Futbolun büyüsü var mı?
Ihlamur dergisinin 82. sayısı Eylül’e yakışan bir renkle çıktı. “Dedim ya… Eylüldü. / Savruluşu bundandı kimsesizliğimin”
Nadir Aşçı futbol yazılarına devam ediyor. Liglerin başladığı, futbol heyecanının her yerde hissedilmeye başlandığı bu günlerde futbolun büyüsünü anlatıyor Aşçı.
“Futbolun büyüsü diye bir şeye inanılır. Eğer böyle bir şey varsa, bu söz konusu büyüyü yapacak olan kişi bizzat futbolcunun kendisidir. Ne kulüp başkanı ne federasyon başkanı ne taraftar…
Bir büyü var mı peki?
Varsa bile, bizim bildiğimiz anlamda bir büyü, bir simya, bir efsun değil elbette. Saha içine gömülen kurbağa bacakları; kalecilerin gol yememesi, ileri uç oyuncularının gol atması için başlarından aşağıya dökülen kurşunlar bu noktada ıskartaya çıkıyor. Seksenli yıllarda kurşun döktüren, fal baktıran futbolculara sık rastlanırdı Türk futbolunda.
Büyü dediğimiz şey, futbolculardan neşet eden, bizler için muazzam bir seyir zevki veren, zaman zaman akıl dolu paslar ile zaman zaman akrobatik hareketlerle, zaman zaman ince ayar bir performans ile gün yüzüne çıkan herhangi bir güzellikten ibaret. Fakat bütün bu saydığımız hususların, günümüz endüstri futbolunda bir yerinin kalmadığını biliyoruz artık. Tamamen güce dayanan, tekniğin hiçbir öneminin kalmadığı bir endüstriyel futbol… Çok güzel röveşata yapabilen, topu ayağına mıknatıs varmış gibi yapıştırabilen değil, ister kısa mesafede ister uzun mesafede çok iyi koşabilen, çabuk dönebilen, kolay yıkılmayan güçlü oyuncuların el üstünde tutulduğu ultra modern bir oyun artık futbol. Dolayısıyla Eduardo Galeano’nun yıllar önce söylediği şu sözler etrafında dönüyor her şey: “Bu, günümüzün en kârlı gösterilerinden biri ve artık oynanması için değil, oynanmasının engellenmesi için düzenleniyor. Profesyonel sporun teknokratları, futbolu sırf sürate ve güce dayalı, mutluluğa boş vermiş, fantezinin gelişmediği, cüretin yasaklandığı bir spor dalı haline getirdiler.”
“Dünya üzerindeki bütün maçlarda gol ortalamasının gittikçe düşmesi ya da golsüz biten maçlarda her geçen yıl bir artış olması, bu şirket bütünlüğünün iktiza ettiği bir gerçeklik. Yazının başında bahsettiğimiz o büyüyü içinde barındıran oyun zevki, seyir zevki dediğimiz şey, bu şirket dengelerini gözetmek durumunda kalan teknik adamların da teşvikiyle ortadan kalktı. Hep daha çok atmak üzerine değil hiç yememek üzerine kurulan bu sistemde, sol kanatta durmadan bir ileri bir geri giden şirket çalışanı olan futbolcuya yıldız oyuncu deniyor artık.
Futbolun patronları golü arttırmak için geri pası yasaklamak, galibiyete 2 değil 3 puan vermek gibi değişikliklere gitmiş olsalar da gol çoğalmıyor. Bu şirket bütünlüğü bozulmadan çoğalacağı da yok.”
Sürgündeki sevda
Naci Yengin, Mim Kemal Öke’nin Sürgündeki Sevda adlı kitabından hareketle sürgünlük kavramını ve özellikle Mondros Ateşkes Antlaşması ile Malta’ya sürgüne gönderilen aydınların yaşadıkları acıları, sancıları anlatıyor.
“İnsan sevdalanacaksa böyle sevdalanmalı” diye düşünmeden edemiyor insan kitabın sayfalarını çevirirken. Hayıflanma, iç geçirme, kızma, isyan duyguların kabarması… cümlelerle hemhal olma! Hepsi mümkün romanın okuyucusu için. Ancak hele bir de tarihin önemli kesitlerinden bir dönem olan “Malta Sürgünleri”nin içinde bulunduğu ruh halini düşünecek olursanız kitabı okurken düşündüğümüz her cümle az bile kalır yaşanan gerçekliğin yanında!”
“Malta’ya İngilizler tarafından sürgün edilen şahsiyetler arasında yakından tanıdığımız devlet adamları kadar Milli Mücadeleye, modern Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasına hizmet eden çok değerli mütefekkirlerimiz de vardır. Bunların başında Ziya Gökalp gelir. Gökalp’in “Malta Mektupları” sayesinde kısmen de olsa haberdar olduğumuz gerçekler Bilal N. Şimşir tarafından “Malta Sürgünü” adıyla detaylı bir çalışmayla kitaplaştırılmıştır.”
“Osmanlı Sadrazamlarından Sait Halim Paşa, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Eşref Sencer Kuşçubaşı, VI. Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis Paşa, Şeyhülislam Hayri Efendi, Çöl Kahramanı Fahrettin Paşa, Milli Kongre Cemiyeti Kurucusu Mehmet Esat Paşa, eski İçişleri Bakanı Fethi Okyar, Enver Paşa’nın Babası Hacı Ahmet Paşa, Gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın, Gazeteci Ahmet Emin Yalman, Yunus Nadi… ve daha niceleri. Malta Adasında yaşanan hayatı anlatan kitaplar, belgeseller ve filmlerimiz nerede?”
Abdullah Mollaoğlu olay yerinden bildiriyor
Abdullah Mollaoğlu’nun Ihlamur dergisindeki öykülerini severek okuyorum. Kurgusu oldukça kuvvetli, betimlemeleri doğal bu öykülerin. Polisiye öyküler kitabı bekleyebiliriz artık Mollaoğlu’ndan. “Yazıcı” adlı öyküsü de keyifle okunacak bir öykü.
“Karakolun önünde duran nöbetçi polise, içeri girip komiserle görüşmek istediğimi söyledim. Nöbetçi polis önce beni baştan ayağa süzdü; sonra sert bir sesle konunun ne olduğunu sordu. Gelir gelmez komiserle görüşmek istediğimi söylediğimden kendisini kâle almadığımı düşünmüş olmalıydı. Roman ve hikâye yazarı olduğumu söyledim. Edebiyat dergilerinde birkaç hikâyemin yayımlanmasına rağmen halihazırda kitap sahibi olmadığımı, son zamanlarda konu sıkıntısı çektiğimi, karakolların olay yönünden çok bereketli yerler olduğunu düşündüğümü, bu yüzden zaman zaman karakola gelerek buradaki olaylar hakkında bilgi ve görgü sahibi olmak istediğimi de ifade ettim. Beni dinlerken iki kaşının gittikçe birbirine yaklaştığını fark ediyordum. Sonra başını sokağa çevirdi ve komiserin meşgul olduğunu, bu yüzden onunla ancak ertesi gün görüşebileceğimi mırıldandı. Sanki bir başkasıyla konuşuyormuş gibiydi.”
“Onunla karşılaşmayı ve bir polisin mesai sonrasında gidebileceği yerleri yeniden saymasını istiyordum. Böylesi bir sahne, içinde bulunduğum dramatik durum için estetik bir final olabilirdi. Derken filozof polisi buldum. Kavgaya karışanlardan birine hararetli şekilde bir şey anlatmaktaydı. Karşısındaki ise laf anlamaz birine benziyordu. Filozof polisin adamı sakinleştirmek ve kavganın tekrar çıkmasını önlemek istediği belliydi. Bu haliyle benimle ilgilenemezdi. Bunun üzerine benimle son olarak ilgilenecek kişiye doğru olan yürüyüşüme kaldığım yerden devam ettim. Başkomiserin odasının önüne gelince ise durdum. Konuşurken rahat olmak için azıcık nefeslenecektim. Sonra orta parmağımı büküp öne çıkararak kapı çalma pozisyonuna geçtim. Ancak tam da o esnada kapının aralık olduğunu fark ettim. Başımı uzattım ve aralıktan içeriye baktım.”
Mekânın sahibi geri geldi
Âsi dergisi 3. sayısına ulaştı. Bu sayıda da asiliğinden ödün vermeden çıkacağının sinyallerini veriyor dergi. İlkelere bağlı kalmak önemli. İlk karşı hamlede geri adım atarak zorlu yolları aşmak kolay değil. Sıradanlıktan kurtulan, özü sözü bir edebiyat yapmak istiyor Âsi. Gidişat üzerine yazmış Fatih Budak. Âsi’nin yola çıkış hikâyesi ve serencamını anlatıyor.
“Yeni bir edebiyat dergisi çıkarmaya niyet etmemizin temel nedenlerinden birisi de Türkiye’deki edebiyat dünyasından ve dergicilik anlayışından gelen kötü kokulardı esasında; bir nevi kokuşmuşluk yani. Bu durumun sağcısı, solcusu, ilericisi, gericisi, Türkü, Kürdü, nobranı, faşisti, İslamcısı, Kemalist’i, az satanı, çok satanı filan da yoktu üstelik. Kokuşmuşluk, her mekânı sarmıştı. Kendince çok satan dergilerden tutun da yine kendince kalburüstü edebiyat yapmaya çalışan sözde üstatların yazdığı dergilere varana kadar, her yerde bir aymazlık, her yerde bir çetecilik, bir ‚ben yaptım oldu‛culuk hâkimdi. Bir de Ankara lisanıyla, ‚yeni yetme bebeler‛ türemişti üstelik meydanlarda. Bu türeyiş, kendi mecrasında, doğal bir durumdu aslında. Lakin bu bebelere öyle yüz verilmişti ki yan yana iki cümle kuran ya da iki aforizmik kelimeyi alt alta dizen; şairim diye indi meydanlara da kabul de gördü bu abuk sabukluklar, halk nazarında.”
“Edebiyat dergiciliği yapmak, hayata dokunmadan ve toplum ruhundan uzaklaşarak; salt şiir, öykü, deneme yazmak ve yayımlamak değildir bizim nazarımızda. Ya da kendi çevremizi piyasaya tanıtabilmek ve orada tutundurabilmek adına yaptığımız bir pazarlama karması da değil, bir edebiyat dergisi çıkarmak. Esasında, yukarıda bahsetmiş olduğum bütün bu aymazlıkların karşısında durarak iniyoruz meydanlara. Aşkla, bilinçle, kuşanmışlıkla kuşatıcı kelimelerimizi ve doldurarak kalemimizi kalbimizden damlalarla; ‚önce insan‛ diyoruz. Ve ekliyoruz ardı sıra: Çünkü insan olmanın sanatı din üstüdür. Yüzyıllardır süregelen kültürel yozlaşma da bizi ilgilendiriyor bu noktada; Türkiye’de son bir yıl içerisinde gelen ve vatandaşın cebini yakmaya devam eden acımasız zamlar da. Yedi yaşındaki bir çocuğun, kitaplardan nefret edip tablet müptelası olması da bizi ilgilendiriyor; kan davası yüzünden 27 yerinden bıçaklanıp katledilen 20 yaşındaki bir gencin can çekişmesini seyreden polisin vurdumduymazlığı da. Hâsıl-ı kelâm, halktan ve Haktan nasiplenmemiş kelimelere ve cümlelere isyan ederek ve bu minvalde edebiyatın ne olduğunu ve nasıl yapılması gerektiğini bilerek; yürüyüşüne başladı Âsî.”
“Ve son olarak diyoruz ki bunca yıldır sustuğumuz yeter. Söyleyin onlara; bilsinler: Mekânın sahibi geri geldi..! Bebeleri pistten alalım..!”
Velev ki…
Reşit Güngör Kalkan, son yıllarda gündemi gereksiz bir şekilde meşgul eden bir ahlaksızlık gösterisine dikkat çekiyor. Her renge bulanarak bütün inançları alt üst eden ahlaksızların buldukları dayanaklarla neler yapabileceklerine, nelere sebep olabileceklerine şahit oluyoruz.
Çok önemli ve değerli tespitleri var Reşit Güngör Kalkan’ın. Bu konulara böylesine yetkin kalemlerin değinmesinde fayda var. Çünkü görmezden gelerek hiçbir pisliğin üstünü örtemeyiz.
“İnsanlık namına hayırhah tutumu çerçeveleyen düşüncelere hınç besleyenlere hınç beslediysem şükürler olsun derim. Dahası, şükürler olsun ki, arşiv müptelası olduğum yıllardan mütevellit, mahut basının eşraflılarından sayılan kadim adların altına birer okkalı tükürük savurmuşluğum da vardır. Kayda kuyda gerek yok; nasıl olsa hiç silinmez kaydı tutanlar omuzlarda dururken her anın hesabını kıyamete saklayanlara minnet borçluyuz bittabi.”
“Vakta ki Lût nebinin sülbünden berî iş bu gürûhun sokaklar, caddeler boyu pankartlara, afişlere çıkan ifşa faaliyetleri içimizde kızgın, harlanmış bir ocak kurmuşsa şayet, evvelemirde ‘öldürmeyeceksin’ emri fermanına sadakatimiz de gözlem altında tutulmalıdır. Ne ki, soy soylayan, boy boylayan necip Türk milleti adına, modernizmin dayattığı ve sinir harbi arasında cereyan eden bu ters psikoloji, Freud’u dahi mezarında ters dönderir, söylemiş olayım. ‘Velev ki ibneyiz’den ‘Onur yürüyüşü’ne evrilen ve standardı altüst eden ibnelik, bedensel işlevinin yanında zihinsel katmanlarıyla da gözümüze gözümüze sokuluyor. Elbet zihinsel ibneliğin ağababası Makyavel ise de, papirüs devrinden günümüze, toplum dinamiklerine ağır tahribat veren malum ideolojiler de en az şehveti ters yüz edenler kadar ibnelik mahsulüdürler!”
‘Velev ki ibneyiz’, ‘benim bedenim benim kararım’, ‘sevişirim evlenmem, hamile kalırım doğurmam’ felsefesini bütün absürtlüğüne rağmen bu topluma dayatanları bekleyen tek gerçek vardır: Sabır. İbnelikle sabır arasında bocalayanları, sabırlı bir ibne yapmaya azmetmiş olanlar, onları akılcı bir çizgiye çekecek hamlenin rağmına muhalif öfkenin kılıçtan geçmese bile iki yüzü de aynı keskinlikte bir utançtan geçtiği gerçeğini bıkmadan haykırmaları gerekmektedir. Kulampara nesli hızlı adımlarla ilerliyor!..
Tayyip Atmaca’dan Eylül yazısı
Tayyip Atmaca da Âsi’de. Bir eylül yazısı ile katılmış dergiye Atmaca. Mevsimlik göndermeler dergileri diri tutuyor. Yerinde bir yazı olmuş bu.
“Bizim gördüğümüz bu eylül değil, üzerinden yarım ömür eskidi, kanımızda deli taylar koşarken, ya kızıl elmanın peşine düştük, ya orak çekice kulluk eyledik, komünistler Moskova’ya gitmedi, mao lenin enver hoca ve che, peşi sıra sürükledi herkesi, arkasında devrim oldu iran’da, sonra ressam konan çıktı ortaya, sorgusuz sualsiz darağacında, sallandırıverdi göğekinleri.
Bizim gördüğümüz bu eylül değil, ağaçların yaprakları yeşilken, birden bire soldu benizlerimiz, damarlarımızda kan donuverdi, asker yolda tuttuğunu götürdü, peşi sıra gidenler de suçlandı, ama kimse bilemedi suçunu, hak nerde aranır hakkı kim tutar, bilebilen bilgisini yitirdi, kimse korkusunu taşıyamadı, devlet derinlere daldı çıkmadı, gömdük kitapları toprak altına.”
Murat Soyak İle söyleşi
Semil Özel, Âsi dergisi için şair-yazar Murat Soyak ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
“Şiir ve düzyazı esasında birbirini tamamlıyor. Bazı dönemlerde şiirin ön plana geçtiği oluyor. Duygu, düşünce dünyamda şiir dağ, tepe, ırmak, dere, uçurum gibi; düzyazı ise bir ova misali. Şiirden düzyazıya, düzyazıdan şiire yaptığım yolculuklar verimli olmuştur. Yalnız, şiirin başka bir edebî türü kabullenmesi zor. Şiir daima müstakil, daima bir başına olmak ister.”
“Edebiyat dergileri, yazma çabasında olanlar için bir yurt, bir mektep vazifesi görür. Edebiyat dergileri, bu anlamda kıymet kazanıyor. Edebiyat dergilerini lise yıllarımda takip etmeye başlamıştım. O dönemde Varlık, Türk Edebiyatı, Gösteri, Adam Sanat, Milliyet Sanat isimli edebiyat, kültür ve sanat dergilerini ilgiyle okuyordum. Edebiyat-sanat sevgisinin gelişmesinde dergilerin katkısı büyüktür. Uzun bir zaman edebiyat dergilerinin okuyucusu oldum. O dönemde yazdığım şiirler, hikâyeler defterlerimde kaldı. Bir çekimserlik hali vardı evet. Zaman içinde okuma-yazma çabasının da tesiriyle yeni kapılar açıldı. 1995 senesinde ilk defa bir şiirim edebiyat-sanat dergisinde yayımlandı. Benim için tarifsiz bir sevinçti bu.”
“Yaşadıkça okuma-yazma uğraşı, çabası devam edecek. Bekir Oğuzbaşaran hocanın söylediği gibi "bir yaşama biçimi edebiyat". Hayata, insanlara edebiyatın penceresinden bakmak, geçici bir heves olarak değil de bir hayat tarzı, bir üslup olarak şekilleniyor. İnsan var oldukça edebiyat da var olacaktır.”
“Çağın insanı uzun metinler okumaktan kaçıyor gibi. Mesela günümüzde Balzac'ın yazdığı romanlar eskisi kadar okunmuyor. Balzac, romanında güzün sararmış bir yaprağın yere düşüşünü yaptığı tasvirler ile sayfalarca anlatıyor. Artık günümüz okuyucusunun böylesine bir tasvire, anlatıma tahammülü yok.”
Almanya treni kalkıyor gardan
Almanya ve gurbet kavramları yan yana gelince benim dilime hemen Ferdi Tayfur’un bu şarkısı takılır. Feyza Özbaşaran’ın Âsi’deki yazısını da bu şarkıyı mırıldanarak okudum. Buram buram gurbet kokan bir yazı.
“Almanya’da yabancı, Türkiye’de Almancı< İnsanlar değişmedikçe (düşünmedikçe) bu söylemler değişmeyecek. Nerede olursan ol; senden değişmeni, onlara uymanı, onlara benzemeni isteyecekler. Her ne kadar bunu yapabilsen de özündeki sen, yine onları rahatsız edecek; her fırsatta bunu sana hatırlatmayı iple çekecekler. Bir süre sonra vazgeçeceksin uymaktan. Bu sefer de senin sen olmandan şikâyet edecekler. Senin onlara benzemeyen özünün, uluslararası bir öksüzlüğü olacak. Ama sen kimsin ki?”
“Çünkü biz insanlar, ait olmak isteriz. Fakat seçmeli miyiz? Bir seçim mi yapmalıyız; doğup büyüdüğümüz topraklarla, atalarımızın ve özümüzün vatanı arasında? Ortak nokta insanlık, ortak nokta Dünya… Benim uyruğum; insan, yurdum; Dünya, evim; sevdiğim insan olamaz mı?
Ben bu yazıyı; Almanya’da yabancı, Türkiye’de Almancı olmayan bir insan olarak yazıyorum. Toprağını unutmadan yeşerip büyüyen ağaca selâm… Gökyüzünü unutmadan kök salıp büyüyen ağaca selâm... Kök salıp yeşermen dileğiyle…”
Âsi’den şiirler
Tavuklara yer kalmadı kümeste
Anlamadık; tavuk kimin, kuş kimin?
Putumuzu besler olduk kafeste
Anlamadık; gövde kimin, baş kimin?
Hovardalar her gün kadeh tokuştu
Bürokratlar rantlarıyla bakıştı
Saygı, hürmet, zenginlere yakıştı
Anlamadık; ekmek kimin, aş kimin?
Ali Rıza Kaşıkçı
Suskunluk bir şamardır dilimdeki sözlere
Zıtlıkları dokurken yaşamanın ilmeği
Her şeyi ölçer gider bir bozulmuş endaze
Bir muratsız bestedir şarkıların dileği
Mehmet Baş
lirik ikindiler çizdim, bir yerde durdum
ve akşama birden feda ettim kendimi
koştum, suyla konuştum mesela
endişeli bir yüzle topladım kuşları kanatlarından
ya da yağmura aldanıp başlattım hicretleri
Bayram Zıvalı
Bir vatan ki kapısız, penceresiz evlerden
Bayrağını sallamak fukaraya kalmıştır
Hasan Fahri Tan
Kabiliyetlerimizi nasıl keşfedelim?
Makas dergisi 9. Sayısına İsmet Özel’in yer aldığı bir kapakla çıktı. Yedi Güzel Adam’dan sonra İsmet Özel isabetli bir isim olmuş. Özel üzerine yazılar var dergide. Sabri Akgönül, Waldo ve Henry üzerinden İsmet Özel ve Türkiye okuması yapıyor.
“Dünyaya gelmek, bir saldırıya uğramaktır.” Kendi masalını (Waldo Sen Neden Burada Değilsin?) anlatmaya bu Heideggerci cümle ile başlıyor şair. Heideggerci kökene sahip birçok yargıyı (“düşünmek”, “inziva”, “insan oluş”, “sahicilik”, hatta –neden saklayalım ki– “şiir” hakkındaki sınanması imkânsız önermeler) ve Alman İdealizminin kavramlarını retorik amaçlar mucibince oluşturulan bir jargon kullanarak devam ediyor tahkiyesine. Kendi masalını anlatmaya başladığında okuruna bir şey vaat ediyor İsmet Özel: “Ben, burada kendi masalımı yıkmaya çabalayacağım. […] Masal yıkılmalı ve gerçek, egemen olmalıdır” (vurgu bana ait). Sonda söylenmesi gerekeni en başta söyleyerek şairle ilk aykırılığımı belirgin kılmama izin verin: Kendi masalını yıkma niyetiyle yola çıkan şair, yolun ortalarında masalına sıkı sıkı tutunuyor ve sonlara doğru masalını bir nevi tütsülüyor. Ne o eriyor muradına, ne de biz çıkıyoruz kerevetine! Peki, vurgulama albenisi zerk ettiğim gerçek’e ne mi oluyor? Masalın ılıman şiirselliği gerçek’i galebe çalar; gerçek ilişkileri anlamak artık bir mesele olmaktan çıkar, bütün çaba kavramları diyalektik olarak dengelemeye hasredilir.”
İdris Kartal da İsmet Özel’in Taşları Yemek Yasak kitabı üzerine yazmış.
“İsmet Özel, bu eserinde sağlam bir Batı tenkidi yapıyor ve Batı’nın bile isteye filozoflardan medet umduğunu söylüyor. Çünkü filozoflar ilahi kaynaklardan beslenmezler. Bir Müslüman, Müslüman gibi yaşamayı ve kendisine yüklenmiş olan vazifeleri yerine getirmeyi başarsa da henüz diğer Müslümanların sorumluluklarını üstlenmede eksiktir. Çok çeşitlilik arz etmeyen bahaneleri arasında en öne çıkanı buna gücünün yetmeyeceğidir. Şüphesiz bu kaçış, çağın önümüze koyduğu ve en çabuk kabullenilecek bahanedir. Bu kaçış, vazifeyi başkalarına yıkmakla nihayete erer.”
“İsmet Özel, Müslümanı konumlandırırken “bunun ne sağcılıkla ne de solculukla açıklanabileceğini” söylüyor. Hegel’in bir sözünden hareketle kendisini konumlandırmış Batı medeniyetinin biraz da kendi iç meselesi olarak gördüğü “köşe kapmaca”nın Müslümanın üzerine vazife olmadığını vurguluyor. Onun önerdiği üçüncü yol; kendi siyasi atmosferinde bir çıkış yolu olarak ortaya çıkmış, Aliya İzzetbegoviç’in şahsıyla özdeşleşmiş bir yoldur, aynı zamanda. Bu, iki fikir birbirinden ne kadar etkilenmiştir, hangisi önce telaffuz edilmiştir, bunun pek bir önemi yoktur. Yazar, Müslümanın yolunu tarif ederken “mevcut sisteme entegre mi olunacak yoksa Müslüman olarak mı kalınacak” sorunsalını karşımıza çıkarıyor. Bir zarûret olarak yürüyen sistemin parçası olmayı fakat bu parça olma işlevinden kurtulmayı ve bu vazifeyi reddetmeyi hedef haline getiriyor. Bunu da “Islâm’ın hiçbir sistemle uzlaşma noktasında bir mecburiyetinin olmaması”yla açıklıyor. Çünkü İslâm, insanoğlunu Allah’ın bir lütfu olarak kendi fikriyâtıyla ve düşünce sistemiyle en doğruya götürecek yoldur.”
“Taşları Yemek Yasak”; pek çok bakış açısının yanlışlığına vurgu yapan ve doğru yolu gösteren bir kitap. “Bu kitabın yazılma sebebi ve motivasyonu nedir?” diye düşündüğümüzde hâlâ aşamadığımız sorunlar çıkıyor, karşımıza. Taşları yemek yasak da biz bunun böyle olduğunu, bilmiyor muyuz? Kitapta geçen ifadeyle “Günümüzde insan, taş yemekten çok daha büyük tahribat yapan işlerle meşgul.” İnsanın ihtiyacı olmayan şeyler ya da ihtiyacından fazla olan her şey hatta merhamet, şefkât, tevâzu da yeri geldiğinde taş kesilir. Bilgi de öyle. “Sana yaramıyorsa bırak, başkasına yarasın” diyor, yazar. Kitap, bütün cepheleriyle Müslümanı doğru yere konumlandırma amacı güdüyor. İlk düğme yanlış iliklenirse her şeyin ters gideceği ve gömleğin giyilemez olacağını, söylüyor. Müslüman da yanlış yerde konumlanır ve yanlış yerde durursa yanlışlar içinde olmaya devam edecek ve mensubiyetine uygun olamayacaktır.
İsmail Kılıçarslan’a sorular
Hacer Yeğin Makas’ta İsmail Kılıçarslan ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Altını çizdiğim satırları paylaşıyorum.
“Şiir çok ciddi bir yoğunlaşma gerektiren, sizi parçalayan, yoran, yoğuran bir şeydir. İşin başında gençken, enerjikken, kavga edebilecek gücünüz varken şiir yazmak; sert ve delikanlıca bir şey idi. Hikâyeyi de şiir bozdurarak yazmaya Hacer YEĞİN 47 başladım. Bunu şöyle tarif edebiliriz: Yoğunlaştığınızda şiir yazabilecek bir koridor buluyorsunuz ama o yoğunlaşmayı o zaman diliminde yakalayamadığınız için o şiiri, öykü olarak bozduruyorsunuz. Benim “Kara Dursun” eserim, uzunca bir Ankara şiirleri dosyası olarak planlanmışken bir “Ankara söylenceleri öykü kitabı” olarak yayınlandı.
Şiirin ontolojik ve varoluşsal olması, insanın bütünüyle; kendisiyle, dünya algısıyla, dünyayı yorumlama biçimiyle mümkün oluyor olması, bizâtihi bizâtihi onu yorucu hâle getiriyor. Oysa anlatmak, kendinden hareketle duygu ortaklığı yakalamak çok daha kolay bir şey gibi geliyor bana. Bazen arkadaşlara, “Öykümü okudunuz, beğendiniz, teşekkür ederim ama ben bunun bir de şiirini yazsaydım çok güzel olacaktı.” diyorum. O bakımdan öykü; benim açımdan işin kolayına kaçmak olarak değerlendirilebilir. Şu da bir gerçek ki yazabilsem sürekli şiir yazmak isterim.”
“Ben, İstanbul’a 1993’te geldim. Bir yıl sonra çok ilginç bir karşılaşmalar silsilesiyle Ömer Lekesiz abiyle karşılaştım ve kendimi Kaknüs Dergisi’nin yayın toplantısında buldum. Henüz 18 yaşında, araba sürme ehliyetimin bile olmadığı bir dönemde; büyük bir heyecan yaşadım. Beni İskender Pala’ya yazı istemeye gönderdiler. O dönemde kendisi askerdi ve ben kapısını çalıp: “Bize yazı vermeniz lazım çünkü biz, iyi bir edebiyat dergisiyiz.” dedim. Bana bir çay ısmarladı ve sonra gönderdi. Benim açımdan herhangi bir basılı yerde ürünümün yayınlanacak olması çok önemliydi.
İkinci heyecanımı; Hece Dergisi’nin ilk sayısının 84. sayfasında yayınlanan şiirim sayesinde yaşadım. Korkum şu ki genç arkadaşlarda gözlemlediğim kadarıyla benim o dönemlerde yaşadığım heyecanlara benzer heyecanlar yaşanmıyor. Çünkü seçenek çok fazla, bir dergide çıkmasa bir diğerinde çıkıyor ; hiçbirinde olmasa blog sitesi açıyor ve kendi yayınlıyor. Ancak meselenin aslı öyle yakalanamıyor; bu, bir ortam işi, birlikte hareket edebilme kabiliyetidir. O arkadaşların benimkine benzer heyecanlar yaşamasını çok arzu ederdim.”
“Çok tuhaf gelecek ancak kişisel olarak hayatta sahip olduğum en önemli şey; (ailemi, kızımı, dostlarımı dışarda tutarsak) bağımsızlığımdır. Kimsenin adamı olmamak, kimseye de adamlık taslamamak, kendi bağımsızlığını müdafaa etmek üzere kurulu bir hayat felsefem var. Görebildiğim kadarıyla kendi bağımsızlığına düşkün olmayan kimseden, pek bir şey olmuyor. Kendi bağımsızlığınız; gündeminizi kendinize mahsus hâle getiriyor ve nasıl düşünmeniz konusunda size bir hareket alanı açıyor. Dolayısıyla gençlerimize bu yolda özellikle fikir özgürlüklerini korumalarını öneririm.”
Yazı makinesi Ahmet Rasim
Suavi Kemal Yazgıç Makas’ta Ahmet Rasim’in yazı serüveni üzerine yazmış. Hangi şartlarda yazdığı, neden çok yazdığı sorularının cevabı Yazgıç’ın yazısında yer alıyor.
“Ahmet Rasim’in kitaplarının isimlerini bir liste halinde sunmak bile bizi, bu yazının sınırlarını zorlayacak bir sonuca götürür. Ahmet Rasim’in velud bir yazar olmasının arka planında elbette ekonomik sorunlar var. Yazmaktan başka maişeti olmayan biri; Ahmet Rasim. Kariyerinin ilk demlerinde kısa süren memurluğu ve hayatının son demlerindeki milletvekilliği dışında sürekli yazmış. Yazmak zorunda kalmış. Posta ve telgraf memuru babası sık sık tayin olur, gittiği yerden bir hanımla evlenip tekrar tayin olunca da eşini terk edermiş. Ahmet Rasim’in annesi ile de İstanbul’a tayin olunca evlenmiş ve Tekirdağ’a tayini çıkınca da evi bir daha dönmemek üzere terk etmiş. Ahmet Rasim’in annesi ona hem analık hem de babalık yapmış. Kendisi Darüşşafaka’da okumuş. Her ne kadar babadan yana bahtsız bir insan olsa da Ahmet Rasim, hocaları konusunda son derece kısmetli bir hayat sürmüş. Yazıdaki hocasının Ahmet Mithat Efendi, musikideki hocasının ise Mehmet Zekai Dede olduğunu söylersek bu kısmetin büyüklüğü daha net anlaşılabilir.”
“Yazmadığı konu ve alan yok Ahmet Rasim’in. Roman, hâtıra, fıkra, tarih, ders kitabı, mektup… Savaş muhabirliği bile yapar. Balkan Savaşı’nda Edirne’ye, Birinci Dünya Savaşı’nda da Romanya ve Suriye’ye gider. Bir yanıyla ansiklopedisttir, bir diğer yanıyla ironist. Yaşadığı dönemin kamplaşmalarının dışında kalmak için özel bir çaba sarf eder. Çünkü halka hitap etmek zorundadır ve hocası Ahmet Mithat Efendi gibi bir yanıyla da “informatik” yazılar kaleme almalıdır. Doğrudan öğretme kaygısıyla pek çok ilmi yazı ve tercüme eser verir bu sebeple. Kadınlarla ilgili konularda yazarken Leyla Feride müstearını kullanan Ahmet Rasim’in ders kitapları haricinde telif ve tercüme eserlerinin sayısı 140’a ulaşır.”
Kabiliyet önemli
Dergiden yapacağım son paylaşım; Savaş Ş. Barçkin’e ait. Kabiliyetler üzerine kaleme alınmış değerli bir yazı bu.
“Biz doğduğumuz andan itibaren kendimizi arıyoruz ve aslında Yaratıcımıza ulaşmaya çabalıyoruz. İlk andan itibaren gerçekten ne aradığımızı bilirsek kendimizi bulmada kolay yolu tercih etmiş oluruz. Çünkü her şeyde Allah Teâlâ’nın eserini, izini, kudretini, gücünü, kudretini görmeye başladığımız zaman kendimizi göreceğimiz aynalar netleşir. Allah’ın yarattığı her şey esasen insan için birer aynadır. Eşya tabiatıyla insana kendini gösteriyor. Kendini görebilen Rabbi’ni de görebilir.
İnsanın kendindeki kabiliyetleri keşfetme meselesi de böyledir. Öncelikle sevdiğinize dikkat edeceksiniz: “Ben neyi seviyorum? Neyi yapmaktan çok hoşlanıyorum?” bu soruyu soracaksınız.”
“Öte yandan bir insana bir kabiliyet nasip olmuşsa onu asla rahat bırakmaz. Kabiliyet kendini aşkla gösterir. Zaten aşk olmadan da meşk olmaz. İlgimizi tayin ettiğimiz işlerde; düşünce, tarih, müzik, görsel sanatlar, spor; neye istidadımız varsa onun ilmini almamız gerekir. Bu, o alanın neresinde bulunmamız gerektiğinin tasnifini yapar. Mesela müzikteki kabiliyetimizin derecesi ve içeriği; bir kısmımızı besteci, bir kısmımızı hem besteci hem icracı, bir kısmımızı ise iyi birer dinleyici yapar. Hak ölçüye uyduğu müddetçe hepsi güzeldir. Kendimizi klişelere hapsetmeden ve yeise düşmeden Allah’ın bize ikram ettiği kabiliyetlerin farkına varalım. Hak ölçüsü nisbetinde hakkını verelim. Güzel günler görelim, vesselâm…”