Keşan’da bir ziyaretle başlayan yolculuğumuzu Çanakkale’ye kadar uzatma kararı alınca bir yüz km daha fazladan yapmayı göze alarak yola revan olduk. Tabi öncesinde pek bilinmeyen Keşan’dan bahsedeyim biraz.

Keşan’la ilgili o güne kadar zihnimde çağrışım yapan tek şey Keşanlı Ali destanı idi. Bununla ilgili hiçbir şey bulamadığımı önceden söyleyeyim. Küçük ve fazla gelişmemiş bir yerleşim yeri Keşan. Ama çok yakındaki sınır kapısı İpsala’dan ötürü bir memurlar kasabası gibi ve otomatik olarak kiralar şaşırtıcı şekilde yüksek. Burada Veziriazam Hersekzade Ahmet Paşa tarafından 1511’de yapılan aynı adlı minik şirin camiyi ziyaret ediyoruz. Ardından yolculuğa aç aç çıkılmaz düsturunca ( :) ) karın doyurma faaliyetine girişiyoruz. Yöresel bir tat olan satır etle yapılan köfteyi, tarihî olmayan ama kesinlikle çok şirin dizayn edilmiş bir iç bahçede yiyoruz. Duvarları öylesine ustalıkla ev görünümüne sokmuşlar ki, “kiralık mı bunlar” esprisi ile garsonla beraber eşimi neredeyse gerçek ev olduğuna inandıracağız.

Fotoğrafları büyütmek için

üzerlerini tıklayınız

İlk durağımız Bolayır. Rumeli fatihi Süleyman Paşa’nın mezarını ziyaret ediyoruz. Aynı zamanda vatan şairi Namık Kemal de burda yatıyor. Yüksekçe bir tepe üzerinde manzaralı bir yer. Osmanlı tarihine meraklı olmama rağmen açıkçası Süleyman Paşa’yı hiç bilmediğimi farkettim. Gelibolu yarımadası, Selanik ve Trakya’daki birçok yeri alarak fetihten fetihe koşması beni etkiliyor. Atından düşerek ölmese belki padişahlar silsilesi farklı bir koldan gelecek denli başarılara imza atmış biri. Kadere iman tazeliyor insan, Orhan Gazi’nin oğlu olan Süleyman Paşa’nın ölümü ile, o değil de I. Murad Han geçiyor başa. Dikkatimi çeken başka bir şey de kültürümüzdeki at sevgisi ve ata olan düşkünlük.  Süleyman Paşa, lalası ve üzerinden düşerek vefat ettiği atı ile yan yana yatıyor huzurlu türbesinde. Fatihamızı okuyup yola çıkıyoruz.

Yedi sene dağlarda, sahralarda inziva hayatı yaşamış

Çanakkale’ye vardığımızda durağımız çok bilinen yerlerden biri olan Kilitbahir köyü. Klasik Çanakkale gezilerinden biri değil niyetimiz. Ama bu gezilerde de mutlaka uğranılan bir yer burası. Gerçekten gayet güzel restore edilen tabyalar mutlaka gezilmeli. Ayrıca burası gene efsaneleşmiş Seyid Onbaşı’nın da mekânı. Daha önce buraları gezdiğimizden biz farklı keşiflere çıkıyoruz. Burada asıl ziyaret edeceğimiz yer Halveti Uşşaki tarikatı büyüklerinden Talib İrşadi Baba diye bilinen zatın türbesinin olduğu tekke. Asıl adı Ahmed Efendi olan hazretin isminin hikâyesi çok hoş. 1839 yılında medresede ilim tahsiliyle meşgul iken Uşşâkiyye’den Ömer Hulûsî ve Hüseyin Hakkî efendilerle karşılaşmış. Ömer Efendi, “tâlib benim irşâd senin” diyerek kendisini Hüseyin Hakkî Efendi’ye teslîm etmiş, Hakkî Efendi de bu göreve “Efendim cân senin cânân senin” diye mukabelede bulunmuş.

Uşşâkiyye’nin İrşâdiyye kolunun kurucusu sayılan hazret on beş sene mücahede ile meşgul olup, Tâlib-i İrşâdî namıyla meşhur olmuş. 1854’te zuhur eden bir hâl ile yedi sene dağlarda, sahralarda inziva hayatı yaşamış, saçını sakalını uzatmış, bilahare bu hâl zail olmuş. Bu süre içerisinde haram yememiş, haram içmemiş, haram işlememiş, sadece saç ve sakalını uzatmış, bir hasır parçasına bürünmüş olarak şeyhi Hakkî Efendi’nin huzuruna gelen İrşadi Baba, 1860’da Hakkî Efendi’den müstahlef olmuş, 1881 senesinde irtihal etmiş.

Tekkeye gelince İrşadi Babanın halifesi olan Hüseyin Hüsnü Efendi tarafından 1870’li yıllarda onarılarak uzun yıllar ihya edilmiş. Tekkeye I. Dünya Savaşında iki düşman güllesi isabet ederek tahrip etmiştir. Sonraki tarihlerde Meydan Odasında Cuma ve Pazartesi geceleri tarîkat âyîni icrâ edilmiş. İç kısımda sonradan yapılmış küçük bir türbede İrşadi Baba ve halifesi Hüsnü Dede yatıyorlar. Tekke şu an tamamen harap bir vaziyette onarılmayı beklemekte.

“Sabah namazından çok önce gelirdi”

Sonrasında 16. yy.’da Edirne’den Kilitbahir’e gelip yerleşen, aslen Halvetiye’nin Uşşakiye koluna mensup olup burda Cahidiye kolunu kurmuş olan Ahmed Cahidi Sultan’ın, hanımı Kerime Sultan’la birlikte medfun olduğu türbeyi ziyaret ediyoruz. Hakkında anlatılan bir keramete göre parası olmadığı için kayıkçıların kendisini almadığı bir gün eve üzgün gelince hanımı kendisine bir seccade uzatır. ‘Al bu seccadeyi, bin üzerine, Çanakkale’ye geç gel’ der. Seccadeye binip geçer ve kayıkçılar hem yaptıkları hatayı hem de onun ne büyük bir zat olduğunu anlarlar. Üç asır evvelinden günümüze ziyaretçisi hiç eksik olmamış, şimdi de öyle.

Türbeyi ziyaretimizin sonrasında akşam olmadan boğazı rahatça görebileceğimiz bir tepeye çıkıyoruz. Çanakkale boğazının bu el değmemiş bakir güzelliğini seviyorum. Manzara harika. Ve güneş batıyor. Kilitbahir’deki misafirliğimizi sonlandırıp gece yarısı vapurla bu sefer muhteşem bir dolunay manzarası eşliğinde Çanakkale tarafına geçiyoruz. (Bu arada gidenler olur belki diye hatırlatayım. Eğer arabalı vapur ile geçiyorsanız biletinizi mutlaka gidiş dönüş olarak kestirin. 24 saat içinde dönerseniz tek ücret ödüyorsunuz. Aksi takdirde bizim gibi iki fasıl ciddi bir ödeme yapmanız kaçınılmaz.) Şehir kısmını daha önce pek gezmemiştim. Ertesi sabah erken vakit turlamaya başlıyoruz.

Küçük, merkezî, aynalı çarşının civarını dolaşıyoruz. Hanların olduğu bir sokakta kitapçılar var. Hoşuma gidiyor bu bozulmamışlık. Kitaplara bakınıyoruz. Derken şirin küçük bir cami olan Yalı Camii’ndeyiz. Muhtemelen zamanında denize sıfır olan cami şimdi baya içerde kalmış. Bu arada Çanakkale’de Uşşaki büyüklerini takibe devam ediyoruz. Yalı Camii’nde Gökköylü Mehmet Efendi isminde bir zat uzun yıllar imam-hatiplik yapmış ve çok sayıda hafız yetiştirmiş. Caminin bahçesinde karşılaştığımız amca bizzat tanımış olduğu Mehmet Efendi’nin takvasından dem vurarak, “sabah namazından çok önce gelirdi ve hiçbir zaman aksattığını görmedim” diyor. İlmî kimliği ağır basan bu zat, Uşşaki mürşidi olmasına rağmen döneminin de şartlarından olsa gerek sufi kimliğinden ziyade ilmiyesiyle ön plana çıkmış.

Kilitbahir’de ziyaret ettiğimiz İrşadi Baba ve halifesi Hüseyin Hüsnü Aziz Efendi’lerin yolunu Çanakkale Nara Dergahı’nda Mehmet Emin Tevfik Özel Efendi devam ettirmiş. Hazret 1945’te İstanbul’da vefat ederek Edirnekapı Şehitliğine sırlanmış. Nara Tekkesi şu an askeri bölgede kaldığı için ziyaret edemedik. Tevfik Efendi’nin hulefasından olan Gökköylü Mehmed Efendi ise 1978’de vefat ederek eski Bursa yolu üzerinde Çanakkale eski mezarlığına defnolunmuş. Çanakkale’den çıkarken bir mezarlık keşfi yaptığımızda mezarlık görevlisinin de yardımları ile kabri buluyoruz. Fatihalarımızı kendisine ve ailesine göndermek nasip oluyor.

Hakikaten türbesi bol bir yer Gelibolu

Caminin hemen karşısında kent müzesi açılmış. Klasik geçmiş döneme dair hatıra ve antika eşyalar sergileniyor. Gene de şehrin mazisi hakkında fikir vermesi açısından istifadeli oluyor. Ayrıca hemen karşı köşedeki binanın muvakkithane olduğunu öğreniyorum görevli delikanlıdan. Eğer söylemiş olmasa bir emare olmadığı için es geçeceğimiz bir bina. Biraz malumat veriyor. Türkiye’nin son döneme kadar çalışmış tek muvakkithanesi olduğu bilgisi ile şaşırıyorum.

Sahilde kalenin dibinde Nusret mayın gemisi var. Küçücük boyu ile başardıklarına inanmak gerçekten çok güç. Sahil boyunca top mermileri, mayınlar vs. açık hava müzesi şeklinde sergileniyor. Deniz kenarında biraz dinlendikten sonra tekrar yola revan oluyoruz. İstikametimiz Lapseki. Burda küçük bir tur ve birkaç dostu ziyaretten sonra vapurla Gelibolu’ya geçiyoruz.

Gelibolu’dan geçip dünyanın en büyük semahanesine sahip Mevlevihaneye uğramamak olmaz. Sadece semahane ve türbesi günümüze ulaşmış olsa da geçirdiği tadilatla çok güzel bir görünüme kavuşan Gelibolu Mevlevihanesi daha önce gelmiş olmama rağmen bu sefer kendini saklıyor. Belki de defalarca etrafında bize tur attırdıktan sonra buluyoruz ama bu sefer de kapısında kocaman bir kilit. Kaldırımda oturan amca “her zaman açık olurdu, bugün kapalı” deyince her şeyin nasip meselesi olduğu bir kere daha tescilleniyor. Gerçi sokakları dolaştıkça her sokak kenarında etrafı çevrili küçük bir türbe veya yatırla karşılaşıyoruz.

Her ne kadar çok kadri kıymeti biliniyor gibi gözükmese de hakikaten türbesi bol bir yer Gelibolu. Bunlardan biri de son ziyaret yerimiz “Ahmediye” ve “Muhammediye” eserlerinin yazarları Yazıcızade kardeşler. Hacı Bayram-ı Veli’nin halifelerinden olan Ahmed-i Bican ve Mehmed-i Bican hazretlerinin yattığı bu yer çok bakımlı ve manevi olarak huzurlu. Efendimiz’e karşı olan muhabbetin izhar olduğu “Muhammediye” adlı eser Anadolu’da yüzyıllarca elden düşmemiş ve hatta birçok insan bu binlerce beyiti ezberleyip hafızasına nakşetmiş. Eseri yazarken bir ara gönül yangınıyla elindeki kağıtların bile tutuştuğu anlatılır ki şu beyit buna işaret eder:

"Senin vasfın kitabını yazarken Yazıcıoğlu
Yanar cânı eder âhı elinde tutuşur evrâk
"

Aşk ve muhabbet deryalarında yüzen bunca zatı ziyaret bizim gönlümüzde de kıvılcımlara vesile olur mu sorusu ya da duasıyla son durak Gelibolu’dan sonra tekrar Keşan üzerinden dönüşe geçerek bir seyahati daha noktalıyoruz.

Hatice Elif gezdi, gördü ve paylaştı