Uzun zamandır bir ahlakî savruluşu yaşıyoruz. Eskiden daha çok düşünürdük birbirimizi, el atardık dertlimize… Ama gitti güzelim değerler. Zira bir kılavuzu değiştireli çok olmuştu.
Çocuklar kimden öğrendi?
Çocuklarımıza daha küçük yaştan öğrettik dosta dirsek göstermeyi. Komşusu açken tok yatanı bizden saymayan bir Allah elçisinin ümmeti olmamıza rağmen, kışın ortasında kapısını çalan Ağustos böceğine “yok” demeyi öğrettik. O da bizim kadar çalışmamıştı ya, ölsün gitsin. Bizi bizden başkası ilgilendirmez oluverdi.
Allah’ın her mahlûku kendini tesbih ve zikredecek bir kıvamda yarattığını, buna ek olarak da bazı özel görevler verdiğini söylemedik. Onların her sesi bir zikirdi, ama bunu göz ardı ettik. Çünkü biz gördüklerine inanmayı, anladıklarını benimsemeyi prensip haline getirttik.
Çalışkan olmak derken tamahı aşıladık. Yiyemeyeceğimiz kadar biriktirdik. Oysa ki Ağustos böceğini Allah kış için değil, sadece yaz için yaratmıştı. Biz ondan da kendimiz gibi yaz ibadetini-zikrini bırakıp yemeyeceği yiyecekleri toplamasını istedik. Çok çalışmalı, durmadan çalışmalı, hatta başkalarının önündekini de almalıydı. Oysa hiçbir köpek, bırakın ihtiyarlık günleri için, yarın için bile kemik biriktirmez. Kuşların kiraya vermek üzere yaptıkları bir tane bile yuvaları yoktur.
Nerde misafirperverlik, ikram?
Eve gelen misafire ikram, dinimizin ve kadim kültürümüzün bir gereğiydi. Ancak değişti. Tilki misafirine geniş bir tabakta, leylekse uzun bir boruda sununca ikramlarını, ev sahibi karnını doyurdu, misafir aç kaldı. Oysaki Allah elçisinin misafirine kendileri aç kalma pahasına tek kişilik yemeklerini ikram eden sahabeye yapılan cennet müjdesini hem unuttuk, hem de unutturduk.
Elindeki yiyeceğini aç olduğunu düşündüğü komşusuna ikram eden karga “aptal karga” oldu. Tabi, eldekini vermek aptallık ya!? Vereni ahmak, isteyeni asalak olarak tanıtınca, gördüğü ihtiyaç sahipleri için “çalışsalardı da onların da olsaydı” diye kendimize kılıf bulduk.
En iyisi benim olsun, sen ölsen de olur
Düştüğü kuyudan çıkmak için mutlaka başkasını çağırıp, kandırıp onun sırtına basarak kaçmayı öğrettik. Bizde “isar” denen bir kavram vardı. Bu duygu gitti, yerine hayvanların bile onaylamayacağı bir bencillik geldi. Buna da hayvanları -güya konuşturup- alet ettik. Savaşta düşman askerini sırtına alıp kurtaran bir dedenin torunu kendi öz kardeşine acımaz hale geldi.
Güçlünün zayıfı ezeceğini öğrettik. Hz. Ebu Bekir misali “en zayıfınız, hakkını alıncaya kadar yanımda en güçlü olanınızdır” kuralı yerine, “aslan payı(!)” ortaya çıktı. “En iyisi benim olsun, sen ölsen de olur” denildi.
Sonra “neden bu çocuklar aç gözlüler” diye feryadı bastık. Zayıf ve mazlum korunmaz oldu. Bu çocuklar elbet böyle olacaklar. “Ya Eba Zer! Çorbanın suyunu çoğalt, komşunun da hakkını gözet!” uyarısını öğrenmedi ki yavrucak. Ne öğrendiyse onu uyguluyor.
Bugün okullarımızda yüz temel eser arasında okutulur bu La Fontaine masalları. İşin garip tarafı, bir taraftan değerler eğitimi verilir, bir taraftan ellerindeki bu kitapla verilen değer yıkılır.
Aslında ciddi bir karar vermeli. Hangisini yapmak istiyoruz? Çalışkanlıkla açgözlülüğü, paylaşma ile savurganlığı, ikram etmekle asalak yetiştirmeyi karıştırmadan eğitmeli.
Nebevi bir üslup yerine, nefsanî bir güdünün esiri olanlar için sonuç normaldir. Galiba; kılavuzu La Fonten olanın, burnu…
Haşim Akın yazdı
Bu konuda üstad Sezai Karakoç'un şiiri malumdur...http://dirilisyazilari.wordpress.com/2007/04/26/agustos-bocegi-bir-mesaledir/