Sibel Eraslan – Gül Yetiştiren Adam

“Bugün Türk edebiyatından, Türk hikâyeciliğinden söz edilirken hangi siyasi görüşten olursa olsun, irili ufaklı tüm sanat muhitlerinde, sağ ve sol edebiyat kamularında Rasim Özdenören ismi önemlidir; saklanamaz, atlanamaz, es geçilemez bir isimdir. Öykü evreni ve dili, sosyal gerçekçilik üzerinde ince ayrıntılarla donatılı duruşuyla hemen seçilir. Bu bakımdan Türk öykücülüğünü besleyen, yeni öyküye yol açan tavrı da kayda değerdir.”

Yıldız Ramazanoğlu- Ges Geldi Hayat

“Aralık 2009’da Mazlumder’in Ankara şubesinde, değerli dostum yazar Üstün Bol’un üstün çabasıyla düzenlenen Filistin Günleri’ne katılmıştım. Büyük emeklerle, halis niyetlerle gerçekleşen etkinliğin ardından o soğuk kış günü, kalabalık bir grupla ansızın hocamızın kapısını çalmıştık. Dede Efendi Sokak’taki evinde bizi, eşi sevgili Ayşe Hanım’la birlikte nasıl güler yüzle karşıladıklarını unutamam. O çaylar ve kek ne ara hazır oldu, sıcak bir sohbete nasıl daldık, rüya gibiydi. Başında kendisinden başkasını görmeyen, hep kendi kitaplarından söz edilmesini bekleyen bildiğimiz yazarlık halesi yoktu. Tersine her birimizle tek tek ilgilenip can kulağıyla dinliyor, ne yaptığımızı, neler yazdığımızı merak ediyordu.”

Mahmut Bıyıklı – İyi Bilirdik

“Özdenören, öykülerinde geleneğe atıfta bulunduğu kadar modern insanın bunalımlarını, sıkıntılarını, karamsarlıklarını, zihni dağınıklığını, ruhi kaymalarını ve çözülmelerini de başarıyla yansıtmıştır. Bir yazar olarak coşku ve neşe dolu biri olmasına rağmen, öykülerindeki karakterlere koyu karamsarlık hâlini başarıyla vermiştir. Batı bunaltır, gelenek ferahlatır. Özdenören’in sadık bir okuru olarak şunu net bir şekilde söyleyebilirim ki onun beni etkileyen öyküleri, tasavvufi ögelerin serpiştirildiği öykülerdir. Bunalıma, kaosa, karmaşaya öyküde bile olsa fazla dayanamam. Bu konular sanatsal zorunluluk icabı mutlaka olmalı denilebilir. Yazarın tercihi olduğu kadar okurun da tercihi vardır ve ben bir okur olarak tercihimde hürüm.”

Senden Bir Eser

İbrahim Tenekeci, Senden Bir Eser yazılarına devam ediyor. Bu sayıda da gönle dokunan cümleler gönderiyor bizlere.

“Çok fazla kötülüğe maruz kalmış bir kimse, zamanla iyi insanların halisane yaklaşımına da şüpheyle bakmaya başlar. Bu davranışından dolayı onu yadırgayamayız.”

“Dost bildiğimiz bir kimse hakkında hiçbir şey bilmediğimizi öğrendiğimiz gün, dünyanın gerçekten de üzücü bir yer olduğunu anlamış bulunuruz.”

“İyiliği ve inceliği karşılama adabından yoksun olanların verdiği gönül yorgunluğu, başka hiçbir şeye benzemiyor.”

Eve Dönmek

Eve dönmek insanın içini onaran en içli şarkı gibi. Çocukluğa dönmek, her şeyin dupduru olduğu vakitlere özlem duymak, eski bir kapıdan süzülmek ve kalbinin sesini duymak. Aslında eve dönmek kendine dönmekle eşdeğer. Eyyüp Akyüz, eski zamanların kalbe dokunan hallerine dokunuyor Eve Dönmek yazısında. Yitirdiğimiz evler, güzel vakitler ve en çok da kendimiz, bir rüya gibi.

“İnsanın insanla ünsiyetinin bittiği, eviyle dahi bağ kuramadığı günlere geldik. Gençlere “Eviniz sizin için ne anlama geliyor?” diye sorduğumda “Ev işte” yanıtı alıyorum. “Ev işte...” Evden sıradan bir şeymiş gibi söz etmek ve ona yalnızca bir bina olarak bakmak, bir anlam yükleyememek… Ne acı! Sorumluluk vermiyoruz çocuklarımıza. Aidiyet duygusu gelişmiyor eve de, aileye de. Evlerde unutulmayacak anılar biriktirmiyoruz. Ailece bir şeyler paylaşmıyoruz. Bu yüzden bir yuvaya dönüştüremiyoruz evlerimizi. Bir otel gibi, bir pansiyon gibi kullanıyoruz.”

“Bir evi olmayanlar… Bir perde çekmemiş olanlar... Gerçek oyun oynamamış olanlar… Düşüp kolunu kırmamış olanlar… Hayal kuramadığı için hayal kırıklığına uğrama fırsatı bulamayanlar… Anne babasının dizinde uyumak yerine bilgisayar karşısında uyuyanlar… Eve döndüklerinde hangi şiiri okuyacaklar? Ev… Hangi ev?”

Hikmet Dağı’nda Kınalızâde Ali Efendi

Dursun Çiçek’in Hikmet Dağı’nda bu sayı Kınalızâde Ali Efendi var. Bir destan havasında okuyoruz bu yazıları. Yaşadığımız bu toprakların hikmetine de hep birlikte şahit oluyoruz.

“Kınalızâde, Osmanlı’nın bir açıdan kemale erdiği, bir açıdan da zevalin işaretlerinin başladığı bir dönemde yaşamıştır. O, bir bakıma döneminin fotoğrafını çekmiştir. Osmanlı’nın kemalinin şemasını çizmiştir. Ahlâkın nasıl zemin yapıldığını, bu zeminde fıkhın, hikmetin, adaletin nasıl tezahür ettiğini anlatmıştır. Devletin de kemali vardır. Toplumun da. Muhabbetsiz ilim, muhabbetsiz insan olmadan bir aile, toplum ve devlet olamayacağına işaret etmiştir. Bunun için de önce âlimler olmak üzere insanların ilmiyle amil olmaları gerektiğini söylemiştir. Âlim, yaşadıklarını kendine fayda sağlaması için de yaşar. Kendisi, yaşadıklarının dışında değildir… Âlimi âlim yapan, bilgisini ahlâk üzere inşa etmesidir.”

“Kınalızâde’nin en önemli özelliklerinden biri de insanı nisyan (unutma) ile değil, üns/ ünsiyetle temellendirmesidir. İnsan ünsiyet içinde kemale erer. Madde ve mana en üst hâliyle insanda birleşir. Ruh ve bedenin yekpareleşmesinin göstergesidir insan. Kınalızâde, nübüvvetin ışığında insanı kâmili fazilet bağlamında yeniden tabir eder.”

Arif Ay ile Söyleşi

Yunus Karadağ, Arif Ay ile şiire dair bir söyleşi gerçekleştirmiş. Tam anlamıyla arşivlik notlar var söyleşide. Özellikle genç şairler için düşülen notlar çok dikkat çekici.

“Müslüman olduğunu iddia eden şair ve yazarların öteki şair ve yazarlara göre işleri daha da zor. Öncelikle İslâmî bir hayatın tesisi için çaba göstermek zorundayız. Biz Bâkî’den de Fuzûlî’den de Şeyh Galip’ten de daha zor bir hayatın içindeyiz. Dünya görüşümüzün dışında bir hayatı yaşıyoruz çünkü. Biz hem sanatımızı inşa edeceğiz hem de dünyadaki yanlışları sorgulayarak kendi inancımızın hakikatini insanlara anlatacağız.”

“Günümüz dergiciliği hem edebiyat okuru yetiştirme hem de şair yetiştirme hususlarında okul işlevini yitirmiş durumda.”

“Türk şiirinin geleceği nasıl olur, bilemem. Bugüne baktığımızda bir dağınıklıkla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Günümüz şiirinin büyük bir bölümü gelenekten kopuk bir çizgide seyrediyor. Bu kopuşun iki boyutu var. Birincisi düşünce boyutu, yani dünya görüşü belirsizliği; ikinci boyut ise poetik yapıdaki gevşeklik, ince eleyip sık dokuma çabasının eksikliği. Bunun bir başka tezahürü de dildeki yavanlık. Yine de şiirimizin geleceğinden umutluyum elbette.”

Muhit’ten Bir Öykü

Mustafa Nezihi Pesen – Haftada Bir

“Haftada bir kitap yazabilirim. Amerika’yı bir çırpıda yıkabilirim. Bu pis ve zalim zorbayı alıp diğer zorbalarla, yakınımızdaki diğer kötü devletlerle çarpıştırıp tarumar edebilirim. Buna gücümün yeteceğine inanırım. Çok inanırım. Çok uzun yıllardır. Nerdeyse çocukluğumdan beri böyle şeyler olur bende. Belki de hayatla böyle baş ettim şimdiye dek. Bir çeşit kandırmaca mı? Galiba öyle. Evet öyle. Fakat bu tür çılgınca şeyler kafamın içindeki tahayyülat odasında olur. Seviyorum. Daha çok sevebilirim. Planlar yaparım, elli beş yaşında değilmişim gibi. Adım Mesut değilmiş gibi. Değil evet. Biliyorsunuz. Ama diğerleri gerçek. Hayali gerçekler.”

“Koştum. Bitmez bir koşuyla. Öyle zannettim yıllarca. Geldim dayandım hamsîne. Koştum buraya kadar. Hicret diyelim burda. 1443 yazalım. İki bin yirmi ikiyi de açıklayıcı bir dipnot gibi şerh olarak düşelim. Az harç karmadım, az tuğla taşımadım. Taştan, tuğladan, demirden ve tozdan bir dünyada yaşadım senelerce. Binalar yükseldikçe ben dünyaya yukardan baktım da her seferinde biraz daha uzaklaşıp koptum. Sonra yeniden indim yeryüzüne, toprağa ayak bastım. Her yerde onu özledim. Benim ismim malumdu indimde, Ömer Faruk’tu. Onun ismi neydi? Bilmiyordum. Onu içimde yaşatıyordum, seviyordum. Çünkü içime doğan oydu.”

Muhit’ten Şiirler

Ben

saçlarım ayın aklına düşünce

hep o şeftali bahçelerinin içerlediği çelimsiz yalan

ebemkuşağının zayıflığından

harflerine cesaret bulan, masaya

bir makasın ağzından ne dökülebilir ki hakkımda

ne beklemeliyim

gevşek yuvarlanmış anason yaşantılardan

bir şeytan uçurtmasından mesela

bir salıncaktan, bir saklambaçtan,

sırnaşık göğe ne yapmalıyım da

kurtulayım haydut masalların gazabından?

Mustafa Muharrem

Evet, evet çok şey kaldı geride

Günler günlere ulanıp uzadı böylece

Sonra üzüntülü bir ses tonuyla

Şiir okuduğun kaseti ezdiler ayaklarıyla

Diyor arkadaşım evini aradığında polisler

Güzel şiirlerdi iyi okumuştum doğrusu

Dinlesinler diye verdiğim.

Böylece devirlere kuşaklara bölündü zaman

Kimi yağmura yakalandı kimi fırtınaya

Kimi ümitsizlik yok dedi

Sabahı bekledi…

Nurettin Durman

Şimdi uzak ihtimallerin telaşla vurulan kapısında

Giderken bir şey söyle bana isterse yalan olsun

Balkonda unuttuğun sesin dokunduğun her eşyada

Hangi güzellik salonunda kaç seans biriktirdin?

Elimde kaldı ağlayıp ısırdığın elmanın izi

Söyle bana bir korkuyla bir bekleyişle mırıldanırken

O uzun o titrek o tedirgin bakmaların nerde şimdi?

Mehmet Tepe

Neresinden tutuyorsa dünyayı

Oradan alışıveriyor insan

Tamamlanamıyor bir cüzü bile

Sonra düşüveriyoruz ilandan

Hadi bir şey söyleyelim rüzgâra

Mehmet Aycı

Düşülmüş bir cennetin hayali ensemizde

Dinlenme tesislerinde ikametimiz

Bol gürültülü balkonlarda bir bahar vaadi

Buzdan ezgiler bastırıyorsun kulaklarına

Kar içine uğulduyor, uğuldadıkça çığ içindesin

Her yankıda bir yarık, kurudu gülhatmiler

O gümüş yeleli atlar ve ödünç verilmiş bir keder

Şimdi dağlar çorak ve her yerde çeliğin onulmaz tacı

Salladığın beşikte büyüdü bir karadul

Oysa uyarmıştı seni şair, yort ve savul

Dilara Ayşe Akdeniz

El ele zan ve hüzün çarşılarından, sevgilim

geçiyoruz, şuramızda inatla dolmayan bir boşluk

bir boşluk ki, bizden önce de buradadır

yeltendik ihtirasla hayatlarımızın yontulan yerlerine

zonkladı ellerimiz boşluğu yokladıkça

dolanıyor şırıngalar girmedik damarlarımızda

zihnimizde sancıdan evrilen bir sarhoşluk

çatlamış ellerimizde üzgün, sararmış dağ çiçekleri.

Seyyid Ensar

Akşamın dostluğu insandan evla

Anlarsın bunu günün sonunda,

Işıklar yanınca kararan bir şey

Herkes gidince kimsenin olan.

Anlayan gözlerle baktın, anlamsız.

Sulardan başlarsın avunmak için,

Bilinen dünyanın bilinmez rengi

Uzaklar kadar kararsız kalbin.

İbrahim Tenekeci

Bir Nokta, Sayı 248

Bir Nokta dergisi 248. sayısına Mürsel Sönmez’in yüreklere seslenen girişiyle başlıyoruz. Her şey geçer, insan yanımız bizi ayakta tutar, değerlerimizi dert edinerek ancak çıkabiliriz felaha.

Dâr-ı dünyayı dâr-ı mihen haline getiren engelleri kaldırıp, bir dâr-ı şifâya dönüştürmek için öncelikle rahatsız olmak, bu insan karşıtı dizgeye “darılmak” gerek.

Sermâyedâr hükümdârların hissedârı ve defterdârı olmaktansa, insana yakışan özgürlüğün bayrakdârı olmak değil midir sanata, edebiyata yakışan? Hem fizik hem de ötesini aynı odakta tutmalı, ikiyi bir edip görünürün ve görünmezin vâsi kâinatından haberdâr olmalı değil mi insan? Ancak o zaman varlık darlıktan kurtulabilecektir. Sahte gerçeklik/varlıkla meşgul olmak, hakikatin göz kamaştırıcı sonsuzluğuna karşı kör kılıyor insanı. Elbette:

“Bunca varlık (mâsivâ/varsı varlık) var iken / Gitmez gönül darlığı.”

Kendine Yakışanı Yapmak

Durup, salim bir akılla düşününce; kendine yakışanı yapmak sözü insanı hizaya çekecek ağırlıkta bir sözdür. Bir ahlak ve erdem ölçüsüdür de bu söz. Aynı zamanda kaybettiğimiz bir değer de diyebiliriz bu söze.

Hasanali Yıldırım, kendine yakışanı yapmak üzerine yazmış.

“Bir insanın kendine yakışanı yapması, belli bir yakışma ve yakıştırma anlayışına sahipliliğini icap ettirir. Bu da aynı zamanda o kişinin neyin neye yakıştığının hem bilgisini hem de görgüsünü kuşanmışlığını şart koşar. Bu kadarı kâfi mi? Ne gezer. Diyelim ki o kişi bu minvalde bir bilgi ve görgü edindi; gene de bu müktesebatı onu, yakıştırmayı hedeflediği şeyleri maharetle birbirine takıştırdığı manâsına gelmez ki! Bedahet: Bir şeyin sadece zihni değil, tecrübi bilgisi de o şeyi isabetli bir tarzda tatbik imkânını her seferinde doğurmaz. Başka şartların da yerine gelmesi icap eder.”

“Bir insanın sahiden de kendine yakışanı yapması için önce o kendine yakışanı, icabında uzun vakitler araması, gördüğünde tanıması, akabinde bulduğuna kanaat getirmesi ve usûlünce giyinip kuşanması şart. Aklına estiğini yapmak, kendine yakışanı yapmak değil. Öte yandan insanın kendine yakışanı bulmasının en emin yolu, aklına eseni yapmak. Aklına ve gönlüne. Tuhaf ama böyle.”

Eylül Seksen

Eylülün kanayan bir yara olduğu muhakkak. Unutmamak ve unutturmamak gerek. Adına darbe denen ve sınır tanımayan kontrolsüz gücün etkileri farklı yüzlerle de olsa kendini göstermeye çalışıyor. Eylül, güzün ilk adımı. Hüzün mevsimi. Bir de dar ağaçlarının ağıtları, zindanların zifiri karanlığı ve yitip giden ömürler demek eylül.

Ahmet Yılmaz, 12 Eylül anlatısı ile Bir Nokta’da. Yaşanan, unutulmayan, iç acıtan her şey var yazıda. Eylül kadar gerçek ve unutulmaz olan…

“Bir pazartesi günü okulda elimin ayasına kurşun kalem battı. Kavga mı ediyorduk? Irak işgal edilmişti; arkadaşım ABD ordusunda görevli dayısından taraftı, ben sahipsiz Irak halkının yanındaydım. Canımdan can koptu sandım. Kim kime vurmuştu? Parmaklarımı büktüm açtım, büktüm açtım. Eklemlerimde garip bir yangın dolaşıyordu. O gün ve peş peşe günler kollarım çabuk yorulup uyuşuyordu. Ayaklarımın bastığı yerde küller bitiyordu.”

“Kimse kimseyi tanımıyordu, bir ben mi hatırlıyordum onları, olanları? Tek tek, tokalaşarak, tanıştılar. Adlarını birbirlerine söylediler, söylerken şaşırmadıkları gibi duyarken de şaşırmışa benzemiyorlardı. Elime kalem battığı gün okulun bahçesindeydim. İsmail’i duvardan atlarken görmüş, müdür yardımcısına haber vermiştim. Başına bir iş açılsın istemezdim. Etrafta şehir eşkıyası kol geziyordu. Kurtarılmış bölgelerden henüz kurtarılmamış zavallı bir ruh hâlinde geçmek cesaret istiyordu.”

“Ben kimdim? Eylül ayı, seksen, on iki. Hikâye miydi hepsi?”

Ercan Ata’nın Konuğu; Hüseyin Burak Us

Ercan Ata, bu sayı Hüseyin Burak Us üzerine yazmış. Us’un Kapıyı Tekrar Çal kitabını merkeze alan bir yazı bu. Yazının devamında bir de söyleşi var şair ile yapılan.

“Kapıyı Tekrar Çal”, Ark Yayınları tarafından 2022 yılında basılmış. Kapak, şair ve Ressam Bünyamin K. İmzasını taşıyor. Kitabın editörlüğünü Bekir Yıldız üstlenmiş. Kitap; “rengerek, radyo dinleme dersleri, dostlar çayevi, berduş çavuş” olmak üzere dört bölümden oluşuyor. Seksen sekiz sayfalık eserde otuz dokuz şiir yer alıyor. Eserin kapağının dikkat çekici olduğunu ve dizgisinin de güzel yapıldığını söylemek mümkün.

“Zannımca şiir uğraşısı iki açıdan önemli onun için. Birinci olarak hayata tutunmak/ ayakta kalmak, ruh sağlığını korumak için yazıyor şair. İkinci olarak ise daha iyi, adil, doğru, hakkaniyetli bir cemiyete, ülkeye ulaşmak iştiyakıyla yazıyor. O halde onun şiirinin hem bireysel hem de toplumcu (sosyal) yanının olduğunu söylemek mümkün. Bu iki öz birbirini çiğnemeden, ezmeden, paralel bir şekilde akıyor.”

Onun şiiri, kadim edebiyat geleneğimizden besleniyor. Dizelerinde geçmişe, geleneğe, Anadolu’da hayata ait unsurlar ziyadesiyle görünüyor: “gamzelerinde büyüyen güller/koklar dururum seni o gül bu güldür” dizesi bir örnek. “Kim Geldi Penceresi, bırak aşk kalsın tel dolaplarda…”

Söyleşiden…

“Şiir de kalmak gibi bir sorunum olmadı. Aksine ben şiirden kaçmak istedim o beni bırakmadı. Gözüm kulağım gibi bir şey şiir bende. Ayrıca ruh sağlığım için şiirde kalmak zorundayım. Günde bir mısra da olsa şiirle hemhal oluyorum. Erken kalkınca şehrin huzur veren sessizliğini, şekersiz demli çay içerken tatlı tatlı esen rüzgârın vücuduma ettiklerini, bir çocuğun bakıp gülümsemesini, toplantıya gitmek için giydiğim takım elbiseme su sıçratan Tofaş şoförünü, dünyanın her yerinde ikinci sınıf insan olarak görünen kardeşlerimi, uzun siyah saçlı Buket’i şiir olmasa nasıl anlata bilirim. İçimde birikir bütün bunlar. Yerimden kalkamam. Oysa yaşamak ayağa kalkmaktır değil mi? Yaşamak için şiirdeyim.”

“Ben yirmi beş yıllık sanat hayatımda hep yaşadıklarımı yazdım. Buna öykü ve tiyatro da dahil. İnişli, çıkışlı, kırık ve ortaya karışık yaşadığım için eserlerime malzeme bulmakta zorlanmıyorum. Olduğu gibi sevmek, dönüp bir daha olduğu gibi sevmek önceliğimde olduğu için ister istemez özel isimler de olduğu gibi şiire giriyor.”

“Ben her şey de olduğu gibi dergilerde de vefadan yanayım. Dostluktan, samimiyetten yanayım. Böyle hangi dergi var diye soran olursa sağa sola bakmadan İstanbul BirNokta dergisi derim.”

Hisse Almaya İsteyenler İçin Bol Göndermeli Bir Masal

Halit Yıldırım ince mesajları olan bir masal ile yer alıyor dergide. Yıldırım, hiciv ve masal konusunda ne kadar mahir olduğunu gösteriyor.

“Fındık faresi Kıtır, ormanların kralı Aslan’ı düştüğü tuzaktan kurtardıktan sonra hayvanlar âleminde bir dokunulmazlık elde etmişti. Artık tilki ve kurt yanına bile yaklaşmıyor, tüm alıcı kuşlar da onu av listelerinden çoktan çıkarmışlardı. O da bu emniyet ile ormanda kendine ait bir ağaç kovuğunda ailesiyle beraber yaşamaya başlamış. Ormandaki fındık ve cevizleri toplayarak günlük ihtiyaçlarını giderdiği gibi ağaç kovuğunda stokladığı fındık ve cevizlerle kışı da rahatça geçiriyormuş. Yine de bu durumuna fazla güvenmemeye ve tedbiri elden bırakmamaya özen gösteriyormuş. Bu yüzden gündüzleri pek ortalıkta gözükmüyor, gece yarısı ise dışarı çıkıp günlük ceviz ve fındık stoklama işini hallediyordu.”

“Kurt, Kıtır’ı omzuna aldığı gibi Aslan Kral’ın yaşadığı yere doğru koşmaya başladı. Birkaç dere tepe aştıktan sonra ulu ağaçların olduğu önünde buz gibi suların aktığı bir yere geldiler. Kurt önce uzaktan olanları görmek istediğini söyledi. Kıtır da bunu onayladı. Uzaktan bakıldığında durum hiç de iç açıcı değildi. Aslan Kral’ın evinin önü pislikten görünmüyordu. Ortalıkta hayvan leşleri ve onları didikleyen kargalar ve diğer hayvanların çığlıkları kulakları tırmalıyordu. Kralın kapısında iki tane tilki muhafızlık ediyordu.”

“Kıtır hemen otağa geri döndü Kurt ise ortalıkta iz sürmeye başladı. Akşama kadar bakmadığı uçurum, mağara, çukur kalmamıştı ama yer yarılmış Aslan Kral yerin dibine geçmişti.”

“Ertesi günü tekrar divan kuruldu ve yeniden işi bilen hayvanlar iş başına getirildi. Aslanın otağı da pırıl pırıl edilmişti. İşler ehline verilince hayvanlar âlemi de rahat bir nefes almıştı. Kıtır da eski hayatında kaldığı yerden devam ediyordu.”

Bir Nokta’dan bir Hikâye

Engin K. Demir – Yaşlı Adam

“Bezgin bir hâlde ayağını sürüyerek gidiyor. Yanındaki oğlanın elinde bir poşet ilaç torbası var. Adımlarını hasta adama göre uydurmuş, ağır aksak yürüyor. Saçları daha beyazlamamış, fakat yaşlılığın tüm emareleri üzerinden dökülüyor. Suratı yenilginin tüm izlerini taşıyor. Gözleri neredeyse kapanacak; sadece yolda yürümesine yetecek kadar aralık. Oğlan hiçbir şeyin farkında değil. Yaşlının tam tersi gözleri apaçık. Baş dik, omuzlar kalkık. Yüzü ise pas parlak. Yaşlıya uyum sağlamakta güçlük çekiyor. Ayakları sertçe yere basıyor, bedeni fütursuzca ileri atılıyor. Yaşlının başı öne eğik. Ne ayaklarını kaldıracak dermanı kalmış ne de ileri götürecek bedeni var. Zayıf. Kolları kendi ilaçlarını taşıyacak kadar güçlü değil. Her bir adım onu yoruyor. Hemen şuraya yığılmak, ölümün vereceği hediyeyi almak istiyor. Gençken ölümü görmeyen gönlü şimdi ölümü arzuluyor. İşkencenin, eziyetin bitmesini istiyor.”

“Biraz cesaret. Rüzgâr inatla penceredeki tülü havalandırıyor. Güneş ısrarla içeriyi aydınlatıyor. Uçuşan yapraklar, havalanan kuşlar sokakta oynaşıyorlar. Yol ıssız, kaldırımlar sessiz. Açık olan pencereye doğru yürüyorum, biraz cesaret. Biraz daha.”

“Pencereden içeriye baktığımda yarım kalmış kek, bitmemiş meyve suyu tepside duruyordu. Yaşlı kadın açmış olduğu televizyona bakıyor. Yaşlı adamın gözleri kapalı koltukta uykuya dalmış. Pencerenin yanından uzaklaştım. Kaldırıma geldim. Arkama bakmadan oradan uzaklaştım.”

Bir Nokta’dan Şiirler

Kimin kimsenin kaşı gözü
Orada dursun kendisine göz kulak
Bize dair birkaç küçük meşale
Birkaç küçük şiir kalsın mesele.

Yetmez mi sevgili dostum burada

Bu kırık fay hatlı mıntıkada

Çatlasın isterse çatlamak isteyenler

Bize de birkaç güzel hatıra kalsın.

Nurettin Durman

yalınayak koşuyorsun, yumrukların sıkılı

gözlerin sürmeli, kan çanağı kalbin

nereye koşsan bir yılgı keser önünü

keser vicdan âzapları

gaddar adamlar söker senin kıpkırmızı gülünü

Bünyamin Durali

Mehmet Poyraz tarihin arka odalarında

gezinir durur aşkla sırlı kuyularında.

Mehmet Sılay endülüs kudüs gezer durmadan

melâl desenli ruhla yaşar gönül kırmadan.

Mehmet Solak eklenir ıssız yazılarına

şiirle köprü kurar dostluk kıyılarına.

İbrahim Eryiğit

Kızları sultan

Oğulları veliaht

Bölüştükçe kibri

Fetvalar analarının babalarının

Çağlayan gönüllerinden

El oğlu ne bilir

Uluların dilinden

Abdurrahman Karakaş

Burada duralım biraz

Hız çağına, haz çağına, hedonistlere inat

Dinginlikte zirvelere çıkalım, aşalım kendimizi

Keyfe kâfi gelsin helâl daire, haram ayaklar altı

Vefa alfabesiyle şiirler yazalım eskimez dostlara

Zinhar yanaşmasın yöremize kadir bilmez türlü karaltı

Duralım biraz burada

Tıkayalım kulaklarımızı kara çağın çağrılarına

Hınçla öfkeyle kapatalım gözümüzü gönlümüzü

Günahkâr kentlerin arzu nesnesi şehvetli putlarına

Aşkla sürelim selim gemilerimizi hakikat koyuna

Şükrün duraklarında dinlene dinlene varalım sabırla

Erol Yılmaz

hep sana dönüktü yüzüm

şimdi denizi taşlama vakti

boynumda halka içimde ukde

tenimde saklı baldıranım

ancak söner içimdeki ateş

gül dibine dökülürse külüm

Kadir Ünal

Setr olsun üstüme nazende güller

Ne bilsin halimden ne bilsin eller

Bir muştu vermez mi şu esen yeller

Eyyüple el açıp dermana düştüm

Essin seher yeli inceden ince

Aksın hicran seli inceden ince

Çalsın sazım teli inceden ince

Evvelde mamurdum virana düştüm

Mehmet Baş

Şehir ve Kültür, Sayı: 98

Şehir ve Kültür dergisi, 98. sayısında da şehirlerin, ülkelerin, mekânların nabzını tutmaya devam ediyor. Derginin kapağında bu sayı Dersaadet’in Hapishaneleri var. Yazısı da Mehmet Kâmil Berse’den…

“Yedikule, aslında adı gibi bir zindan oluşturmak amacı ile değil, Roma'ya misafir gelen kralları ve yabancı sarayların mensuplarını ihtişamlı bir şekilde karşılamak için yapıldı. Türk Tarih Kurumu'nun yaptığı araştırmalara ve elde edilen tarihi verilere göre, Altın Kapı'yı bir zafer takı olarak dönemin Roma İmparatoru Theodosius inşa ettirdi. Theodosius'tan sonra tahta geçen oğlu da dört tane yüksek gözlem kulesinden oluşan bir kaleyi kapı ile birleştirdi… Tüm dünya tarihine çağ atlatan İstanbul'un Fethi ile şehri eline geçiren Fatih Sultan Mehmet, yapıya üç kule daha ekler ve tam yedi tane kule olur.”

“72. koğuş adlı kitabında Sultanahmet cezaevi’ndeki günlerini anlatır Orhan Kemal, Can baba der dururuz hani, Can Yücel, / Mizah ustası Aziz Nesin, Şair-i âzam , üstad Necip Fazıl Kısakürek bu cezaevinde yatarken dokunaklı şiirlerini yazmış. Çirkin kral Yılmaz güney, / Mehmet Ali Aybar… 1921 yılında Yakup Kadri ve Falih Rıfkı beyler'in kaldıkları hapishane… Hepsinin kalış sebebi bellidir, yani cinayet değildir, Yılmaz Güney hariç.. Yakup Kadri bir süre sonra serbest bırakılırken halkın huzurunu bozmak suçundan idam ile yargılanan Falih Rıfkı'nın esareti 88 gün sürmüştür. Bir döneme damgasını vurmuş daha onlarcası… Burası sanılanın aksine cezaevi olarak değil, tevkifhane olarak tasarlanıyor ve inşa ediliyor. ilk adı da zaten dersaadet cinayet tevkifhanesi. 1. ulusal mimarlık akımı'nın temel özelliklerini taşıyan yapı sonradan cezaevi misyonu taşıyor. bayrampaşa cezaevi açıldıktan sonra burası artık kullanılmıyor; ancak 12 eylül sonrasında yoğunluk nedeniyle 6 yıl tekrar cezaevi misyonuna alınıyor.”

“Necip Fazıl, Nâzım Hikmet, Can Yücel, Aziz Nesin, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Halil Lütfü Dördüncü, Nihat Sargın, Rıfat Ilgaz, Vedat Türkali, Mehmet Ali Aybar burada yatarken birçok eserler bırakmışlardır. Cezaevi olarak işlevine son verilmesinden sonra, bürokratik ihtilaflar nedeniyle bir süre metruk halde kaldı. 1990 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı'na devredilen yapı kısa bir süre kültürel etkinlikler için kullanıldı. 1992 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından otel olarak kullanılmak üzere Sultanahmet Turizm A.Ş.'ye ihale edildi; 1994 yılında Kanada merkezli Four Seasons Hotels, Inc. ile yapılan anlaşma ile Four Seasons Hotel Sultanahmet açıldı.”

Zağanos Mehmet Paşa Balıkesir İçin Ne İfade Eder?

Mehmet Mazak, Balıkesir yazılarına devam ediyor. Zağanos Paşa’nın Balıkesir için ifade ettiği anlamı, tarihi olaylar ışığında anlatıyor Mazak.

“Ey Balıkesir’liler; bugün şehrin merkezinde ebedi istirahatgâhında sizleri gözetleyen, sizlerin konuşmalarını dinleyen, sevinç ve hüzünlerini paylaşan Zağanos Mehmet Paşa, adanmış bir gönül ile hala bugün şehrinize değer üretmeye, kimliklerinizi belirlemeye, ruh dünyanıza şekil vermeye devam etmektedir. İşte bu adanmışlık sizi kurtuluş savaşındaki mücadelenizle Kuva-yi Milliye şehri yapmıştır.

“Zağanos Mehmet Paşa’nın şehre gelişi üzerine türküler yakılmalı, marşlar bestelenmeli, hikayeler anlatılmalı, romanlar yazılmalı Balıkesir’de. Zağanos Paşa’nın Balıkesir’e ilk geliş tarihi dikkate alınarak kutlamalar yapılmalı, şenlikler düzenlenmeli, “Zağanos Paşa Şehre Geliyor” diye kortejler düzenlenmelidir. Çünkü Balıkesir şehrinin ortasındaki en güzel mühürdür Zağanos Paşa.”

“Zağanos Mehmet Paşa 1464’te Balıkesir’de vefat etmiştir. Türbesi Balıkesir’de kendisinin 1461 yılında yaptırdığı kendi ismi ile bilinen Zağanos Paşa caminin hemen yanında kıble tarafında bulunmaktadır.”

Ekonomik Ve Kültürel Hayatı Birleştirmek Gerekir

Nazif Gürdoğan, toplumlara yol gösteren yazılarına devam ediyor. İyi ve kalıcı bir yapı için ekonomi ve kültürel birlikteliğin önemine değiniyor yazısında Gürdoğan. Kalıcı bir üretimin formülü de kuşatıcı bakış açısında yatmakta.

“Derin kültürleri olan toplumların, ürettikleri ürünlerin kaliteleri iyi, fiyatları uygun olur. Toplumlarda kültür ve ekonomi, her zaman ve her yerde, birbirinden ayrılmayan, birbirini değiştiren ve dönüştüren bir bütün oluştururlar. ..Hayatın bütün alanlarında ekonomiler, sürekli büyütülen bilgilerle zenginleşirken, kültürler sürekli genişletilen bilgeliklerle derinleşirler. Bunun için ülkeler bütün kurumlarıyla, bütün kuruluşlarıyla, ne kadar dünya pazarlarına açık olurlarsa, o kadar dünyadaki ekonomik ve kültürel gelişmelerden yararlanırlar. Kurumlar ve kuruluşlar dünyasında üstünlük, ürünleri güzel üretmeyle değil, güzel ürünleri üretmeyi bilmeyle kazanılır.”

Yazların Kenti Cezayir

Mehmet Kurtoğlu, Albet Camus’un şehirlerini yazmaya devam ediyor. Bu sayıda Cezayir’deyiz. Eserlerinden, yaşantısından hareketle Cezayir’e Camus’un gözünden bakıyoruz. Taraflı bakış açısı, sömürü zihniyetinin eserlere yansıması da Kurtoğlu’nun dikkat çektiği noktalar arasında.

“Camus’nün Cezayir’e bakışında gerçekte bir sömürgeci bir bilinç hissedilir. Özellikle Yabancı romanında hayata absürt/saçma/ anlamsız bakan Cezayirli bir Fransız olan Meursault, gerçekte Albert Camus’nün kendisidir. Camus bütün aydın ve sanatçı kimliğine rağmen Cezayir’i işgal eden Fransız vatandaşıdır. Cezayir’de bu ruhla büyümüştür. Onun bu ruh halini Yabancı romanında Meursault’un bir Arap’ı öldürmesi olayında görürüz. Meursault’un Arap’ı öldürmesindeki duyarsızlığı işgalci zihniyetin bireydeki yansımasından başka bir şey değildir. Camus, romanda yalnızca Arap’ın öldürülmesini anlatıp geçer. Arap kendini birey olarak tanımlayan ismiyle yoktur, “öteki” olarak vardır.”

“Camus, Cezayir’i anlattığı ve her satırında tanımlamalara giriştiği yazısında; “Genel olarak, bu coğrafyasal durumu nedeniyle, Konstantin daha az tat verir; ama sıkıntı burada daha incedir. Yolcu yazın gelirse, yapılacak şey, kentleri çevreleyen plajlara gitmektir kuşkusuz. Burada aynı insanları görecektir, daha az giyinmiş oldukları için daha göz kamaştırıcı olacaklardır. Güneş onlara büyük hayvanların uykulu gözlerini verir o zaman.”

Kültür Satın Alınmaz

Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu, Türk kültürünün zaman ve mekân tanımadığını Almanya’da yaşanan örnek olaylar üzerinden anlatıyor. Kültür, kişinin ruhunda vardır. Bunun en iyi örneğini de Türkler zor zamanlarda doğal bir akış olarak gösterirler.

“Evet, gelenek, kültür hemen, kısa zamanda meydana gelmiyor; millet tarafından benimsenmesi, millet fertlerinin değişmez karakteri hâline gelmesi için, belli davranışların nesiller boyunca beğenilip benimsenmesi, alışkanlık hâline gelmesi gerekiyor. Bin yıldır İslâmla yoğrulmuş Türkün geleneğinde, kültüründe, hakketmediğini almamak, haram’a tenezzül etmemek merkezde yer tutar; Türk, kendiliğinden bu kültüre göre davranır, bu, onun için çok tabiî bir davranıştır. Daha birkaç gün önce de Bolu yöresindeki, evlenme hazırlığındaki, paraya bunun için de ihtiyâcı olan bir pazarcı gencin, hesabına yanlışlıkla gelen binlerce lirayı, hemen bankaya gidip hesabından çıkarttığı gerçeği vardı.”

Sezai Karakoç’un Bir Milyonluk Şehirleri

Sezai Karakoç’un yaşanabilir şehirlere dair düşünceleri medeniyet ve sosyoloji anlamında insanî olanı işaret eden bir yapıdadır. İnsanî ve imanî şehirlerimiz olursa insanlar da huzurlu yaşamaya başlar. Dr. Şakir Diclehan, Sezai Karakoç’u şehir düşünceleri bağlamında ele alıyor.

“Her şehrin bir ruhu vardır. Ruhunu yitiren şehir ve buna paralel olarak özünü yitiren uygarlık, artık maddi bir unsur olmaktan öteye gidememektedir. İnsanlar, kentlere bir kentli olarak gelmiyorlar, tam tersine kentlere sürülüyorlar. Bir sürgün hayatını yaşamaktadırlar o kentlerde… Giderek insanlardaki bezginlik, yılgınlık ve sürgünlük ruhu, kentleri de zehirlemekte ve öldürmektedir. Böylece kentlerin ruhu kirlenmekle kalmıyor, şehirler, şehir olmaktan çıkıyor, uygarlıkların anıtlaşmış amacı olmaktan da çıkıyor.

Köy ve kasabalara baktığımızda, aslında kendi doğa ve çevrelerinde sağlıklı birimler olmasına karşın terk edildiklerinde, bu birimler kaybolmakta, kasaba ve köy birimleri, birer birer soysuzlaşmaktadır. İnsanlar, kentlere bir kentli olmaya gelmiyorlar, tam tersine kentlere sürülüyorlar ve geldikleri kentlerde de ne kentlileşiyor ve ne de uygarlık için bir çaba sarf ediyorlar.”

“Karakoç’a göre: “Bir kent, ya imanı ya isyanı haykırır.” İsyanı haykıran kentlerin imanla şereflenebilmesi için çok çalışmak gerekiyor” önerisinden bulunduktan sonra, Diriliş Neslinin Amentüsünde: “Ben, iman haykıran, sessizliğinde iman çınlayan şehirlerin mimarı olmalıyım. Müslüman olmak, bana bu görevi yüklüyor” diyerek Bir milyonluk şehirlerin kurulması gerektiğine işaret ediyor...”

Tanpınar’ın Antalya’sı

M. Nihat Malkoç, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın babasının işi sebebiyle bir süre yaşadığı Antalya’yı anlatıyor. Tanpınar’ın Huzur ve Antalyalı Genç Kıza Mektup eserlerinden hareketle Antalya’dayız. Yani 6. şehirde.

“1901’de İstanbul'da doğan Ahmet Hamdi Tanpınar, babasının görevi gereği 1916 yılının sonbaharında Antalya’ya geldi. Antalya Sultanisi’nde öğrenimine devam eden Tanpınar, o günlere dair anılarını “Antalyalı Genç Kıza Mektup” ve “Huzur” romanında anlatmıştır.”

“Antalya'ya 1916 sonbaharında geldik. Epeyce büyümüştüm. Tek başıma, geceleri deniz kıyısında veya kayalıklarda, Hastahanebaşı'nda gezmek hakkım vardı. Karanlık epeyce inip de kayaların gölgesi beni korkutana kadar orada kalırdım. Denizin iki manzarası beni çıldırtırdı. Biri bu kayaların sahile bakan yerinde sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışığıyla dipteki taş ve yosunlarla aldığı manzara, biri de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi genişlemesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük manaları olan şeylerdi.”

Rasim Özdenören’in Maraş’ı

Serdar Yakar, Maraş’ı Rasim Özdenören’in gözünden anlatıyor. Tarihi, kültürü, yaşantısı ile Maraş’tayız.

“İnsanın yolunun Maraş’tan tesadüfen geçmediğini dile getiren Rasim Özdenören “İnsan, Maraş’a azmederek gider” der cümlenin devamında. “Çünkü geçiş yolları üzerinde kurulmuş bir kent değildir” Maraş. Özdenören’e göre “dünya ile ilişki kurmamış” belki de buna tenezzül etmemiş” bir kenttir, Maraş.”

“Bir İstanbul beyefendisi olan babasının görevi gereği şehir şehir gezse de gençlik yıllarında tekrar Maraş’a dönen, henüz lise öğrencilik yıllarında güzel insanlarla güzel işler yapan Özdenören yükseköğrenim için gittiği İstanbul’dan Maraş’a kalıcı olarak dönemez bir daha.”

“Maraş’ın toprak yolları, toprak damları, yaman poyrazı, kışlık zahiresi, bağa gidiş ve dönüşü, bağ hayatı vs Özdenören için yaşanmışlıklardır.”

“Özdenören’in yürüdüğü yollarda yıllar sonra yürürken bir kenti keşfetmenin, onun hücrelerine nüfuz etmenin hiç de kolay olmadığını görüyor insan. Kente dair her bir keşif önümüze yeni bir soru, yeni bir menzil olarak çıkıyor. Maraş Özdenören’de uçsuz bucaksız bir keşfedilmemiş âlem konumundadır.”

Trakya’nın İncisi Keşan

Fahri Tuna, Edirne’nin Keşan ilçesini anlatıyor bu sayıda.

“Keşan’ın, Gazi Süleyman Paşa’nın Gelibolu’yu fethettiği 1354’ten hem sonraki yıllarda Türkleştiği, Müslümanlaştığı aşikâr. Buna hiç kuşku yok. Osmanlı döneminde, çok uzun yıllar, Gelibolu Vilayetinin bir nahiyesi olduğu da biliniyor.”

“Son bir yılda dokuz kez seyahat ettim Keşan’a. Her birinde üçer dörder gün kaldım. Kırka yakın insanla görüştüm, konuştum, ahbap oldum. 86 yaşındaki Keşan’ın Hızır Amcası Kadir Tunç’tan 19 yaşındaki girişimci Aşçı Tolunay Kaymaz’a, Belediye Başkanı Mustafa Helvacıoğlu’ndan daha yirmi beşindeki belediye çalışanı Canberk Turşucu’ya, Otel işletmecisi Nehir Bey’den Avukat Atacan kareşime. Yazarlık dersi verdiğim liselilerden Ceren, Nupelda, Sıla, Zeynep, Rümeysa, Delfin, İpek, Leyla, Mert Eren, Kayra’dan, yetişkinlerden Oya, Gizem, Çiğdem, Filiz, Remziye, Merve, Eyüp, Kamuran, Ramazan, Kudret ve Rıdvan’a…”

“Keşan, asırlık yeldeğirmenleriyle üretimin kalbidir palavranın değil, çoğaltmanın kentidir hayalin değil, cömertliğin başkentidir biriktirmenin değil. Altın kalpli insanlar kentidir Keşan. Tam da böyledir. Budur bunadır, buncadır.”

“Diyeyim size; on sene daha böyle koşsun, Trakya’da birinciliği garanti. Zira Keşan bir inci. İşlenebilirse. Yoluna böyle devam ederse. Edecektir. Etmelidir. Destanını yarım bırakma sakın Keşan.”

YORUM EKLE
YORUMLAR
Yaşar Akgül
Yaşar Akgül - 1 yıl Önce

Çok teşekkürler aziz kardeşim..kaleminize bereket..kelamınıza sağlık..selamlar..muhabbetler olsun..