Geçtiğimiz haftanın benim açımdan en önemi gündemlerinden biri Yeşilay Cemiyeti Başkanı Prof.Dr.İhsan Karaman'ın medyaya serzenişi idi.
Uyuşturucu operasyonu ile ilgili olarak sanatçıların gözaltına alınma haberlerinin özendirici bir şekilde verilmesini eleştiriyordu Prof. Karaman.
Medya uyuşturucu haberlerinden, tecavüzcü haberlerine kadar her türlü olumsuz davranışı her vesile servis ediyor. Bir zamanlar bizi ayakta tutan 'kötüyü ortaya getirmeyin muhakkak alıcısı çıkar' anlayışı yerle yeksan olmuş; Allah'ın günü ne kadar kötü olduğumuzu dünya âleme ispat etme derdine düşmüş vaziyetteyiz.
Her şeye takla attıran sosyal medya, Prof.Dr.İhsan Karaman'ın bu eleştirisini çok sıradan bir şey gibi algıladı. Oysa konu çok mühim. Neden mühim?
1-Medyanın olumsuz haberleri özendirici bir dil ile servis etmesi.
2-Bu servisi elinize sağlık diyerek kabul etmemiz.
3-Kötü haber servisini kanıksamış olarak iyi haberleri hiç algılayamaz hale düşmemiz.
Herkes medyayı eleştiriyor.
Hepimiz medyanın gidişatından mustaribiz.
Ama bu defa çuvaldızı kendimize batıralım. Kötü haberleri tüketme, kötü haberlere meyletme katsayımız ile yüzleşelim hele.
İlk yüzleşmeyi de buradan yapalım. Bu sütunun daimi okuyucularından şu sorulara cevap vermesini istiyorum:
Geçtiğimiz Cuma günü 20 gencin Viyana'dan kalkarak Bulgaristan'ın köylerine vasıl olmasını, oradaki çocuklara hediye götürüşlerini anlatmış, sonra da bu hizmeti kendi kelimelerinden okumanız için sizinle dunyabizim.com linkini paylaşmıştım. Zannetmiştim ki, siz de benim kadar heyecanlanır, gençlerin gölgesinin düştüğü dünyadan ümitvar olarak ben ne yapabilirim, bana düşen mesuliyet nedir diye heyecanlanırsınız.
Heyhat. Hiç oralı olmamışsınız.
Anladım ki beni heyecanlandıran şeyler sizi heyecanlandırmıyor.
Ben bu gençlerin bir ay boyunca banyosu bile olmayan yıkık dökük evlerde kalarak; kimliğinde Müslüman yazan, ama İslam'a dair ufacık bilgisi olmayan çocuklar, kadınlar için seferber oluşunda bir destan ritmi ararken; sizin gözünüz yozlaşma hikâyelerine takılı kalmış.
Size Ortaköy'de bir mekânda sahur eden, iftar edenlerin linkini verseydim bir koşu giderdiniz. Ultra modern birkaç tesettürlü kadın resmi görseydiniz bir köşe yazısı eşliğinde... Anında sosyal medyada paylaşırdınız. Sonra bir sürü eleştiri cümlesi kurardınız. Cık cık da cık cık derdiniz.
Efendimiz ne buyuruyor arkadaşlar! 'Kişi sevdiği ile beraber'. Kimi anıyorsanız, kimi dilinize doluyorsanız siz de ondan ibaretsiniz işte. Yozlaşma hikâyelerine bu kadar dikkat kesilip de, hizmet hikâyelerine bigâne kalışınızı nasıl açıklamamı bekliyordunuz ki!
- II -
Türkiye gündemi iyiliğin hikâyesine, hidayetin hikâyesine kulağını kapatmış durumda. Kim kimi ifşa edecek, kimin yüzünden maskesi düşecek ahalinin beklentisi bu.
Oysa bir zamanlar sadece hizmet ehlinin hikâyesini paylaşırdık. Allah'ın hidayeti devam ediyor. Duymayan bizim kulağımız, görmeyen bizim gözümüz.
Ramazan-ı Şerif'i Bulgaristan'ın köylerinde geçirmiş Yasir Bey'in izlenimlerine buyurun lütfen:
'Plevne'den Niğbolu'ya doğru yolda Lütfi abiye sordum; Abi nasıl tanıştın din ile? Başladı anlatmaya.
Yasir dedi ben eskiden dinle uzaktan yakından alakası olmayan biri idim. Bize göre Türk olmak Müslüman olmak anlamına geliyordu, hiçbir ibadeti yapmıyordum.
Eskiden mafyanın yanında çalışırdım; haraç keser, hırsızlık yapar, adam döverdim. Aklına gelebilecek her türlü haram vardı. Bir gün dedemin ısrarını kırmayarak cuma namazına gittim ve hocanın vaazda anlattığı şeylerin hepsini sanki bana söylüyormuşçasına üstüme alındım ve kendimden utandım. Namazdan çıktıktan sonra zaten ben günahkârım affım yok deyip devam ettim hayatıma. Aradan bir kaç cuma daha geçtikten sonra tekrar bir cumaya gideyim dedim. Hutbede hoca her şeyin affı vardır sen yeter ki af dile dedi ve benim için her şey o zaman değişti! Af diledim, yolumu değiştirdim, her şeyi bıraktım.
Sen İslam'ı babanla beraber tanıdın değil mi? O namaza gidiyordu Kur'an okuyordu öyle tanıştın. Ama ben babamdan alkol içmeyi, amcamdan kumar oynamayı, kuzenimden hırsızlık yapmayı öğrendim. Türkiye'de Müslüman olmak kolay, gel de burada ol.
O hutbeden sonra her şeyden elimi ayağımı çektim, buradaki imam-hatip lisesine gittim ve beni alın dedim. Yaşımdan dolayı olmaz dediler; ısrar ettim, kabul ettiler en sonunda. Orada her şeyi öğrendim. Hocalarım beni çok seviyordu çünkü çok kitap okuyordum. Hocalarım beni Türkiye'ye yolladı eğitimimi tamamlayıp buraya döndüm. Burada hocalık yapmaya başladım ama bu işi para ile yapmak istemiyordum bu beni rahatsız ediyordu; dini neden para ile anlatayım neden para ile namaz kıldırayım bunun yanlış olduğunu savunmuyorum, ama beni rahatsız ediyordu. Daha sonra karşıma bir imkân çıktı ve müftü sekreterliği yapıyorum. Sadece sekreterlik için para alıyorum ve ayrıca Plevne Camii'nde hocayım hocalıktan para almıyorum önerdiler ama ben kabul etmedim ve gayet memnunum hayatımdan.'
- III -
Soru şu: İbret bahsi için gözümüz kulağımız nerede takılı kalıyor?
Fatma K. Barbarosoğlu, Yeni Şafak gazetesi, 12 Ağustos 2013
Harun Doyran ç-alıntıladı