Temsil olmadan tebliğ, icabet olmadan fetih olmaz

Eyüp Sultan Sempozyumu’nun bu yıl on ikincisi düzenlendi. Sempozyum, konu çeşitliliği bakımından olduğu gibi katılan akademisyenler bakımından da bir hayli zengindi. Sadullah Yıldız ilk iki oturumdan notlarını paylaşıyor.

Temsil olmadan tebliğ, icabet olmadan fetih olmaz

6 Kasım 2015 Cuma günü Eyüp Kültür Sanat Merkezi’nde başlayan ve Pazar günü öğle saatlerine kadar süren Eyüp Sultan Sempozyumu’nun bu yıl on ikincisi düzenlendi.

Belediyenin ev sahipliği ve Siyer Vakfı’nın organizasyonuyla oldukça lezzetli anlatımların yer aldığı üç günlük serüven, konu çeşitliliği bakımından olduğu gibi katılan akademisyenler bakımından da bir hayli zengindi.

İlk günkü oturumun başkanı İhsan Süreyya Sırma idi. Bu oturumun ilk konuşmacısı Muhammed Emin Yıldırım, “Sahabenin Fetih Anlayışı ve Bu Anlayışın Temelleri” başlıklı bir tebliğ sundu.

Önce sahabeyi tanımalı elbette: Yani Peygamber aleyhisselamın terbiyesinde yetişmiş öncü nesil. Kendisine gelen ayetler çerçevesinde ashabını Kur’anî bir eğitime tâbi tutan Efendimiz, Mekke’de Daru’l-Erkam ve Medine’de de Suffa-Mescid-i Nebevî’de cihana rehber olabilecek seviyeyi hedefleyerek onları yetiştirmiş. Onlar vahyin canlı tanıkları oldukları için o şahitlikleriyle kıyamete kadar gelecek tüm iman ehline de şahit olma özelliği kazanmışlar. Bu şahitlik-örneklik tüm alanlar için geçerli olduğu gibi fetih meselesi için de öyle.

Sahabenin fetih anlayışı denildiğinde karşımıza iki temel kavram-alan çıkıyor: Biri kitabımız Kur’an-ı Kerim, diğeri de onun hayata dönüşmüş şekli olan sünnet-i Resûlillah. Fetih meselesine Kur’an ayetleri çerçevesinden bakarsak onlarca, siret-i nebi çerçevesinden bakarsak ise yüzlerce örnek çerçeve bulunabileceğini söyledi Yıldırım: “Ancak ben beş şehir üzerinden bu fetih anlayışının kodlarına ait bazı bilgileri sizinle paylaşacağım: Mekke, Medine, Taif, Kudüs ve İstanbul.”

Bir gün mutlaka sana döneceğim”

40 yıl boyunca Mekke’de yaşayan Efendimiz aleyhisselamın bu süre zarfında insanlarla bir problem yaşamadığı ve el üstünde tutulduğunu ancak ne zamanki Hira/Nur dağından sonraki süreçle birlikte ondan hayata, sokağa, ticarete vesaireye müdahil olması istenince karşısındaki kesimin bu sesi kısmaya başladığı, işkence-baskı-tehditlerden sonra da hicretin gerçekleştiğini ifade etti Muhammed hoca. 13 yıl boyunca Mekke’de Efendimiz aleyhisselamın, ashabına daima cihadı telkin ettiğini ve ilk günden itibaren bu kelimenin gündemlerinde olduğunu, Mekke’de bir iki münferit olay dışında Müslümanlar’ı şiddet minderine çekmeye çalışan karşı kesimin bu kışkırtmasına müminlerin kapılmadığını söyledi Yıldırım: “O günlerde azık hep sabırdır ama yüreklerde de bir umut vardır. Hatırlayalım; Buharî ve birçok hadis kitabında geçen Habbab bin Eret rivayetini; artan baskı ve işkencelerden şikâyet edip Allah’a dua etmesi istendiğinde Peygamberimiz onlara, ‘sizden öncekiler şöyle şöyle işkencelerden geçerlerdi de dinlerinden dönmezlerdi’ dedikten sonra sabretmelerini salık veriyor; ‘sabredin, yakın bir gelecekte Sana’dan Hadramut’a kadar bir kadın tek başına seyahat edebilecek.’ Bu, sahabeye verilmiş bir hedef ve müjdeydi aynı zamanda.”

13 yıl sonunda çok sevdiği Mekke’sinden ayrılmak zorunda kalan Peygamberimiz, şehre doğru yönelip şöyle buyurmuş: “Ey Mekke, ne güzel bir şehirsin ve sen bana ne kadar sevimlisin. Şayet kavmim beni senden zorla çıkarmış olmasaydı senden başka hiçbir yerde yaşamazdım ama bir gün mutlaka sana döneceğim.”

İnsanlık tarihinin en kansız fethi

Merhametin önderi olduğu kadar kılıç peygamberi de olan Peygamberimiz’in ömrünün 28 gazve ve 55 de seriyeye müsaade ettiğini söyledi Muhammed hoca. Burada hocanın dikkat çektiği husus, -Beni Kurayza hariç- 28 gazvede her iki taraftan gerçekleşen ölüm rakam olarak yalnızca 354. Bunların 138’i Müslümanlar’ın şehidi. Yıldırım, elinde kılıcı olan ve emrini verdiği savaşlarda bizzat çarpışan Efendimiz’in kılıcının yok etmek için çarpmıyor oluşunun dikkate şayan olduğunu vurguladı, ölümlerin azlığına atıfla. İslam’ın fetih ve cihat vizyonunda bu ‘öldürmek için değil, yaşatmak için olma’ tarafı önemli. Bu anlayışı öne çıkaran bir diğer bakış, Süleyman b. Büreyde rivayetinde saklı. O, Resûlullah’ın ordu başına birini seçtiğinde ona Allah’tan korkmasını ve beraberindeki Müslümanlar’a iyi davranmasını vasiyet ederek şöyle buyururmuş: “Allah yolunda, Allah’ın adıyla savaş. Allah’a küfredenlerle harp eyle. Savaşta ganimete ihanet etmeyiniz. Ahdi bozmayınız, düşmanlarınızın ağız ve burunlarını kesmeyiniz, çoduklarını asla öldürmeyiniz. Müşriklerle karşılaştığın zaman onları üç şeye davet et; bunlardan hangisini kabul ederlerse onlardan elini çek: İslam’a davet et; Müslümanlığı kabul ederlerse savaşı bırak. Sonra onlara kendi yerlerini bırakıp muhacirlerini yanına intikal etmelerini emret ve muhacirler için geçerli olan yükümlülüklerin onlar için de geçerli olacağını haber ver; kabul etmezlerse Müslüman köylüler gibi olacaklarını, onlar için geçerli hükümlerin onlar için de geçerli olacağını haber ver. Bunu da kabul etmezlerse cizye vermelerini iste. Eğer kabul ederlerse savaşma, etmezlerse Allah’a sığın ve savaş.”

Mekke’nin fethi hicretin sekizinci yılında oldu. Buna “insanlık tarihinin en kansız fethi” dedi Muhammed hoca. Kan dökülmemesi için bu fethin zaman ve zeminini kollayan Efendimiz, tam 21 yıl bekletmiş bu hazırlığı: “Şu söyleyeceğim cümle, sahabenin fethi nasıl anladığı açısından önemlidir: İman olmadan sabır, sabır olmadan cihat, cihat olmadan tebliğ, tebliğ olmadan fetih olmaz.”

Her şehir kılıçla fethedilir, Medine ise Kur’an’la fethedilmiştir

Medine’nin fethi ise biraz daha farklı bir fetih. Yıldırım, Belâzurî’nin “Fütûhu’l-Büldan”ından naklettiğine göre Peygamberimiz’in şöyle bir hadisiyle Medine’nin fethinin ne olduğunu anlamanın mümkün olduğunu belirtiyor: “Her şehir kılıçla fethedilir, Medine ise Kur’an’la fethedilmiştir.” Musab b. Umeyr’in söz silahıyla fethedilmiş bir şehir. Demek ki fethin kılıç ve mızrakla eşleştirilmiş anlamı eksik. Zira Musab, kelimeleri kullanmıştır ve orada “kelimelerle insanlara kapılar açması, binlerce insanın yüreğine iman tohumunu ekmesiyle Yesrib, Medine olma yoluna girmiştir. Medine’nin de bize söyleyeceği çok söz var ama özellikle sahabenin fetih anlayışı noktasında vereceği mesaj şu olmalıdır: Temsil olmadan tebliğ, tebliğ olmadan teksir, teksir olmadan icabet, icabet olmadan fetih olmaz.”

Bu formülasyonun özellikle son kısmı yani icabet olmadan fethin gerçekleşmeyeceği kısmı, bir gönül fethinin işareti, Yıldırım’a göre. Yeryüzünün birçok coğrafyasına sahabenin aslında bu icabetle vardığını ve girilen yerlerde kılıçsız etkinin ciddi bir oranı olduğuna dikkat çekip ekledi hoca: “Şimdi kim itiraz edebilir, Ebu Eyyüb el-Ensarî’nin İstanbul’un fatihi olmasına. Belki fetih ona müyesser olmadı ama ektiği tohum yüz yıllar sonra Sultan Muhammed’i çıkardıysa, onun ektiği tohumun bu icabet meselesini anlamamız açısından nerde durduğunu bize vermesi önemlidir. Kim itiraz edebilir, Safvan ibni Muattal’ın Adıyaman’ın, Habib ibni Mesleme’nin Erzurum’un fatihi olmasına.”

Taif’in bizim hatırlamalarımızdaki o hüzünlü çerçevesinin yanı sıra, o taşlanma hadisesinden 11 yıl sonra Efendimiz orayı kuşatıp şehri İslamlaştırınca bize bundan da şu mesaj kalıyor: “Taşlanma olmadan dava, dava olmadan sefer, sefer olmadan zafer, zafer olmadan fetih olmaz. Hak davanın muarızı çok olur, bunlar da taş atacaktır. Zaten taşlanmayı göze almayan, risalet davasının da mensubu olamayacaktır. Taif’in fethi bütün bu mesajları bize vermektedir.”

Kâfirlerle en güzel yol hangisiyse öyle mücadele et”

Ebu Eyyüb el-Ensârî Hazretlerinin Örnekliğinde İslam Fetihlerinin Amilleri” başlıklı sunumunda Prof. Ahmet Önkal’ı dinledik. Raşit halifeler döneminde hızla devam eden fetihlere sebep teşkil eden unsurlar meselesinin uzun zamandır konuşulagelen bir başlık olduğunu zikretti Ahmet hoca.

Müsteşrikler de söz konusu fetihleri bahane ederek İslam’ın kılıç dini olup sömürgeci bir mahiyette işgalciliğini vurgulamışlar öteden beri. Fetihlere sebep teşkil eden amilleri, etkenleri üç başlık altında ele alıyoruz: Dinî-iktisadî-siyasî. Birçok Hıristiyan tarafından da ileri sürüldüğü üzere ilk Müslüman fatihler hatta bizzat Peygamber Efendimiz, bir elinde Kur’an diğer elinde kılıç tutan kimseler olarak takdim edilegelmiş. Bu zihin ve düşünce bugün dahi böyle imiş Batı’da. Müsteşriklerden bir kısmı bu ‘kılıç’ı yani zorla Müslümanlaştırmayı yumuşatarak aktarıyorsa da İslam’ın yayılışının kılıç zoruyla ve cebren olduğu düşüncesinde sabitmişler.

Önkal, müsteşrikleri bu telakkiye birçok maddenin sevk edebileceğini ancak kendi kanaatini, bu kişilerin fetih gerçeğini ve fetihle ilgili ayet-hadisleri yanlış yorumlamalarından kaynaklı bir hata içinde oldukları yönünde açıklayıp ekledi: “Yanlış yerine belki de yanlı demeliyiz.”

Kur’an-ı Kerim’deki cihat ayetlerinden Enfal 39 şöyle: “Onlarla fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar savaşın.” Bu ayette savaşmanın bir emir olarak Müslümanlar’a yüklenmiş olması, Batı kaynaklarında bütün dünyanın Müslüman yapılması üzerine bir yorum olarak filizlenip sonra da bu yorum çerçevesinde çeşitlendirilip ucu kim bilir nereye kadar varacak şekilde uzatıldıkça uzatılmış. Oysa ki bu ayete böylesi bir anlam vermek ne Kur’an’la ne de Hz. Peygamber’in sünnetiyle bağdaşmıyor ve üstelik İslam fatihlerinin uygulamaları da bu yönde hiç gelişmemiş, Önkal’a göre.

İslam, kişinin inanç ve ifade özgürlüğünü en temel haklarından sayar. Bunu teyit eden birçok ayet-i kerime var. Allah Teâlâ, resulünü risaletle görevlendirirken ona hangi metotları uygulayacağı hususunda da yönlendirici ilkeler va'zetmiştir. Bu bağlamda hepimiz biliyoruz ki onun davet metotlarının serlevhasını ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve kâfirlerle en güzel yol hangisiyse öyle mücadele et’ hükmü oluşturur.” Buradan hareketle, insanları zorla Müslüman yapmak üzerine serdedilmiş yorumlar da boşluğa düşüyor, Ahmet Önkal’a göre.

Mevzu-ı cihat ayetlerinin üzerine eğildiğimizde bu cümlelerde Müslümanlar’a savaşma izni verilmesinin sebebi gayet vazıh olarak izah edilmiş. Bu çerçevede savaşa, “ancak karşı tarafın ortaya koyduğu bir zulüm varsa” izin var.

Fethin amillerinin bir diğeri olan iktisadî sebepler de müsteşriklerin hedef/iddialarından. İslam’ın kılıç zoruyla yayılmasından söz ettikleri gibi yağma ve sömürü maksadıyla cihada çıkılmış olmasından da söz ediyorlar. Açık açık ifade edildiğine göre özetle; bedevi Araplar çölde maişet sıkıntısı çekiyorlardı, Hz. Ebubekir onları bir ordu altında topladıktan sonra mümbit Mezopotamya bölgesine sevk etti ve onlar da bol ganimet elde etmek düşüncesiyle hareketlendiler: “Bu iddialar da ne Kur’an-sünnet ne de uygulamayla bağdaşmaz.”

Tam bu noktada zikredilince meseleyi zihne oturtan örnekler sıraladı Önkal, konuyla ilgili. İslam fetihlerini durdurmakla görevlendirilen İranlı komutan Rüstem, ona elçi olarak gelen Muğire b. Şube’ye, şayet ülkelerine geri dönerlerse bol ganimet vaat ederse de geliş sebeplerinin herhangi bir dünyalık elde etme değil ahireti hedeflemek olduğuyla olumsuz cevap alır. Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın Humus’u fethinde yaşanan bir başka hadise de ibretlik. Bölge halkıyla fetih sonrası yapılan anlaşma mucibince cizyeler toplanıyor ancak kısa süre sonra büyük bir düşman birliğini haber alan Ebu Ubeyde, şehri tahliye zaruretiyle karşılaşmış fakat ayrılırken cizyenin halka geri dağıtılması emrini vermiş. Bölge halkının böylesi bir uygulama karşısında duygusal ikilemler yaşadığı da rivayetler arasındaymış.

İla-yı kelimetullah ne demektir?

Prof. Mustafa Fayda hocadan ise “İlay-i Kelimetullah” başlığı altında, bu mefhumun içeriğine dair sunumunu dinledik. Bu mefhumun İslam tarihiyle başlayan ve aslında İslam’ın bizatihi kendisi anlamına da gelen yönleri dolayısıyla önemine işaret eden Fayda, tarihî arkaplana dair bir yolculuğa çıkardı dinleyiciyi.

Hz. Peygamber’in vefatının ardından Hz. Ebubekir’le başlayan isyan hareketlerinin bastırılması merhalesinden sonra İslam tarihinde yeni sayfa açacak uygulamaya geçilmiş: Seyfullah Halid b. Velid’i Sasani İmparatorluğu üzerine gönderen halifenin bu atağı birden fazla sebebe dayanıyormuş esasen: “Resûlullah döneminde bu devletle silahlı mücadeleye başlanılamadan Efendimiz ruh âlemine göçtü. Mekke döneminde, Bizans-Sasani imparatorlukları arasındaki savaşta galip gelen İranlılar’ın yanında yer alan Kureyşli müşriklere mukabil Hz. Peygamber ve Müslümanlar, ehl-i kitap olan Rumlar’ın tarafını tutmuşlar, onların mağlubiyetine üzülmüşlerdi. Rum suresinin nazil olmasından sonra Müslümanlar, ateşe tapan Sasaniler’in mağlubiyeti için gönülden niyazda bulunmuşlardı.”

Hicrî 27’de, Medine döneminde Hudeybiye musalahasından sonra Efendimiz aleyhisselam bazı devlet başkanları ve kabile reislerine İslam’a davet mektupları göndermeye karar verince bir elçiyi de Sasani kisrasına göndermiş. Kisra, kendi adının Efendimiz’in adından sonra yazılmasına sinirlenerek mektubu yırtınca âlemlere rahmet Peygamberimiz, “Ey Allah’ım” demiş, “sen de onun mülkünü parçala.”: “Hz. Peygamber tarafından yalnızca bu dua ile tecziye edilen kisra, oğlu tarafından öldürülmek suretiyle acı bir akıbete uğramıştır. Daha acısı ise miladî 628-633 yılları arasındaki altı senede sonuncusu hariç tam dokuz kisra, saltanatı ele geçirmiş olan ve Resûlullah’ın bedduasının hazin bir tecellisi olmak üzere hepsi sırayla kendi ailesinden iktidarı ele geçirmek isteyen bir başkası tarafından öldürülmüştür.”

Hz. Ebubekir, ilk İslam fetihlerini böylece başlatmış. Devrin bir başka büyük devleti Bizans’a karşı mücadele Peygamberimiz zamanında başladıktan sonra ilk halife Ebubekir radıyallahuanh devrinde de sürmüş; Ürdün, Filistin ve Suriye’ye her biri üçer bin kişilik ordu gönderilmek suretiyle. Halife bu orduları göndermeden önce ashap ile istişarede bulunmayı da ihmal etmemiş ve çeşitli bölgelerdeki temsilcilere yazdığı mektuplarla Müslümanlar’ı cihada ve ila-yı kelimetullaha davet etmiş, “böylece amelî sünneti de kendisi bizzat cihada katılarak yaşamıştır.”

Metin Yurdagür, “ila-yı kelimetullah” mefhumunu “tevhit inancını yüceltip hâkim kılma anlamında kullanılan tabir” diye izah etmiş. Mustafa hoca, bu tabiri kelimelerin gramatik-semantik çözümlemesi yardımıyla parçalarına ayırıp sonra tekrar birleştirdiğinde şu anlama ulaştı: “Allah’ın dininin ve tevhit inancının yüceltilip yaygınlaştırılması yolunca gösterilen gayret ve faaliyetleri kapsamakta, cihat ve savaş kelimeleriyle birlikte Kur’an’da sıkça zikredilen ‘fisebilillah-Allah yolunda’ kavramıyla yakından ilgili bulunmaktadır.” Ancak bu ila-yı kelimetullah tabiri, kâfirlerle yapılan savaşlar için olduğu gibi savaş dışındaki Müslüman faaliyetleri için de kullanılagelmiş. Mesela cihat, düşmanla savaşma anlamında ifade edildiği gibi nefisle mücadele için de kullanılmakta ve İslamî literatürde dinî emirleri yaşayıp uygulamak ve başkalarına da öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak şeklinde genel ve kapsamlı bir anlamı da bulunmakta.

Bütün fetih tebliğlerindeki kilit cümle

II. oturumun konuşmacılarından Prof. Mustafa Ağırman, “Fetih ve Tebliğ” başlıklı sunumuna Ahmet Önkal’ın değindiği Kadisiye savaşı sahnelerine eğilerek başladı. Hicrî 15-miladî 636 yılında gerçekleşen bu muharebe, Müslümanlar’a Kuzey Irak ve İran’ın kapılarını açan bir meydan savaşı olmaktan da öte bir öneme sahip.

Büyük bir orduyla karşısına Fars komutanı Rüstem’in geldiğini öğrenen İslam ordusu lideri Sad b. Ebi Vakkas, vaziyeti halife Hz. Ömer’e haber verdiğinde halifeden, Fars ordusu komutanına görüş ve rey sahibi güçlü adamlarını göndermesi ve imana davet etmesinin yazılı olduğu moral ve destek verici bir mektup alır. Elçi olarak Rüstem’in önüne Muğire b. Şube gider.

Mustafa Ağırman hoca, Rüstem ve Muğire b. Şube arasında geçen diyalogu satır satır aktarırken bu konuşmada ‘tebliğ’ denen süreç ve tavrın da şifrelerinin gizli olduğunu söyledi aynı zamanda. Rüstem, karşısındaki orduyu temsil gelen kişinin niye geldiğini anlamak için bazı sorular yöneltmiş Muğire’ye. “Siz” demiş, “bizim komşularımızsınız, biz size iyi davranıyor ve size ulaşacak eziyetleri önlüyorduk. Niye geldiniz?” Rüstem, karşısındaki kişinin tüm Arabistan’ın ticaret ve mal mülk merkezi Mekke’den geldiğini bir an unutmuş olmalı ki, ticaret için gerekli izinleri de icabında vereceklerini söylemiş Muğire’ye. Muğire b. Şube, ona verdiği cevapta şunları söylemiş: “Ey Rüstem, biz dünya peşinde değiliz. Bizim asıl istediğimiz ve amaçladığımız ahirettir. Allah bize bir peygamber gönderdi ve ona şöyle dedi: Dinime tâbi olmayanlarla mücadele et. Müslümanlar galip gelecekler, ben sana bunu vaat ediyorum. Dinimden yüz çeviren kişi mutlaka alçalır, bağlanan kişi de mutlaka yücelir.”

Daha sonra Rüstem, “sözünü ettiğiniz din nedir?” diye sorunca da şu cevabı almış: Bu dinin olmazsa olmazı, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in onun resulü olduğuna şahitlik etmektir. “Bu ne güzel bir şeydir” demiş Rüstem. Sonra da bu dinin başka esası olup olmadığını sorunca şu cevabı almış: Kulları kullara kulluktan çıkarıp Allah’a kulluk seviyesine yükseltmektir.

Bunun, aynı zamanda oraya geliş sebepleri olduğunu söylemiş Muğire ancak Mustafa hoca, bu cümlenin yalnızca Kadisiye savaşında değil bütün fetih tebliğlerinde ön plana çıkarılmış, kilit bir cümle olduğunu ifade etti. Rüstem, “bu da güzel bir şeydir” demiş, “başka bir şey var mı?” Muğire, bütün insanların Âdem’in çocukları ve ana-baba bir kardeş olduklarını söyleyince Rüstem, “bu da güzel bir şeydir” demiş yine ve sormuş: “Söylesene Muğire, dininize girsek ülkemizden çıkıp gider misiniz?”

Muğire b. Şube, İslam’ı kabul etmeleri hâlinde ticaret hariç, ülkelerine bir daha adım atmayacakları garantisini verince Rüstem, “bu da güzel bir şey” demiş. Mustafa hoca devam ediyor: “Bu konuşmalarla Rüstem, İslam’a ilgi duymaya başladı. Kaynaklarımız, Rüstem’in komuta kademesini toplayıp onlarla İslam’a girmeyi müşavere ettiğini ancak kurmaylarının onu ayıplayıp İslam’ı kabul etmemesi yönünde fikir beyan ettiğini belirtiyor.”

25 yaşındaki gençler

Hz. İbrahim’in putları kırma hadisesindeki bir ayet de tebliğde sözün etkisi ve gücünü göstermesi bakımından önemli. Kırılmış putları bu hâle kimin getirdiğini soran halkına Hz. İbrahim’in büyük putu işaret etmesi ve onların da cisimlerin hareket edemeyeceği cevabı ve Hz. İbrahim’in “öyleyse hareket edemeyen cisimlere niye tanrı diye tapıyorsunuz?” sözü üzerine karşısındakiler şöyle bir durmuş. Ayet, “kendilerine döndüler” diyor. Mustafa hoca, mantıklarına hitap eden böyle bir söz karşısında onların şaşırıp kendilerini sorgulamalarının sözün gücü olduğunu vurguladı ve devam etti: “Necaşi karşısında konuşan sahabilerin de sözlerinin etkisi dolayısıyla Necaşi, Rüstem’in komuta kademesini toplaması gibi, papazlarını toplayıp onlara bu yeni din hakkında danışmış ancak papazlar karşı çıkmıştı.”

Rüstem’in İslam’a olan gelgit macerası bu kadarla kalmamış gerçi. Muğire b. Şube’den sonra elçi olarak Ribi b. Amir gelmiş Fars komutanının huzuruna. Huzura sade kıyafetler ve gösterişsiz bir süreci izleyerek gelen sahabeyi gören kralın kurmayları, “bu tam bize göre bir din” demişler. Mustafa hoca bunu dahi tebliğin etkisi ve mahiyeti çerçevesinde ele almak gerektiğini söylüyor. Rüstem, meseleye bir önceki sıcaklığını koruyarak sormaya devam etmiş: “Sen kavmin adına konuşuyorsun, kavminin efendisi misin sen?” “Hayır”, demiş Ribi b. Amir, “değilim ama biz Müslümanlar tek vücut gibiyiz. En alt seviyede olanımız, en üst seviyede olanımız adına konuşabilir, onun hakkında eman verebilir.”

Bu konuşmadan sonra da Rüstem adamlarını toplayıp İslam’ı kabul etmek üzerine fikir teatisinde bulunmuş ancak kurmaylarının fikri yine değişmemiş ve bu mübarek sahabiye hakaret dahi etmişler. Zamanın ikinci büyük imparatorluğunun o anda İslam’a dâhil olmasıyla tarihin nasıl gelişeceğini düşünmeden edemiyor insan.

Mustafa hoca, süper güç kralları önünde konuşan bu insanların henüz 25 yaşında kimseler olduğunu söyleyip ekliyor: “Nasıl bir mektepten yetişmişler, görüyor musunuz. Bugün 25 yaşında insanlarımız babasının, hocasının önünde konuşmayı beceremiyor.” Bu sahabiler ise bir fikri, zamanın imparatorları önünde en güzel söz ve tesirlerle savunmuşlar.

 

Sadullah Yıldız nakletti

YORUM EKLE