Sezai Karakoç hayattadır ama dünyada değildir

Bedri Gencer geçtiğimiz günlerde ''Çağ ve Ağ: Çağın İçinde Ağın Dışında'' başlıklı bir söyleşide konuştu. Sadullah Yıldız söyleşiden notlarını aktarıyor.

Sezai Karakoç hayattadır ama dünyada değildir

Dışarıda tarifsiz bir ikindi sonrası kızıllığı var; sadece bahar mevsiminde görülebilecek dingin ve ılık bir havaya henüz açmakta olan çiçekler ve taptaze yapraklar, yine sadece bahar için yaratılmış sevimli ve yaşamak hissiyle dopdolu bir esans katıyorlar.

Bronzlaşan ve gitgide kaybolan gün ışığı, yerini salondaki sarı lambalara iyice bıraktığı esnada biz de bir yandan ara sıra camlardan dışarıyı izliyor diğer yandan kulağımıza çalınan sözleri pür dikkat dinliyorduk. Prof. Bedri Gencer hoca, Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi’ndeki Kültür, Sanat ve Edebiyat Kulübü’nün 1 Mart Salı günü düzenlediği “Çağ ve Ağ: Çağın İçinde Ağın Dışında” etkinliğinde konuşuyordu.

Bedri hoca yıllar ve zamanlardan bahsediyor: “…Mesela İsmail Hakkı Bursevî, insan ömrünü dört çağa ayırır: Sabavet, şebabet, kühulet ve şeyhuhet.” Fes giyen çaycı, elindeki kulplu tepsiyle solumdan uzanıp kıpkırmızı bir bardak bıraktı önüme, ince ve zarif dumanlar yükseliyordu ortasından. Artık dikkatimi toplamak ve dinlemek için hazırdım.

Bu bildiğiniz dört mevsim gibidir: Bahar, yaz, sonbahar, kış. İnsanın ömrü diğer bir açıdan baktığımızda insanın tecrübesi, mebde’den (çıkış-başlangıç yeri), meaş (yaşama yeri) ve mead’a (dönüş yeri) bir ontik seferdir. İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur, bu yüzden denir. Biz aslında yetmişe gelince yedi yaşımızdaki hâlimize dönüyoruz. Bu bağlamda mead, son demek değildir; dönüştür, bir dairedir. İnsanın hareketi de kâinatınki gibi çevrim şeklindedir.”

İlk, orta ve son çağ gibi her merhaleyi anlatmak için kullanılan saeculum (İng: age, Tür: çağ-yaş) kelimesinin bugün kullanılan sekülerleşmenin kökü hâline nasıl geldiğini anlamakla işe başlamamız gerekiyor biraz da. Bedri hocaya göre sabahtan akşama herkesin -anca- konuştuğu sekülerleşme kavramının “bütün esprisi” burada yatıyor: Saeculum’da.

Tasavvuf, ömrümüzdeki baharın hakkını vermektir

Çağ anlamına gelen saeculum için ‘an’ olarak tercümenin de mümkün olduğunu söyleyen Gencer, bizatihi tasavvufun tarifi olan “hıfzu’l-evkat” kavramının zaman yönetimi anlamına geldiğini, esasen dinin özü demek olan tasavvufa böyle denmesinin sebebini de “dem bu demdir” kavrayışıyla hemen şu an'ın (an-ı hazır) hakkını vererek sonsuz an’a (an-ı daim) ulaşmayı hedeflemek şeklinde belirtti.

Başka bir deyişle, kendi ömrümüzdeki baharın hakkını vererek sonsuz bahara ulaşmaya deniyor tasavvuf.

Sekülerleşmenin kök kelimesi olan saeculum’un ne anlama geldiği sorusu ve aslında insanın zamansal boyutunu ifade eden genel bir kavram (çağ) oluşu bilgisinden hareketle, kavramın nasıl olup da bu zamana hasredildiği ve sekülerizm anlamını kazandığı problematiği de tasavvuf büyüteciyle bakılarak irdelenebilir: Dem bu demdir prensibi, “ancak yaşadığı an'ın hakkını verenler sonsuz an’a kavuşabilir” manasına geliyor: “İbnu’l-vakt olan ancak, ebu’l-vakt olabilir. Çünkü denir ki, vakit keskin bir kılıçtır ve sen onu kesmezsen o seni keser.”

Sekülerizmi, an-ı hazıra saplanıp kalmak ve an-ı daime ulaşma imkânını kaybetmek olarak açıklayıp sürdürüyor sözlerini Bedri hoca: “Sekülerleşmenin bayraktarı da Yahudilik ve Protestanlıktır. Onlar an-ı hazıra, kendi yaşadıkları bahara, meaşa ve dünyaya odaklanmaları, ‘dünya, ahiretin tarlasıdır’ hadisinin belirttiği mekân şuurunu kaybetmeleri sonucunda sekülerizme kaymışlardır.”

Herkesin ömrünün baharı olan gençliği hiç kimse ebediyen sürdüremiyor. Bu, baharın fani olan versiyonunu sürdürebilmek tam da Allah’ın ebedî bahar vaadinin oluşu sebebiyle mümkün değil. İşte Yahudiler’in yaptığı bu, diyor Gencer ve insanın, her mevsimin hakkını vererek ebedî bahara ulaşmaya çalıştığını ekliyor. Bu bağlamda Müslüman, ölümü Allah’a kavuşmak olarak gördüğü için ölümü korkuyla birleştiren bir anlayıştan da uzaktır: “Müslüman ölümden korkmaz. Çünkü ölümden korkmak Yahudiler’e hastır. Çünkü ölüm, likaullah-Allah’la buluşmaktır.”

Seküler dünya için ‘ex olmak’ anlamına gelen ölüm, bizim kültürümüzde ise “hakka yürüdü” şeklinde ifade edilmiş. Mevlana’nın, gelinin gecesi anlamına gelen “şeb-i arus” demesi ise ölümü kavuşma ve mutluluk olarak addetmenin önemli örneklerinden biri. (Ek bilgi: ‘Gelinin gecesi’ deniyor zira ölen nefistir ve nefis de Arapça’da müennestir.)

Dünya müminin zindanıdır ama niye?

Bedri Gencer hemen bütün konuşmalarında değindiği, “dinlerin ebedî sırrı” kader mevzusunun İslam’da bu dünyayla, Yahudiler ve Hıristiyanlar’da ise ahiretle yani inananların ahiretteki konum-adresleriyle ilgili olduğunu söylüyor. Kritik bir özet olarak; “onlar için ahiret, ilahî takdir âlemi; bu dünya ise beşerî takdire ayrılmıştır.” Müslümanlar için bu dünyaya taalluk eden kader, insanı rahatlatan bir şey: Men âmene bi’l-kaderi emine mine’l-kederi. (Kadere iman eden kederden emin olur.) Böyle başka bir formül-izasyon daha: El-hayru fî mâ veka’a. (Olanda hayır vardır.)

Onlar dünyanın, kendilerinin takdirine bırakıldığını söylediklerinden dolayı da cennetleri dünyadır.” ‘Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir’ hadisine bu bakımdan Abdülvehhab-ı Gazi’nin baktığı pencere, hadisin alışılagelen yorumunun dışında orijinal ve ufuk açıcı bir görüş içeriyor. Hadisteki ifadenin tamamıyla nisbî olduğunu söyler ve ahirette müminleri bekleyen sonsuz nimetlere göre dünyanın müminler için zindan, kâfirleri bekleyen çok elim ve şiddetli azaba göre ise onlar için dünyanın cennet olduğunu söylermiş bu veli; yoksa dünyanın mümin için kendine işkenceyi reva görmesi gereken bir yer olduğu anlamına değil.

Bu dünyaya odaklanmaları sebebiyle ölümden en çok korkanların da Yahudi ve Hıristiyanlar olduğunu söylüyor Bedri hoca. Hapşıranlar için halk arasında kullanılan, ‘çok yaşa bin yaşa’ ifadesinin dahi Kur’an’da Yahudiler için zikredilen, “bin yıl yaşamak isterler” beyanından geldiğini belirterek ekliyor: “Buna karşın Efendimiz aleyhisselamın tavsiyesi ise ‘yerhamukellah’ demektir.”

Sekülerleşmenin ölümle yakın ilişkisini anlatırken bu sistematiğin ölümü unutma üzerine kurulu bir mantığı olduğunu zikreden Gencer, kapitalizm ve pop kültürünün tamamıyla ölümden uzaklaşmayı destekleyici ögelerle beslendiğini fakat bizim kültürümüzde her şeyin ölümü hatırlattığını söylüyor. Çünkü ölümü hatırlamak Allah’ı hatırlamaktır. Eskiden şehirdeki yaşayış ve iskân tarzının da ölümle hayatı iç içe kıldığını belirtiyor hoca. Günümüzde dahi Suriçi İstanbul’unda çok sayıda lokal-küçük mezarlığa rastlayabiliyor olmamız, günümüze ulaşamayan çok sayıda örneğin de olduğu bilgisiyle birleşince bu düşünceyi daha güçlü biçimde destekler hâle geliyor:

Karacaahmet ve Merkez Efendi gibi mezarlıklar duvarlarla ayrılmamıştı ve insanlar içinden geçerek giderlerdi nereye gideceklerse, çünkü hayatla ölüm bir elmanın iki yüzü gibiydi. Ölüm, fenadan bekaya geçişin köprüsüydü ve yokluk değil, tam aksine sonsuzluğa ve Allah’a açılan bir kapı olarak görülürdü. İslam dâhil kadim kültür, ölümü hatırlama esprisine dayanır.”

Ümmetimizi anlamak için Yahudiler ve Hıristiyanlar anlaşılmalı

Ana hatlarıyla dünyevileşmeye temaslarının ardından, karşıtı uhrevileşme üzerine de konuştu Bedri Gencer. Doğduğu andan itibaren ölmeye başlayan ve “mebdeden meada yolculuğu süren insanın” serüveni için bu da önem arz ediyor.

Bu yolculuk için çok önemli iki kavramdan söz edilmeli: Refik ve tarik; yoldaş ve yol. Bunun ise dinî alanda ehl-i sünnet ve’l-cemaate tekabül ettiğini söylüyor Bedri hoca. Cemaat yoldaş, sünnet ise yol. Bu bakımdan, “er-refîk sümme’t-tarîk” (önce yoldaş sonra yol) formülü, bir cemaatin olmasının yola çıkabilmek için mecburî olmasını beraberinde getiriyor.

Bu ise belli bir ‘cemaat’ anlamına tam anlamıyla ve direkt olarak geliyor sayılmaz: “İnsan doğduğu anda zaten bir cemaatin üyesidir; buna teehhül diyoruz. Yani ehl-i beyt olmak, evinin ehli olmak. Sonrası ise teellühtür. Ehilleşen (teehhül) bunun akabinde ilahîleşir (teellüh). Dünya hayatı sefer, ahiret ise zafer; dünya hayatı sabır, ahiret hayatı zafer; dünya hayatı oruç, ahiret hayatı zaferdir.” Hatta o kadar ki, İbni Arabî gibi bazı âlimler, orucu dinin direği olarak görürmüş. Çünkü şeriat, sözler iken; hakikat, hâllerden ibaret. Sözler görülür iken hâller görülmez; namazın görülmesi ancak orucun görülememesi. Çok enteresan bir dikkat doğrusu.

Müslüman’ın dünyaya bakışını belirten temel kavramlardan biri de Bedri hocaya göre bugün anlamı pek bilinmeyen ‘zühd.’ Bu da hocanın hemen her temasında vurguladığı bir başka durumla ilgili: Arapça’nın Müslüman’ın anadili olmasıyla: “Çünkü Efendimiz aleyhisselamın eşleri bizim annelerimizdir ve onların dili de Arapça’dır. O hâlde dinen anadilimiz Arapça olur. Arapça ilim dilidir ve eskiler der ki, Arapça’sı olmayanın ilmi yoktur; bu sadece ilahiyat anlamında değil, tıp dâhil.”

Zira tıp, hikmet demek ve Kur’an’da geçen ‘hikmet’ için İmam Şafiî, sünnet açıklamasını yapmış. Yine Şafiî, ilimleri ikiye ayırırken “ilmu’l-ebdan ve ilmu’l-edyan” tanımlamalarını oluşturmuş ki bu bakımdan tıp okumak, ilahiyatın öbür yüzünü okumak anlamına geliyor. Bu, kulağa müjdeci geldiği kadar omuzlara da yük getiriyor: “Dolayısıyla Arapça bilmeden tıbba nüfuz etmek ve vâkıf olmak mümkün değildir.”

Gelelim zühde: Bu kavramın dünyaya ne yüz vermek ne de ondan yüz çevirmek anlamında değil, ikisinin ortasında durduğunu söylüyor Bedri hoca. Bu bağlamda dünya, zühd için ne Yahudiler’in cennet edinmesi ne de Hıristiyanlar’ın keşişliğe varan tavrı değil. Ümmetimizi anlamanın en iyi yolunun onu Yahudi ve Hıristiyanlar’la karşılaştırmak olduğu da tam burada önem kazanıyor Gencer’e göre: Çünkü onlar iki uç, biz vasat ümmetiz ve iki uca da kaymayarak dünyaya ancak hak ettiğini vermek, hakiki bir Müslüman tavrıdır.

Dünyayı olduğu yere oturtmak yani dünya konusunda adaletli davranmak, zühdün en geniş anlamda tariflerinden biri. Bunun şöyle bir tanımını da yapıyor Bedri Gencer: “Çağın içinde, ağın dışında olmak. Bunu ‘hayatta olmak ama dünyada olmamak’ şeklinde de ifade edebiliriz.” Hasan Aycın ya da Sezai Karakoç gibi ihlaslı büyüklerimiz için böylesi tanımlar karşılığını buluyor. Nakşibendiliğin umdelerinden ‘halvet der-encümen’ (halkın içinde ama hakla beraberlik) yahut sahip olmak ama esir olmamak da aynı minvalde ibarelerimizden. Ya da dervişin tarifi: El-fakîru lâ yemlikü ve lâ yümlekü. (Fakir ne sahip olandır ne sahip olunan.)

Dünyadan ahirete giden yolculuk, insanı birtakım afetlerden de koruyor, en başta kibirden; Gencer’in “bütün günahların anası” dediği kibirden. Abdülaziz Bekkine gibi bazı Allah dostları kibrin, küfür ve fısktan daha kötü olduğunu söylerlermiş. Çünkü kâfir ve fasık için hidayet mümkün iken kibirlinin hidayet bulması imkânsız gibi: “Âlimlerimiz, kibirli kimsenin ruhunu şeytana sattığını söylerler. Allahuekber diyoruz; yani Allah en büyüktür. Buna göre kibir, şirktir aynı zamanda.”

Sadullah Yıldız, düşünerek yazdı

YORUM EKLE