Geçen hafta Ürdün’den günübirlik ziyaretler için İstanbul’a gelen işadamı Arap bir ağabeyimizle Fatih Camii’nde bir öğle namazı sonrası tesbihatında oturuyorduk. Önümüzdeki sarıklı ve cübbeli, bembeyaz çehreli ve uzun, beyaz sakallı dedeye bakarken dostumun hüzünlendiğini fark ettim. Ayakkabılarımızı alıp iç avluya çıkmıştık, yürümeden önce durup şöyle dedi: “O yaşlı adam, bana dedemi hatırlattı. Merhum dedem de aynı öyle giyinen bir Osmanlı efendisiydi. Filistin’de yaşardı, iyi de Türkçe konuşurdu. Bu dedeyi görünce, sanki kendimi Osmanlı’nın son devrinde, dedemin yaşadığı yerde yaşıyormuş gibi hissettim.”
Sanırım bu duyguya az çok ortak olanlarımız vardır; en azından Fatih Camii’ne haftada bir iki defa uğrayanlarımızın aşina olduğu bir his bu. O camide sanki hâlâ her an Mustafa Sabri Efendi ve devrinin diğer uleması ders okutuyor. Sanki hâlâ devlet-i âliyedeki siyasî duraklamayı umursamayan bir ilim halkaları direnişi var orada. Sanki dünyadan kopuk, her an içine daha fazla çeken bir hoş atmosfer. Evet, Fatih Camii hâlâ böyle bir yer.
Ne çok hürmeti hak ediyorlar ve ne çok kıymetliler…
Pazar günü, Fatih Camii’nin atmosferinde bambaşka bir başkalık vardı. O munis havası daha bir derinleşmiş, içinde melül gözlerle kubbesini seyretme iştiyakımızı daha çok depreştiren o vakarı sanki artmıştı. Türkiye’deki en sağlam hafızları yetiştirmekle meşhur olan İsmailağa’dan neşet etmiş Kemal Efendi’nin talebeleri, on beş küçük hafızı daha huffaz ordusuna kazandırdıklarını duyurmak için Müslümanlar’ı camiye davet ettiler. Literatürde bu törene icazet merasimi deniyor.
Elbette halk teveccüh gösterdiği gibi, ulema ve eşraf da bigâne kalmıyor bu merasime. Osmanlı’da da böyle olurmuş; icazet verilecek çocuk, hem kendi hocasının (ve hatta hocasının da hocasının) hem de başka birçok âlimin huzurunda imtihan, sonra da takdir edilirmiş. Koca bir ömrü din-i mübine hizmetle geçirmiş ne çok insan var şurada; kısa ve titrek adımlarla aramızdan iki kişinin kolunda geçip mihraba doğru yürüyerek kendisine ayrılmış yere oturan Emin Saraç Hoca, yanında Emrullah Hatipoğlu, Yeşil Cami’nin meşhur hocası Abdullah Ustaosmanoğlu, kurra-i izamdan Abdullah Hatipoğlu ve Ramazan Pakdil, Hasan Efendi, Veli Efendi ve başka birçok isim. Ve elbette bugün icazet alacak hafızların hocalarının hocası Kemal Efendi. Zor zamanların büyük adamları ve on yıllardır İslam hizmetkârları. Ne çok hürmeti hak ediyorlar ve ne çok kıymetliler.
Cemaatte büyük bir merak ve heyecan var. Camiye girenler-çıkanların haricinde çok büyük bir topluluk, zaten sıkışık olan oturma düzenini daha da sık tutup yeni gelenlere yer açmaya çalışıyor. Hanımlar mahfillerden dinliyor, erkek cemaat ise avlu dâhil caminin tamamını doldurmuş. Öğle namazı sonrası Kur’an tilavetiyle başladı program. Hafızın okuduğu yer sanırım Yusuf Suresi.
Yükü ağır, zor bir vecibe
Samsun’dan merasime iştirak eden İhsan Şenocak Hoca, hadisler ve nebevî yaşayışa dair güzide örneklerle müzeyyen bir sohbet irat etti. Sultan Fatih’in huzurunda olmamızın da farkındalığını vurguladı İhsan Hoca ve biraz da güncel meselelere değinmeden edemedi; tıpkı eskiden olduğu gibi şimdi de Kur’an’ın, farklı yöntemlerle kuşatma altında olduğunu ve umudun Kur’an’a tutunmakla, kaynaklara yüzümüzü dönmekle mümkün olacağını söyledi.
“Buradaki hafızlar, Çanakkale’deki şühedanın dilinden dökülen dua oldu. Şimdi köylere kadar imam-hatip okulları açıldı. Medreseler açılıyor, Kemal Hocamızın talebeleri huzurunuza çıkıyor, şehitlerimizin duaları kabul oluyor.” Anadolu’nun şuur olarak ayağa kalkışı ve ayaklanışının İstanbul’un ayağa kalkmasına bağlı olduğunu anlattı İhsan Hoca. Bugün küresel güçlerin engellediği şeyin de İstanbul’un şahlanışı olduğunu söyledi. “Ya Rabbi, aynı safta namaz kıldığımız kardeşlerimizle kalplerimizi efendimiz aleyhisselam hürmetine yeniden birlik eyle.”
Sonra cemaatin arasından beyaz bir melekler birliği hâlinde kayıp giderek mihraba ilerleyen küçük çocuklar görüyoruz. Başlarından büyük sarıklar taşıyorlar, cübbeler giymişler ve en az otuz yaş olgunluğu bahşetmiş bu beyazlık onlara. Yüzlerinde bir ifade var; çok çalışmış olmanın yorgunluğu mu yoksa mutlu sonun saadeti mi? Pek belli olmuyor ama yürüyüşlerinde sadelikle karışmış bir ağırbaşlılık var. Sağ ellerini cübbelerinin ön tarafında, bel hizasına kavuşturarak ilerliyorlarken o anda Itrî’nin tekbiri büyük mabedin duvarlarına çarpıp kubbelerine aksediyor, dışarıya taşıyor. Şehir tekbirlerle dolup taşıyor: “Allâhu ekber Allâhu ekber, lâ ilâhe illallâh-huvallâhu ekber…”
Salâvat-ı şerifelere maşallah sesleri karışırken, minik ayaklarıyla cemaatin arasından yürüyerek mihrap önünde hocalarının huzuruna diziliyor hafızlar. Şimdi cemaatte başka bir heyecan çeşidi hâsıl oluyor: İmtihan saati. Ufak hafızlar, ezberlerinin kuvveti denenerek imtihan edilecekler. Bu da Osmanlı’daki icazet merasimlerinden tevarüs edilen bir âdet imiş. On beş hafızın her birine Fatih Camii İmamı Esat Şahin Hoca üçer soru sordu ve çocukların yüzündeki tek ifade, “En zoru bu muydu?” der gibi bir gizli bakıştı adeta. Elbette küçük ve anlık heyecan nöbetlerine şahit olmadık değil ama onları da birkaç bin insanın önünde teste tâbi tutulmanın azizliğine verelim.
Küçük hafızlar, çok zor bir süreci tamamlamanın ödülünü bugün aldılar; ancak bilmeleri gerekenin önlerinde daha zor bir sürecin varlığı olduğunu fark edecekleri vakit de uzak değildir inşallah. Birçok çocuğun oyunlar oynamaya henüz başladığı bir yaşta, oturup koskoca Kitabullah’ı sular seller gibi ezberlemek sadece lafta kolay olabilir. Şimdi sıra, unutmamakta. Sonra ezberlenenle amel etmekte ve sonra da bu ezberin, ümmete çözümler üretmekte duracağı konumu belirlemekte. Ne zor bir vecibe. Yükü ne de ağır bu ufaklıkların.
Kim bilir bugün Fatih Camii cemaatinin tamamı, çocukluğunun bir kere daha avuçlarının içine konması için nelerini feda ederdi. Bu “keşke”ye sadece, bugünün çocuklarına dünün çocuklarının sahip çıkmasıyla merhem olunabilir.
Bir yerlerde kadim âdetlerimiz korunuyor. Bu çok güzel bir iş. Bu şehirde gelip giden bir Osmanlı havası hâlâ yaşıyor. Bu da çok güzel bir his.
Sadullah Yıldız, bir anlık heyecanla yazdı