Nizâmi Gencevî Türk Edebiyatı’nda
Azerbaycan bu yılı Nizami Gencevi yılı olarak kutluyor. Bizim ortak değerlerimizdendir Nizami Gencevi. Türk Edebiyatı Dergisi de bir dosya ile ortak paydamız olan bu ismin daha geniş kitlelere duyurulmasına katkı sağlamış oldu. Türk Edebiyatı, coğrafyası çok geniş bir dergi. Bu tür dosyalar, kardeşlik bağlarını güçlendirmeleri anlamında edebiyat tarihine düşülen bir not olarak gönüllere de işleniyor.
Dosyada yer alan yazılardan paylaşımlar yapacağım.
İsa Habibbeyli - Azerbaycan Edebiyatının Dünya Güzeli: Nizâmî Gencevî’nin “Yedi Güzeli”i
“Nizâmî Gencevî, Azerbaycan edebiyatının Kafkaslardaki doruk noktasıdır. Onun “Hamse”- si tıpkı Kobustan’daki kaya resimleri gibi, Azerbaycan edebiyatının sonsuza kadar silinmez şiir nakışlarıdır.”
“Nizâmî Gencevî’nin şiiri, Azerbaycan klâsik edebiyatının nadide incilerindendir. Nizâmî’nin ilginç ve ibret verici şiiri, lirik ve epik şiirin de klâsik numunelerindendir. Nizâmî Gencevî, Azerbaycan şiirinde, hikâyesi olan şiirlerin de yaratıcısıdır. “Gece gizlice bize sevgili yâr gelmiş idi.” mısrası Azerbaycan edebiyatında manzum hikâye tarzıyla yazılmış orijinal bir sanatkârlık örneğidir. Bu gazeli nesre çevirerek mükemmel bir kısa hikâye yaratmak mümkündür.”
“Büyük Azerbaycan şairi Nizâmî Gencevî’nin “Yedi Güzel” mesnevîsi aynı zamanda Azerbaycan edebiyatının ilk siyasetnamesidir. Bu eserde, yeni hükümdar olmuş Behram Gur’un ülkeyi yönetme siyaseti, dünya ülkeleri ile kurduğu münasebetler gibi meseleler eserin esas motifleridir. Şahlık tacını iki aslanın pençeleri arasından alarak tahta geçen Behram Gur karakterini yaratmakla Nizâmî Gencevî, feodalizm devrinde hüküm süren monarşi rejimini değil, akla ve kabiliyete göre devleti idare etme yetkinliğini kazanmak fikrini ileri sürmüştür.”
Zehra Allahverdiyeva - Nizâmî Gencevî’nin Hayatı Ve Dönemi Üzerine Araştırmalar
“Nizâmî Gencevî’nin hayatı ve edebî muhiti ile ilgili kaynaklar temelinde geniş kapsamlı araştırmalar yapmayı başaran bilim adamlarından biri de Yevgeny Eduardovich Bertels`dir. O, dört bölüm hâlinde Nizâmî’nin eserleriyle ilgili şerhler, önde gelen tarikat şeyhleri üzerine mecmua ve biyografik kaynaklar, tarihî kronikler ve edebî eserler üzerinden incelemeler yapmıştır. Y. E. Bertels, VII. yüzyılın ortalarından itibaren Kafkasya’da yayılmaya başlayan İslamiyetin tesiriyle oluşan Arap ve Fars edebiyatının genel tablosuna, Azerbaycan şiir okulunun Doğu şiir okulları arasındaki konumu ve rolüne, XI. yüzyıldan, Katran Tebrizi’den itibaren başlayarak, Azerbaycan şairlerinin eserlerinin temel özelliklerine, şiirlerin üslubuna ve diğer konuların benzerliğine dikkat çekmiştir.”
“Nizâmî’nin biyografisiyle ilgili bazı tahrifler bulunmaktadır ve bunlar çeşitli nedenlerle meydana gelmiştir; Nizâmî Gencevî ‘nin yaşadığı dönemden yaklaşık 5-6 asır sonra yazılan bazı tezkirelerde yanlış bilgiler verilmiş ve bu yanlış bilgiler Avrupa oryantalizminde de tahriflere yol açmıştır. Bu konuyla ilgilenen bazı İranlı araştırmacıların da bu konudaki “özel hizmetleri!” yadsınamaz. Ayrıca Sovyet rejiminin kapalı bir sistem olması ve burada Nizâmî Gencevî`yle ilgili XX. yüzyılda yapılan çalışmaların Avrupalı oryantalistlere ulaştırılamaması da bu tahriflerin devam etmesini sağlamıştır.”
“Nizâmî Gencevî`nin çağdaşı olan Azerbaycanlı şairlerin ve yazarların isimlerini çok nadir anması birçok araştırmacının kafasını karıştırmıştır. Bunun bir takım nedenleri vardı. Nizâmî’nin saraya gitmediği ve o dönemde Azerbaycan’ın önde gelen şairlerinin çoğunun ise Atabeylerin Gence ve Nahçıvan`daki saraylarında ya da Şirvanşahların Şamahı sarayında toplandığı bir gerçektir. Ancak saraya gitmese de Nizâmî bu edebî muhit ile iç içeydi.”
Tahmine Bedelova - Nizâmî Gencevî’nin “Mahzenü’l-Esrâr” Mesnevîsinde Tarihî Şahsiyetler
“Şâir, eserde Peygamber’in hayatıyla ilgili tarihî gerçeklerden de yararlanmış ve bu kutsal şahsın bireysel özelliklerini ortaya çıkarmak için bütün edebî yeteneğini kullanmaktan geri durmamıştır. Peygamber›imizin şahsiyeti “Hamse”de ayrıntılı bir şekilde işlendiği ve “Mahzenü’l-Esrar”da Hz. Peygamber’in miracı ve ona yazılmış naat bölümleriyle ilgili yeterli ve değerli bilimsel araştırmalar yapıldığından bunun üzerinde fazlaca durmaya gerek olmadığını belirtmem gerekir.”
“Nizâmî, Senaî’nin “Hadikatü’l Hakâyık” eserinin Gazne şehrinde hükümdara sunulduğunu ve şöhret bayrağını yükselttiğini; “Mahzenü’l-Esrâr”ın ise Rum-Bizans sultanı Behram Şah’a ithaf edildiğini dile getirir. Nizâmî, Senaî’nin sözlerinin altın değerinde olduğunu itiraf etse de “kendi altınının” daha yüksek ayarda olduğunu söylemekten de çekinmez. Hatta her iki mesnevînin hacmine de dikkat çeker:
Benimkinin mal ve yükü onunkinden az olsa da
İnce işim, ustalığım onunkinden iyidir”
Siracettin Hacı- Nizâmî Gencevî’nin “Yedi Güzel” Mesnevîsinde Devletçilik Prensiplerinin Tasviri Ve Teşviki
“Büyük Azerbaycan şâiri Nizâmî Gencevî’nin “Yedi Güzel” mesnevîsinin asıl adı “Behramname”dir. Nizâmî, mesnevîsinin hiçbir yerinde “Yedi Güzel” adına yer vermemiştir. Mesnevî orijinal metinde, “Behramname” – “Heft Kombend” (“Yedi Kubbe”, mecazi anlamda ise Yedi Sema, Yedi Gök, Yedi Dünya) olarak adlandırılır. Şâir daha sonra yazdığı “İskendernâme” mesnevîsinde “Heft Peyker” adını kullanmıştır.”
“Nizâmî, eserinin giriş kısmında mesnevîyi “Behram’ın Destanı” olarak vurgulamış, mesnevînin merkezine Behram’ı koymuştur. Yani bu eser, Behram Gur’un hayatını anlatan bir destandır. Behram Gur “Yedi Güzel”in baş kahramanıdır. Behram’ın Destanı’nın “başlangıç” bölümünü birkaç kısma ayırabiliriz. Nizâmî birinci bölümde “söz“ü, onun sahip olduğu değeri anlatır. Nizâ- mî’ye göre,“söz“ bir cevher olarak sırlarla dolu bir evdedir.”
“İskendername”, Nizâmî Gencevî’nin devletçilik anlayışının hayata geçirilmesiyle oluşacak devleti somutlaştıran mükemmel bir mesnevîdir. Bu eser ile birlikte Nizâmî’nin devletçiliğe ve adil bir hükümdara dair düşünceleri tamamlanmıştır.
Raşit Ulaş’la “Birçok Yolculuğun Tamamlanmamış Hikâyesi” Üzerine Söyleşi
Necati Tonga, Raşit Ulaş ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Söyleşinin merkezinde Ulaş’ın yeni kitabı var ama satır aralarında şairin şiir yolculuğuna da şahitlik ediyoruz.
“Henüz ilk şiir kitabım çıkmadan evvel şöyle kurgulamıştım: İzinden gideceğim üç büyük şair vardı. Türk şiirinin temelini oluşturduğunu düşündüğüm Yunus Emre, Karacaoğlan ve Köroğlu. İlk kitap Köroğlu izinden bir kitap oldu, Birçok Yolculuğun Tamamlanmamış Hikâyesi ise Karacaoğlan’ın izinden gitti. Hece ile yazılmış şiirleri artırmakla beraber, serbest şiirleri de hece duyuşuyla yazdım. Yirmi Birinci Asırda Bir Yörük Söylencesi, Düşük Çözünürlüklü Bir Fotoğrafın Şiiri, Alıç Ağacı ve Kırgınlık Üzerine Bazı Meseleler gibi şiirler aslında saf insan, sade insan olma arayışının şiirleri. Alelade meseleler, sıradan insanın dertleri… Hepimizin en önemli problemi insan olabilmek. İşte ben de bu şiirlerle sade insan olmanın yolunu aradım kendimce.”
“Gelenekle plastik bir ilişki kurmaktan ziyade organik bir ilişki kurmak gerekiyor. Bu da “Acaba gelenekle nasıl ilişki kursam?” diye çalışmakla olmaz. Türk şiirini bir bütün olarak algılayıp anladığınızda o sizi doğrudan kendi içine çekiyor ve gideceğiniz yönü size söylüyor. Gerisi ise ozanlık gücüne kalıyor.”
Kahramandan Antikahramana
Barış Berhem Acar, romanların kahramanlarını ve antikahramanlarını ele almış yazısında. Aslında görünmez gibi olan ama hayatın gidişatına yön veren antikahramanlar… Romanlarda karşımıza çıkan bu durumu Türk ve dünya edebiyatından örneklerle anlatıyor Acar.
“Antikahraman adından da anlaşılacağı üzere kahraman olmayandır. Hatta kahramanın özelliklerini bilinçli bir şekilde reddeden, onda olmayan özellikleri yansıtan bir anlatı kişisidir. Antikahraman, modernitenin sonucunda yaygınlık kazansa da kökleri Antik Yunan’a kadar uzanır. Ancak hâkim karakter hâline gelmesi moderniteyle olur.”
“Antikahraman, edebiyatın farklı dönemlerinde karşımıza çıksa da bugünkü manasıyla ilk kez, başkişi olarak kullanılan ve kendini antikahraman olarak tanımlayan ilk kahraman, Fyodor Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar (1864) adlı romanının kahramanıdır.8 Romanın adı, kahramanın yolculuğunun gökyüzünden yeraltına inişini anımsatması bakımından da dikkate değerdir. Burada antikahramanın kendini tanımlaması, antikahraman özelliklerini göstermesi ilk olarak tanımlanmasını sağlamıştır. Ancak tabiî ki antikahraman bir anda ortaya çıkmamış, klâsik kahramanın bir dizi dönüşüm geçirmesiyle teşekkül etmiştir. Dostoveyski’den önce bazı anlatı kişilerinin antikahramanın doğuşunu hazırladığını, bazı özellikleriyle antikahramanın şekillenmesini sağladıklarını söylemek mümkündür.”
“Birinci kuşak antikahraman, mitik dünyanın cevap bulmaya çalıştığı “Ben kimim, biz neyiz?” tarzı varoluşsal soruları soran ancak kendisine kadar bu sorulara verilen cevapları parantez içine alan, geçmişi ve geleceği birlikte yok sayarak tek başına bu sorularla mücadeleye girişen ama zihnindeki bu mücadeleden başarısızlıkla ayrılan kahramandır. Sorduğu soruların havada kalması antikahramanın kaderidir.”
Edebiyat Tarihçilerimiz ve Cumhuriyet Dönemi Şiiri
Edebiyat tarihçilerinin edebiyat dünyasındaki yeri, ortaya koydukları çalışmalar düşünülünce çok hassas bir noktada durmakta. Edebiyat tarihçilerinin bakış açıları bazen görünmesi gerekenin üzerini gölgeleyebiliyor. Bu da bazı değerlerin gözden kaçmasına sebep oluyor. Harun Ceylan, yazısında bu konuyu detaylandırıyor.
“Cumhuriyet’ten 1950’lere kadar, Türk şiirinde, geleneksel şiir anlayışını ve İslamî değerleri yadsıyan -ve hatta onlarla çatışan- tavra karşılık olarak, bu tarihten sonra gelenekçi-milliyetçi şairlerin, daha etkili edebî bir oluşum kurma teşebbüsleriyle yeni bir mecraya doğru ilerlemeye başladıkları görülür. O dönemin milliyetçi şairlerinde, Cumhuriyet döneminde eskiyi ret ve inkâr üzerine kurgulanan siyasî ortam ile birlikte, izlenen kültürel politikaların, şiirin muhtevasında ve dilinde yozlaşmaya sebep olduğuna dair bir inanç hâkimdir.”
“Birol Emil’e göre, Cumhuriyet devrindeki tenkit anlayışı ve tarih görüşü ‘inkâr ve dalâlet’ içinde ‘sakat çağdaşlık anlayışı’ ile ‘bizi seçkin bir zevkten, üstün bir asaletten, derin bir hassasiyetten ve büyük bir kültürden mahrum’ bırakmıştır.”
“Banarlı, Türk şiirinde serbest nazmın daha uzun yıllar hâkim olacağı görüşünde olmakla beraber, bu nazmın yanında millî ve ananevî değerlerin işlendiği, klâsik zevklerin terennüm edildiği şiirlerin de yaşaması ve yaşatılması gerektiği inancındadır. Bu tutum, Banarlı’nın ifadesiyle “millî romantizm”in bekası için elzemdir.”
“Mehmet Kaplan, Birol Emil ve Nihad Sami Banarlı’nın klâsik edebiyatın hâlihazıra taşınabilmesi adına güttükleri temennilerin, Cumhuriyet döneminde Yahya Kemal’den sonra gerçekleşmediği düşünülebilir. Yine de Yahya Kemal etkisiyle, neo-klâsizmi sürdürmeye çalışan şairlerimiz olduğu ve şairlerimizin millî zevkin yaşatılabilmesi adına klâsik biçimi veya zevki yansıtan şiirler kaleme almaya çalıştıkları da gözden kaçmamalıdır.”
Türk Edebiyatı’ndan Bir Hikâye
Hakan Kaya - Kaldır Başını Ve Göğe Bak
“Kaldır başını ve göğe bak. İki büklüm oturduğun o eşikte, eğilip kulağına fısıldayarak söylüyorum bunu. Kim olduğumu sakın ama sakın merak etme. İlla bir cevap dersen eğer, say ki senin paçalarından sızan herhangi bir günah ya da akmasına sebep olduğun birkaç damla gözyaşı, derim. Kurcalama işte, haydi, kaldır başını ve göğe bak. Kendin ve ötekilerinle yüzleş. Kire ve kibre bulanan öfkelerinle konuşmaya cesaret edip arınmaya bak. Önceleri, öncelerin öncesi ve öncelerin öncesinden önce de fısıldayıp durmuştum bunları sana ama sen, ey benim boynu bükük kalasıca, duydukları ve duyacakları içinde oyuklar açacasıca gaddar kahramanım, inatlarından en körü olan sağırlığına yahut içindeki o lânetli cazuya sığınıp beni hiç duymadın ya da duydun da duymamış gibi davrandın hep.”
“Biliyorum, sen yine de tüm iyi niyetli ihtimalleri kuşanıp şehrin kanlı sokaklarında ifritten çalınmış adımlarla dolaşacak ve kendini ulu yollardan devşirilmiş güller kadar saf belleyeceksin. Belleme, çünkü sen kendi günahlarının burgacında eriyip yok olacak ve belki de sonsuz bir boşlukta kaybolup gideceksin. Ama yine de hiçbir mavilikten ve hiçbir sadelikten mahrum kalmanı istemem, ey sevgili gaddar kahramanım. Yılarsın ya da bir gün hakikaten pişman olursun diye elimde kalem, önümde boş bir kâğıt bekliyorum ki bundandır: “Kaldır başını ve göğe bak!” deyişim, anla.”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Sözcüğe dökülemeyenin al basmış çığlığıyım
Nedense hep göze gelir dişe dokunmaz yanım
Kahkahalara duyarlı bir benin alışıldık zırhı
Tabutu elverişlinin ölçüsüz ıraksılığıyla kalakalırım
Karın tokluğuna bir yazı değil belki bu
Ama karnı sırtında da kaldırılabilir değil
Akledenlerin el verdiği hengam
Tımarhanedeki danışmadan farksız
Hünerli ellerle yıkılmanın ne demekliğinin
Uzmanlık dallarıyla kaim oluşu gibi
Sınırlarımdan taviz vermenin
Asırlık serüveni gizliyken omuzlarımda
Fazla açılma diye bir sesle irkilmek de var
Ve çekilmek anlaşılmayan doğal sınırlara
Salt azınlığın zafer çığlıklarıyla ilan etmek
Otuz iki farzca bellemek rakama takılmadan
Mustafa Kubur
dünyayı aldım ardıma ve yasladım sırtımı
yükü ağırdır böyle sırtında balçık taşıyanın
kanı çekildi sevgilerin tenha hüzünlerin
yol içinde yol başka içinde başka
ayak izimi saldım gelincik boşluğuna
hangi barbarı yakalasam sözümle mat
etmek bana mı düşer şairin dili çürümüşken
arayı açmışken hazır dünyayla yorulmuşken
Vahdettin Oktay Beyazlı
Yağmur sonrası yıkanmış havada
Kuş sesi...
Kuşun sesinde avcı,
Sesin sonunda kan var.
Ötesinde yıldırım düşen ağacın,
Öyle korkunç hâl almış ki görkemi
Ama dibine dökülen suda can var.
Akşın Yenisey
Bir Nokta 231. Sayı
“Alın terini yığa yığa” çalışıp çabalamak, yaptığı işin hakkını vermek ve alnının akı ile yürümek; her iş ve meslek sahibi gibi yazarın da edebiyat faaliyeti içinde bulunanların da amacı olmalı. Tüm varlık ve oluş çerçevesinin merkezine insanı oturtmuş, insanı da “kemâl” ölçüsünce değer odağına koymuş olan sanatçı, hakikatin bu en parlak ve mükemmel yansıtıcısı çevresinde döner durur. İnsan ve kendisi, insan ve hayat ırmaklarının kesiştiği yerdeki uğultuyu duyar ve duyurur. Alnı açık, yüzü ak bir insanlık için ilham ve ifhamdır yaptığı, bunu hesaplıyor olsun olmasın böyledir.
Mürsel Sönmez’in bu cümleleriyle 231. sayısına başlıyor Bir Nokta Dergisi. Eylül’e ve hüzne dair içli bir selam ile…
Tolstoy ve Said Nursi
Bu iki isim Mehmet Kurtoğlu’nun yazısında bir araya geldi. İki ismin ortak noktalarını yaptıkları çalışmalar, yaşantıları, mücadeleci kimlikleri bağlamında ele almış Kurtoğlu. Oldukça ilginç ve özgün detaylar var yazıda.
“Tolstoy okumaları yaparken dikkatimi çekti. Tolstoy’un Rusya’da yaptığını Said Nursi Türkiye’de yapmaya çalışmıştır. Her ikisi de büyük buhranlar geçirmiş, insan, dünya, tanrı üzerine kafa yormuştur. Her ikisi de yalnızca kendilerini değil, insanlığı kurtarmak için çırpınmıştır. Tolstoy Yasnaya Polyana’da 1828 yılında doğmuş, Said Nursi ise 1878 yılında Bitlis’in Nurs köyünde doğmuş. Tolstoy Said Nursi’den elli yaş büyük. Tolstoy 1910 yılında ölmüş, Said Nursi 1960. Biri Çarlık Rusya’sının, diğeri Osmanlı imparatorluğunun çocuğu.”
“Tolstoy da köylü Said Nursi de. Tolstoy’un hayatını sanatçı ve aziz diye ikiye ayırırlar. Said Nursi de hayatını ikiye ayırır: Eski Said, Yeni Said! Tolstoy kilise dışında, köyünde mektep kurup şakirt yetiştirmiş. Said Nursi Doğu’da medrese kurmak istemiş. Ancak bu amacına ulaşamayınca şehirlere gönderdiği talebeleri sayesinde bunu çözmüş. Tolstoy kilise tarafından aforoz edilmiş Said Nursi Saray tarafından akıl hastanesine gönderilmiş.”
“Bilindiği gibi Said Nursi, Risalelerinde İslam’ın yüceliğini anlatırken, dayanak olarak Avrupalı büyük adamların söz ve yazılarına göndermeler yapar. Tolstoy’da aynı şeyi Hıristiyanlığı daha doğrusu gerçek İsa’yı anlatmak için yapar.”
“Tolstoy çağını etkilemiş büyük bir yazar, Said Nursi ise Türkiye’de derin izler bırakmış büyük bir âlimdir. Tolstoy’un eserlerinde edebiyat ve derinlik zirvededir. Said Nursi’nin eserlerinde ise ilmîlik ağır basar. Dili Tolstoy gibi edebi değildir. Ancak her ikisi de derin izler bırakmış büyük adamlardır…”
Bir Nokta’dan Öyküler
Halit Yıldırım – Karlar Eriyince
“Baharın ilk günleriydi ve karlar eriyordu. Güneş, kıştan kalma beyazlıkları tuvalindeki yeşil renklerle değiştirme derdindeydi. Kaldırımların diplerinden mütemadiyen sular akıyor, çatıların kuzey taraflarında sallanan tek tük buz mızrakları da artık güneş ışıkları karşısında pes etmişler ancak teslim olmamak için intihar edercesine tutunduğu saçaklardan kendilerini aşağı bırakıyorlardı. Yine çatılardan kütleler halinde buzlaşmış kar tabakaları pat diye sokağın koynuna düşüveriyordu. Bu sebeple hemen hemen her binanın duvarında “Saçak altından geçmek tehlikelidir!” yazıları arzı endam ediyordu. Bu yüzden bu günlerde bu şehirde yolda yürürken önü, arkayı, sağı, solu bir de tepeyi kontrol etmek gerekiyordu.”
“Kışın soğuk ve çetin olması aslında dostlukları pekiştiriyor, kalpleri ısındırıyor, muhabbeti körüklüyordu. Nasıl mı? Uzun kış geceleri sohbetsiz, muhabbetsiz geçmiyordu bu bir. İkincisi yolda yürürken kayıp düşmemek için birisinin elinden tutmak, koluna girmek durumunda kalabiliyordu insan. Zira düştüğünüz zaman kolunuzun, bacağınızın, kafanız veya kaburgalarınızdan birkaç kemiğinizin kırılması an meselesiydi.”
“Cumhuriyet caddesine çıktığımızda karlar hâlâ eriyordu. Dilimiz tutulmuşçasına ağzımızı bıçak açmıyordu. Çatılardaki karlar ve buzlar çözülürken bazen canlardaki, yüreklerdeki dostluklar da çözülüyordu. İkimiz de çatılardan gönlümüze damlayan serin kar suları ile gönül defterimizdeki Ebru ismini silmekle meşguldük.”
Ezgi Fatma Açıkgöz- Nasip İşi
“Akşam saatlerine kadar güneşin altında çalışan Hüsamettin, kararmış alnını nasırlı parmaklarıyla sildi. Üstü başı terden sırılsıklam olmuş hâlde inşaat alanından ayrılmadan önce, o sırada orada kendisiyle birlikte çalışan arkadaşlarıyla vedalaştı. Karısı ve iki çocuğuyla birlikte yaşadığı gecekondu mahallesindeki kiralık küçük evinin yolunu tuttu.”
“İki gün sonrası için sözleştiler. Hüsamettin Bey’in haftalık izin gününde bu görüşmeyi yapması daha iyi olacaktı. Çalıştığı işten zorunlu bir durum olmadıkça izin almak istemiyordu. Boşu boşuna günlük yevmiyesinden de olmayacaktı böylece.”
“Müdür karşısındakine bir şeyler anlatmaya çalışarak: “Evet, Nasipsiz Bey. Ben de tanırım muhtarınızı. Bir ara şirketimizin inşaat işi için kısa süreliğine bizimle çalışmıştı. Sözüne güvenilir adamdır. Burhanettin Bey, Hüsamettin Nasipsiz adına bir form doldurarak bize teslim etmiş. Formdaki telefon numarasından ulaştık size. Epey uğraştık ama, neyse!” dedi sitemkâr bir ifadeyle.”
“Gün ikindiye yaklaşırken, müdürün odasından kahkahalar, çay bardaklarının içinde çınlayan kaşık sesleri geliyordu.
O gün, beyaz badanalı odada, iyiliklerle dolu iki kalbin buluşması yaşanıyordu besbelli...”
Engin K. Demir – Boş Duvar
“Ruhunu saran mutluluk yüzüne vurmuş; ateş, güneşin sardığı dünya gibi bütün vücudunu esir almış hâlde merdivenleri ikişer üçer çıkıyordu. Son kata geldiğinde kapıyı açmadan önce biraz soluklanmak ve nefesinin düzelmesini beklemek için durdu. Kapının ardından gelen sesle kuytu yere kaçtı.
- Tamam, şimdi çıkıyorum.
- Ben de heyecanlıyım.
- Bana aldığın hediyeyi söylemeyecek misin?”
“Yatağın hemen yanındaki komodin, üzerinde küçük bir abajur ve hemen yanında bir kitap. Mutlu aile tablosu çizmek için yeterli olabilirdi. Ama değildi. Bunu biliyordu. Gördükleri sadece, sadece bir yanılsama. Hem kendilerini hem de diğerlerini kandırmak için resmedilenden öte bir şey değildi. Buna bir son vermeliydi. Bu oyun bitmeli, son bulmalıydı. Artık maskeler kalkmalıydı. Örtüyü kaldırır gibi kaldırmalıydı. Yavaşça değil, birden. Birden çekip maskeyi düşürmeliydi.”
“Dış kapının açıldığını duydu. Topuk sesi duydu. Yavaş yavaş odaya doğru yaklaşan topuk sesi. Odanın kapısında duran topuk sesi. İnce parmakların açtığı kapının ardından eşinin şaşkın gözlerle odaya, sonra kendisine baktığını gördü. Yumuşacık söylenen “aşkım” sözünden sonra korku dolu sözlerle: - Süleyman, ne oluyor?”
Bir Nokta’dan Şiirler
karanlığın özünde kararlı bir bekleyiş
yaratılmadan ışık aşikar olmadan varlık
ne firari mahkum ne azatlık bir köle
sözkırım sonrası tüm kelimeler lakırdı
henüz rahim de döllenmedi bellek de
yaradılış müphem eğe kemiği kayıp
adlı adınca anılmayan kendinde varlık her “şey”
derin bir sükut yatağından beslenen ikrar
sese bürünmesi cümle ervahın
dil’e kolay, tanrı bildirdiğinde isimler
Hüseyin Karaca
Boş salıncak sallanıp durmada
Gidip gelen dalgaların rüzgârında
Oyun bitecek bir gün, rüyâ da.
Haydi beni tamamla
Adı konmamış denizlerinde sakla
Büyüt sonra, kavî kıl yangınına
Aşk tek bir hece evet, ol emri kadar
Tüm kaçışlar boşuna
Süleyman Çelik
Gülün derdiyle Bülbülün niyazını
Seher vaktinin uhrevi serinliğinde
Esenleyelim
Gülünü gül eyle de
Gülümse haydi diyelim.
Derdimin dermanı derdimdir
Gönül bahçemiz şad olsun diyelim.
Nurettin Durman
bizim zorbalığımız eve dönüş gibi heyecanlıdır,
en fazla kendimizi kötülerin kör gözüne sokarız
ebabillerin ağzında ateş,
musa’nın bağrından çıkarttığı beyaz el
isa’nın şekil verdiği kuş’uz
süsleme bilmeyiz,
ağır işçiliktir alnımızda filizlenen
oysa sizin uyanmaz gözleriniz kim bilir
hangi cehennemi hazırlıyor şimdi
Mahmut Avcı
sehl i mümteni ırmağı gibiydin
içten içe kıyılara çarpıp ağlayan
solgun gökyüzünde bir fener
ayın en güzel halini hatırlatan
şimdi bana bir orman lazım
ağaçları çelik yaprakları ipekten
bir aşk lazım bir aşk yani
göğün yırtılmayan yerinden
sonbahar hep yerinde kalsın
yolculuğun öteki adı olarak tekrarlanan
Kadir Ünal
Gökhan Akçiçek yazar çocuklara şiirler
küçük kalplere yansır mucizevi seyirler.
Güray Süngü şiirsel öykülerin ustası
ulaşır okuruna nahifliğin postası.
Gürbüz Deniz sevdirir felsefeyi okura
kutlu dağı önceler prim vermez çukura.
Hakan Arslanbenzer’in rüzgâr saklı cebinde
geçicidir öfkesi kin tutmaz kalbinde.
Hanefi İspirli’dir doğunun şiir beyi
yüreğiyle kuşatır kuzeyi ve güneyi.
İbrahim Eryiğit
Hicret
Ne kadar derin anlamları var hicretin. Sadece bir yerden bir yere gitmek değildir hicret. İçinde barındırdığı anlamlar ile İslam tarihinin milatları arasındadır. Maaile Dergisi, Şenay Şeker’in Hicret yazısı ile açıyor sayfalarını. Hicreti adım adım yaşıyoruz yazıyı okurken. Ayaklarımız kumda kalıyor adeta. Yanımızda kutlu yolcular. Öylesine içten kaleme alınmış, özenli bir yazı. Özellikle muhacir olma bağlamında önemli mesajlar var yazıda.
“İslam davası 1400 yıldır bedel ödeyen müminlerin ve bu yolda canını ortaya koyan mücahitlerin omuzlarında yükselmektedir. Bu bedeli en ağır şekilde ödeyenler ise ashab-ı kiram efendilerimizdir. Onlar cahiliye karanlığının en koyu olduğu bir dönemde ilk hicretlerini küfürden imana yönelerek gerçekleştirmişlerdir. Allah Resulü (S.A.V.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Gerçek muhacir, Allah'ın yasak kıldığı şeyleri terk edendir.”
“Hicret olayı gerçekleşene kadar Mekke’de zor bir dönem geçiren Müslümanlar tebliğ ve kulluk noktasında sonuna kadar mücadele etmişlerdir. Allah Resulü’ne (S.A.V.) en büyük desteği eşi Hz. Hatice validemiz ve amcası Ebu Talip vermiştir. Onların vefatıyla – ki “hüzün yılı” diye tabir edilir, yeryüzü artık kendisine dar gelmeye başlayan Allah Resulü (sav), bir teselli olarak, Rabbu’l Âlemin tarafından miraca yükseltilmiş ve o makamda kendisine birçok müjdeler verilmişti.”
“Bu öylesine kutlu bir yolculuktu ki, Resulullaha (S.A.V.) yoldaşı, sırdaşı, yar-ı gari Ebubekir (R.A.) eşlik ediyor, Ebubekir’in (R.A.) oğlu Abdullah her gün yanlarına uğrayarak Mekke’de olup bitenleri haber veriyor ve azatlı kölesi Amir ibniFüheyme de koyunlarını otlattıktan sonra onlara gece süt bırakıyordu. Aslında bir bakıma koruma görevini üstleniyordu. İman ehli herkes hicret olayında üzerine düşeni büyük bir sabır ve fedakârlıkla yerine getiriyordu.”
İyiliği Tüketme
Tüketiyoruz ve tükeniyoruz. Bazen farkında olarak bazen hiç fark etmeden oluyor her şey. Tüketim çağı diyerek elimizde ne varsa bir bir yitiriyoruz. İyilikleri bile…
Gülay Ayvazoğlu, tüketilen her şeye dikkat çekiyor yazısında. En çok da iyiliğe.
“Modern çağın insanları olarak yaşarken, hızlı tüketiyoruz her şeyi. Hızlı yaşarken de kendimizi geçmişe bağlayan ilmeklerden o kadar kolay sökülüyoruz. Sökülürken mutsuzlaşıyoruz. Sonra mutsuzluğumuza farklı isimler bulup, mutlu olmayı, mutlu olamayacağımız alanlarda arıyoruz. Kocaman şehirlerde kocaman siteler kuruyoruz mesela. Havuzlar koyuyoruz bu sitelere insanlar mutlu olsunlar diye. Ama kaçırıyoruz insanın fıtratının toprağı, doğayı, doğal olanı sevdiğini. İnsanları memleketlerinden koparıp, büyük şehirlere yığıyoruz mesela.”
“Yetiştiğini sandığın, elde ettiğini düşündüğün şeylerin seni mutlu edip etmediğine bak. Sahiden mutlu musun? Bu kadar tüketirken, tüketim toplumuna dönüşmüşken mutluluğu yakaladık mı? Yoksa hazcı bireyler yığınlarını mı oluşturuyoruz? Gözlemciler: “İnsan mutluluğu için önemli şeylerin yaklaşık yarısının hiçbir fiyatı olmadığını ve mağazalardan satın alınamayacağını ileri sürüyor. Eldeki nakitiniz ne olursa olsun, bir alışveriş merkezinde, sevgi ve dostluğu, aile hayatının zevklerini, sevdiklerinizle ilgilenmekten ve komşunuza yardım etmekten gelen tatmini, iyi yapılan bir işten elde edilen özsaygıyı, hepimizde ortak olan zanaatkârlık yeteneğini tatmin etmeyi, iş arkadaşları ve ilişki kurduğunuz diğer insanların takdir, sempati ve saygısını bulamazsınız.”
Afganistan
Afganistan dünya gündemindekini yerini koruyor. Algılar farklı çalışsa da bizden bir parça olan coğrafyada yaşananlar en çok bizi ilgilendiriyor. Türkiye’de, yaşananlar farklı yönlere çekilse de orada olup biten her şey insan merkezli. Nesrin Şenyüz Sayın, Afganistan’ı ele almış yazısında. Mutlaka okunması gereken uzun soluklu bir yazı. Ben bir bölümü buraya alıyorum. Devamı dergide.
“İslamiyet’in Afganistan’a ulaşması Halife Hz. Osman ve Muaviye devrinde başlamıştır. Araplar bu bölgede uzun süre kalmamalarına rağmen İslamiyet hızla yayıldı. Ancak Afganistan’da İslamiyet’in en parlak dönemine ulaşmak için 998 yılında kurulacak olan Gazneli Türk devletini beklememiz gerekir. Afganistan’da Gazneli Mahmut ve Gazneliler zamanında İslamiyet güç kazanmıştır.
Bir gönül eri ve ereni olan Mevlana Celaleddin, Belh şehrinde dünyaya gelmiş; bu topraklarda ilim, irfan, irşat faaliyetlerinde bulunduktan sonra Konya’ya göçmüştür. Yine lise kitaplarından rahatlıkla hatırlayacağımız divan edebiyatının ünlü ismi Ali Şir Nevai Afganistan’ın Herat şehrinde doğmuştur. Ecdadımız Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de İslam dini Afganistan’da mutlak hâkim durumdadır.”
Eğitim, Eğitim, Eğitim
Her işin başı eğitim. Diğer her şey ondan sonra gelir. Eğitim olursa sağlık, olur, din, olur iman olur. Eğitim olmazsa elimizde tutmamız gereken tüm değerler tek tek kaybolur gider. Maaile dergisi kapağına taşıdığı eğitim konusuna dikkat çekiyor bu sayıda. Dosyadan Nazile Şanal’ın yazısından paylaşım yapacağım.
“Hani biricik Peygamberimizin (S.A.V.), “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz, asla davamdan dönmem!” dediği dava bizim de davamız değil mi? Hani Hz. İbrahim’in ateşe atılma pahasına kırdığı putlar, ateşin gülistana döneceğini bilmeden… Bizim de putlarımız makam, mevki, rüşvet değil mi? Hz. Yusuf’un, Züleyha’ya rağmen zindanı tercih etmesi saraya çıkacağını bilmeden… Televizyonda, internette, sosyal medyada ve sokaktaki pejmürde Züleyha’larla aynı imtihan değil mi? Tercih hangi yönde? Şu kâinatı çepeçevre kuşatan Rabbimizin verdiği nimetler karşısında kulluğumuzu sorgulayarak yeniden tövbe kapılarını bir daha tuzaklara düşmemek üzere zorlamanın vakti geldi geçiyor. Kim bilir ki Allahtan başka, aldığımız nefesin son nefes olmayacağını?”
Türkiye
Bitmez sevdamızdır Türkiye. İçimizi aydınlatan bir ışık… Elbette Türkiye’den uzakta yaşayanlar için Türkiye’nin anlamı daha derindir. Safiye Gül’ün Türkiye İzlenimleri var dergide. Özlem yüklü, sevgi dolu bir yazı bu. Türkiye sevdasına yakışan türden.
“Tüylerimiz diken diken, boğazımız düğümleniyor, gülme ile ağlama arası bir duygu tutulması, her yıl gördüğümüzde, aynı duyguyu ailece yaşıyoruz, herkes birbirinden saklamaya çalışıyor, dolan gözlerini... Dalgalanan Türk bayrağımız karşılıyor bizi, önce bayrağımızı görüyoruz ardından kocaman bir “TÜRKİYE” yazısı.”
“Yolumuz edebiyatçı ve şairler memleketi Kahramanmaraş’tan geçiyor. Maraş-Göksun arası yolun bir kısmında tünellerden geçiyoruz. “Edebiyat Yolu’’ tabelasını görüyoruz, bir anlam veremiyoruz. Önümüze çıkan ilk tünelle durum anlaşılıyor ve çok mutlu oluyoruz. Bir tünelden çıkıp diğerine geçiyoruz. Her tünel girişinde “Yedi Güzel Adam’’ sırasıyla üstatları ile birlikte adeta resmigeçit yapıyor. Heyecanla sıradaki şairimiz kim diye tabelalarda gözümüz. İlk tünelin adı Necip Fazıl Kısakürek sırasıyla, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Mehmet Akif İnan, Alaaddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Abdurrahim Karakoç, Bahaettin Karakoç ve Âşık Mahzuni Şerif ile tüneller bitiyor. Yeni neslin tanıması adına da güzel bir uygulama olmuş. Yurt dışında doğup büyüyen ve bu isimlerin bir kısmına yabancı olan oğlumuza tek tek tanıtmak için de bir vesile oluyor.”
Küresel Isınma ve İklim Değişimi
Dünyayı bekleyen iki tehlikeden bahsediyor Hülya Taş. Bu tehlikeler gizli de ilerlemiyor. Gözümüzün içine bakarak, çığlık çığlığa dünyayı istila ediyor. Biz ne yapabiliriz sorusuna da cevap veriyor Hülya Taş.
“Bugün dünya aynı anda bir taraftan aşırı yağış, fırtına ve sel felaketiyle, diğer taraftan kavurucu sıcaklıklar nedeniyle günlerce süren orman yangınları ile mücadele etmektedir. Birçok araştırmacının, bilimsel sistem içinde yıllarca küresel ısınma temelli ortaya koyduğu raporların ciddiye alınmaması ya da politikacılar tarafından uygulama alanına taşınmaması, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunu dünyanın başlıca sorunu haline getirmiştir. Bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu gerçeklik, insanların gündelik yaşamına sirayet edene kadar pek dikkate alındığı söylenemez.”
“Dünyanın asıl dengesini sağlayan doğal süreç sera etkisi olarak adlandırılmaktadır. Atmosferde sera etkisini yapan gazlar; karbondioksit, metan, diazotoksit, ozon, karbonmonoksit, halokarbonlar ve su buharı sera etkisi yapan gazlar arasındadır. Atmosferin yüzde birini oluşturan bu gazlar doğal olarak atmosferde bulunurlar ve çok düşük seviyede olmalarına rağmen dünyadaki iklim sisteminin dengede devam edebilmesini sağlarlar. Bugün tartışılan küresel ısınma ve iklim değişikliği meselesi, bilhassa Sanayi Devrimi’nden sonra artan insani faaliyetler, teknolojik gelişmeler ve yüksek yaşam standartları nedeniyle atmosferde sera gazı etkisi yapan gazların artıyor olmasıdır.”
“Müslüman’ın emanet duyarlılığı ile sosyoekonomik ve politik boyutuyla birlikte ciddi çalışmalar gereklidir. Yaşanan doğal felaketler insanların doğal kaynaklara karşı dengeli ve ölçülü yaklaşmasıyla ancak engellenebilir. Doğal denge insani bozgunculuğu kabul etmez. Yıkmadan yapılan ve bütün doğal yaşamın kendi sistemi ve koşulları içinde kalabileceği Dünya, ancak yaşanabilir bir dünya olacaktır.”
Doğru Çocuk Kitabı Tercihi
Gözlük Dergisi 15-16. sayısı ile sonbahara ulaştı. Bir dijital dergiden çok fazlası diyebileceğim bir titizlik derginin her satırında. Görsellik, dergideki yazı ve şiirlerin seslendirilmesi bunlardan sadece ikisi. Edebiyatı önemseyen bir ekibin elinden çıktığı her halinden belli oluyor derginin.
Dergiden yapacağım ilk paylaşım Yunus Yeniçeri’ye ait “Doğru Çocuk Kitabı Tercihi Nasıl Olmalıdır?” yazısından olacak. Soru cevap şeklinde kaleme almış yazısını Yeniçeri. Konu önemli. Artık bir açık pazar olarak görülen çocuk kitapları, ehil olmayan ellerde hiçbir kurala riayet etmeden çocuklara sunulur oldu. Yazıdan birkaç bölümü buraya alıyorum.
“Çocukların düşünsel gelişiminin sağlıklı seyretmesi adına günümüzde karşılaştığımız herkes kitap okumayı olmazsa olmazların başında zikrederek muhakkak çocuklara kitap okuma alışkanlığının kazandırılmasını tavsiye ediyor. Eskiden veliler çocuklarına kitap okumayı telkin etmezken günümüzde tüm velilerin de bu kervana katılarak çocuklarına kitap okuma alışkanlığı kazandırmak adına sürekli telkinlerde bulunduğuna şahit oluyoruz. Çoğunlukla bu telkinlerin başarıya ulaşamadığını üzülerek duymaktayız. Teknoloji çağında elinden telefonu bırakmayan günümüz çocuklarına kitap okuma alışkanlığı kazandırmanın zor olduğunu ortaya çıkan sonuç bize açıkça gösteriyor.”
“Çocuklar okudukları kitapları hayal etmeyi ve onu zihninde canlandırmayı çok isterler. Bu süreçte okuduğu kitabı anlamlandırması ve hayal kurmaya yardımcı olması adına çocuk kitaplarına sıklıkla görsel içerik eklemeyi yayınlar tercih ederler. Çocuklarınıza kitap alırken muhakkak içerisinde resimlerin, karikatürlerin olduğu kitapları tercih etmelisiniz. Bu seçim çocuğunuzun kitap okurken sıkılmamasına ve okuduğu kitaba karşı bir yakınlık kurmasına vesile olacaktır.”
“Bir çocuk ilk önce kendi evinin odalarını mı bilmeli yoksa tanımadığı bir kimsenin evinin odalarını bilmeli? Bu soruya umarım hepiniz kendi evi demiştir. Bu örnekten hareketle de kendi kültürünü, değerlerini, içinde bulunduğu toplumun özelliklerini tanımadan bir çocuğun yabancı bir yazara ait bir kitabı okuması doğru bir yaklaşım değildir. Çocuğun sosyolojik gelişimine olumsuz bir etki yaparak içinde bulunduğu sosyal çevreyle olası bir çatışmayı tetikleyebilir. Çünkü her yazar içinde bulunduğu toplumu ve yaşam tarzını anlatmaktadır. Bir süre sonra çocuğunuz okuduğu kitaptaki bir söylemi ve hitap şeklini size yöneltebilir ve bizim için anormal olan bu durum okuduğu kitaplar aracılığıyla ona normal gelebilir. Bu nedenle çocuklarınıza ilk önce bu ülkenin yazarlarına ait çocuk kitapları okutmayı tercih ediniz.”
Türk Kültüründe Halk Oyunlarının Önemi
Halk oyunları Türk kültürünün günümüze kadar uzanan bir parçası. Yaşatılmaya çalışan kültürel bir öge olarak hayatımızda yer etmeye çalışıyor halk oyunları. Hürriyet Özat, halk oyunları üzerine kaleme aldığı yazısı ile Gözlük’te.
“Sosyologlara göre dansın amacı; toplumsal bütünlüğü korumak, birlikte güç toplamaktır. Mahmut Ragıp Gazimihal ise bir makalesinde halk oyunlarını şöyle tanımlamıştır: “Türlü duyguları topluca yaşamak ve bazı hadiseleri taklit etmek ihtiyacından doğup asırlar arasında bir görenek haline gelen halka oyunlarına halk oyunu diyebiliriz. Menşeleri çok eskilere dayanmakla beraber, eski asırların saray şenliklerinde de yapılmış olduğuna Topkapı Sarayı’ndaki nefis minyatürlerden biri delildir. Son kuvvetli bakiyeler bugün yalnız Anadolu’da vardır.”(2) Bu tanımların ışığında halk oyunlarının; geleneğe bağlı, sosyal işlevlere sahip, toplumun yaşam tarzının etkili olduğu sosyal olaylar olduğu söylenebilir.”
“Türk halk oyunları; sırasıyla Orta Asya, İslam, Anadolu, Batı (Avrupa) kültürlerinin etkisinde oluşmuş, sürerlilik ve değişim göstermiştir. Saydığımız kültürlere bakıldığında, halk oyunlarının daima toplumun karakteristik özelliklerine ayna tuttuğu görülmektedir.”
“Türk kültüründe halk oyunlarını etkileyen faktörlere; coğrafi koşullar, kültürlerarası etkileşimler, toplumun uğradığı sosyo-kültürel değişimler ve teknolojik gelişmeler eklenebilir. Türk halk oyunlarının inceleneceği bir diğer başlık: Cumhuriyet sonrası Türk halk oyunlarıdır. Cumhuriyetten sonra halk oyunları alanındaki gelişmelerde, folkloru konu alan kurumların halk oyunları çalışmaları ile halk oyunları yarışmalarının oyunlara etkisi öne çıkmaktadır.”
Senin Adın Yok
Yaşam ver ölüm arasındaki derin çizginin izini sürüyor Ayşenur Yalçın. Birden kaybolmak ve adının bile unutulacak olması an meselesi. Düşülen tarih sadece bir kayıt. Mezarlıklar kayıt tutmaya devam ediyor.
“Nerede olduğumu söylemenin, hayat için bir şey ifade ettiğini düşünmüyorum artık. Belki karanlık bir yerdeyim belki de huzurlu. Sessiziğin bir tül gibi üzerine serildiği şehrin bu mahallinde tek yaptığım şey gözlerimi olanca genişliği ile açmak ve uyanık kalmaya çalışmak. Gelenlerin bile gürültüsünü eşikte bırakarak adım attığı bu toprak, dilini yüreğinde yanan derde bulaştırmaktan imtina edenlerle gözünde akıtılmayı bekleyen içli bir yaşı taşıyanlara mukabele ediyor sadece. Herkes cümlesinin sonunu getirecek olan gökyüzündeki asılı noktasına en çok burada bakıyor. Mavi göğün altında sıra sıra öbeklenmiş taşların içinde, yaşamak sevdası mendil arasına sarılıp usulca cebe iliştiriliyor.”
“Olanca genişliği ile gözlerimi açık tutmam ve uyanık kalmam gerek. Olur ki birisi geldiğinde, gözlerini bana çevirdiğinde, bakışını sese dönüştürüp üzerimde yazanı söylediğinde böylece pek çok şeyin açıklığa kavuşacağını ümit ettiğim o demlerde uyanık olup öğrenmem gerek. Başının ucuna konulduğum şu cansız bedenin birileri tarafından sevilip sevilmediğini, birilerinin aklına yahut kalbine dokunup dokunmadığını; hadi bütün bunları bir kenara bırakalım şimdi cansız yatmakta olan bu bedenin bir zamanlar gerçekten yaşayıp yaşamadığını bilmem gerek. Evet, ben bir mezar taşıyım namıdiğer şâhideyim.”
Gözlük’ten Öyküler
Serpil Tuncer – Aziz Niye Güldü
“Fırtınaydı, bahçeydi, denizdi derken kapının zili çalıvermişti. Seni hizmetçimiz karşılamıştı. Yüzünü ilk defa görünce yabancı sanmış olmalı ki, ‘Buyurun beyefendi, kime bakmıştınız?’ diye sormuştu. Sen de, ’Gazetedeki ilan için geldim.’ demiştin. Bense antredeydim o vakit. Sesini duyunca birden heyecanlanmıştım. İçeriye girdiğinde hizmetçimiz paltonu aldı. Atkını ve şapkanı da… Salon, kış mevsimine göre hayli sıcaktı. Terlemeye başlamıştın. Beni karşında görünce gözlerinde beliren kendimi gördüm. O zaman anladım bana vurulduğunu. İlk görüşte aşka inanmazdım oysa. Hele bu yaştan sonra…”
“Oysa o hayattayken böyle değildi Aziz. Ben, gündüzleri evle, çocuklarla, hasta kaynanamla ilgilenirdim ve akşam eşim eve geldiğinde bambaşka bir kadın olarak yeniden doğardım. O huysuz, çıtkırıldım kadın gider, yerine kıyı boyunca yürüyüp sabahlara kadar şarkılar söylemek isteyen çılgın bir kadın geliverirdi. Nasıl o hȃle dönüşürdüm hâlâ anlayabilmiş değilim. O öldü kurtuldu bunca işten güçten ama ben, işleri devam ettirmek zorunda kaldım. Hepsini devredebilir ve kalan günlerimi eskisi gibi çocuklarımla baş başa geçirebilirdim.”
“Gülüyordu Aziz. Katıla katıla gülüyordu. Ucu bucağı olmayan evrene dağılan kahkahaları, sohbetin amacından uzaklaştığına şahitlik ederken nerede hata yaptığını düşünmeden edemiyordu. Bekletmeye aldığı birkaç düşüncesi daha vardı. Gözünün önüne hayalini getirmeye çalıştığı cennetin ütopik bir ada ya da buna benzer farazi bir düşüncenin ayak seslerinden başka bir şey olamayacağını itiraf edemese de dile getiremiyordu. Sonra kendi düşüncelerini de komik bulunca, adamakıllı bırakıverdi kahkahalarını.”
Nihan Özebeoğlu- Mehmet Nedim'in İtirafnamesi
“Çarşamba’ya olan muhabbetime burada son verip Leyla’ya olan muhabbetimi anlatmak niyetim. Malum, muhatap olmak istenen, kadın ya da adam hiç fark etmez, oralı olmayınca ya da gönülsüz olunca, dağ taş olur muhatap. Bazen de benimki gibi dede yadigarı kara daktilo. Rengi kara olsun dert değil, bendeniz gibi bahtı kara olmasın yeter. Adı da var daktilomun. “Recep Sezai” diye sesleniyorum kendine. Menşei icabı ecnebi olsa da kendi lisanımla seslene seslene sevdirdim vatan toprağını. Recep Sezai de ben gibi Üsküdar sevdalısı anlayacağınız. Zaten bir kez görüp, havasını koklayıp da meftun olmayan mı var Can’ım semtime?”
“Ellerimin titremesi durunca yazmaya başladım yine. Recep Sezai olmasa ne yapar- mışım meğer? Kara haberi alınca kararmak, kara işlere koyulmak kolaydır insanoğlu için. Ben otuz dört yaşındaki Kozluca Edebiyat Öğretmeni Mehmet Nedim, zor olanı seçiyorum. Sevdiğimi azat edip, sevdiğine uğurluyorum. Bundan sonraki gecelerle gündüzler için de aciz nefsime bol bol sabır diliyorum. Bir ihtimal asabiye doktoruna müracaat ederim. Öte yandan “Kalpleri evirip çeviren yalnız Allah’tır.” derdi Necmiye ninem. Dediği ayet-i kerime ile mutlak. Hem benim gönül hanem de evrilir çevrilir belki.”
Fatma Türk Toksoy - Ya Yakalanırsan!
“12 Eylül darbesi sonrası bir fakültenin en üst katında, tuvaletlerin hemen yanında bulunan bir sınıftan kahkahalar yükse-liyordu. Bu kahkahalara içeri henüz giren Serpil’inkiler de eklendi. Çünkü Ayşe her zamanki gibi muzipleşmiş, sınıfa her giren de bundan nasibini alıyordu. Bir kaç dakika sonra yine kapı açıldı. Bu defa gelen Handan’dı. Ancak o sınıfa girer girmez kahkahalar birdenbire dondu. Herkes öcü görmüş gibi bakıyordu. İlk tepki Ayşe’den geldi. Azarlayan bir ses tonuyla, kontrolsüzce bağırdı: -
Handan! Aman Allah’ım Handan niçin geldin? Üff! Konuşmayı şaşırttın bana, yani kontroldeki jandarmayı nasıl atlattın? Seni görmediler mi?”
“En öndeki askere “yakala” emrini veren subay, yanındakilerle beraber-önünü kesmek için- gerisin geri merdivenleri inmeye başladı. Handan olanlardan bihaber koşuyordu. Pardösünün etekleri gibi sağa sola savruluyordu.
Öğrenciler sağa sola kaçışarak; koridorun kenarlarına yapışırcasına dizilip, ona yolu açtılar. Bir kapana kısılmıştı, ama özgürce koşuyordu.
Öyle koşuyordu ki beynindeki düşünceler ayaklarına yetişemedi.”
“Kulakları uğulduyor, gözleri görmüyordu. Yüreği tir tir titriyordu… Sabrı tükenen albay tekrar gürledi: -Bak açmazsan başını, tutuklatırım seni! Jandarmaya işaret ettiğini gören Handan’ın elleri örtüsünün iğnesine uzandı…”
Gözlük’ten Şiirler
İlkbaharda filizlenir dal büyür,
Goncaları gelin eder gül büyür,
İçimde incecik bir melâl büyür,
Resimdeki çocukluğum büyümez.
Bayram sevinciyle süslenir bazen,
Yorgun anılara yaslanır bazen,
Uzaklardan annem seslenir bazen,
İsimdeki çocukluğum büyümez.
Bestami Yazgan
Kıyam ederler dağlar
Nahifsin sen üstünde
Karlar suyla donarken
Ağlar mısın kardelen…
Başın eğik haya da
Boynun bükük ve mazlum
Pak bir dil ile gelsem
Bakar mısın kardelen
Sana güneş getirsem
Yaşar mısın kardelen
Nilüfer Zontul Aktaş
Yol kapanır, bir eve başlarken mimar
Düşer küçük bir çocuk tarihten kayıp
Ağaç yakalar, eli kandan görünmez
Sobanın arkasında saklanır korkup
Yol açılır yeniden gülümser ağaç
Virgül bahşeder nokta keser cümlemi
Küflü yapıtlar ufak bir sarsıntıda
Korkarım alacaklı, kor yüreğimden
Hisler sarmalayıp hiç görgüsüzlüğü
Bıraktığımız neyse, ardımızda yük
Atıp ağırlığını kalın enseden
Umutla gülümsüyor ilk kez yeniden
Hicret vaktidir şimdi, dönüş olacak
Yenilenmiş olarak bir şehrin kalbi
Taşıyacak yeniden sevdiklerini
Halime Erva Kılıç
Hatırı kalacak şekilde bir azap sun bana,
Anason kokulu düşler armağan ediyorum,
Kibrit tutuştu, sandığı kapat ve beni yak,
Hayat çelmesini taktı Vlasyeva,
Sevdim, sevdim ama...
Yaşamak bize göre değil,
Tedavülden kalktı...
Buse Çiğil
Kıymetli yorumlarınız için çok teşekkür ederiz Mustafa Hoca'm. Dergi kültürünü yaşatmak için göstermiş olduğunuz gayret takdire şayan.