Süleyman Seyfi Öğün, uzun zamandan beri Fatih-Ali Emiri Kültür Merkezi’nde “Gündelik Hayatın Kültürel Yansımaları” üst başlığıyla konferanslar yapıyor. Birini kaçıran diğerine gelebilsin diye sevecen ve fedakâr bir inatla yapıyor epeydir.
10 Ekim Cumartesi günü sıcak bir öğle vaktinde -sıcak severler kıymetini bilsin, son bunlar inşallah- Süleyman hocayı dinlemek için vaziyet aldık Ali Emiri’de.
İnsanî olsa da Türkiye’de gerçekleştiği için gayet politik bir trajedinin vuku bulmasından biraz sonra mikrofon karşısındaydı hoca. Dolayısıyla anlatacağı konunun, ezberler ve ideolojiler mevzusunun iyi bir malzemesiydi bu durum aynı zamanda.
“Şimdi bir sürü açıklama duyacaksınız” dedi Öğün, bunlar ezberlenmiş sözlerden oluşurlar, üzerinde düşünülmüş sözler ve cümleler değildirler; insan hakları, demokrasi, savaş, barış. Bunun sağlamasını şöyle yapmak mümkün: Herhangi bir gün bir gazetede yer almış cümlelerin kaçta kaçı düşünülerek sarf edilmiştir, özenli bir şekilde oluşturulmuştur ve ne kadarı ezberdir: “Gitgide daha ezber bir dille yaşıyoruz, daha günlük. Bu bir zahmet gerektirmiyor, genel bir insanlık lümpenleşmesi/tembelliği ve ezber diller üzerinden günlük hayatta pozisyon alma bu.”
Solda/solcu olmak ya da sağda/sağcı olmak
“Aslında ben de bu siyasal ezberler üzerine konuşmak istiyordum” dedi Süleyman hoca ve devam etti: “Herhâlde 1789 civarında yaşasaydık yeni bir dille karşı karşıya olduğumuzu kestirebilirdik, bu da heyecan verici bir şey olurdu.” Zira dili insan olarak biz icat ediyoruz fakat bununla birlikte onu heyecanlarımızla inşa edip sonra da konuşurken bilahare heyecanlanıyoruz. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik… Mezkûr tarihten önce bu kelimeler kullanılmıyor muydu peki? “Tabii ki kullanılıyordu” diyor hoca ama bunu ancak “yeni söylemin parlaklığını biraz geriye çektiğimiz zaman anlayabiliyoruz.” Dolayısıyla özgürlük yeni bir şey. Eşitlik eskiden de söyleniyordu ancak o tonu hedefleyerek değil, daha başka bir amaçlaydı. Kronolojik olarak 18. yüzyıl denen ve 1789’la başlayıp -hocanın da katıldığı Hobsbawm tespitiyle- 1945’e kadar geçen bu zamanın baş döndürücü olduğunu ifade ediyor Öğün; bu yeni dil dolayısıyla.
Bu yeni dilin içinde ele alınması gereken evvela bazı basitlemeler olduğunu ifade ediyor hoca. Mesela solda/solcu olmak ya da sağda/sağcı olmak konuşulurken bu ana gövde. Sağcı olmak konuşulduktan sonra altına inilebilir; muhafazakârlık, milliyetçilik vesaire. Bizim işlerimiz ve konumumuzun hâlâ böyle ayrıldığını, etkilerinin bittabii 19. yüzyıldaki kadar olmadığını ve zaten bu kavramların da ayaklarının o zamanlar yere bastığını söyledi Seyfi Öğün. Solda olmak, aşağıdan yana olmak ve dünyaya aşağıdan bakmak -dolayısıyla hiyerarşide yer almayanı değerlileştirmek- anlamına gelirken sağda olmak ise dünyaya müesses bir tarih ve devletten bakmak oluyor(du). “Ancak müesses ve yukarıdan bakışla -ki Rönesans’ın etkisi vardır- aşağıdan ve müesses olmayandan (kurumsal-sivil ayrımı yapılabilir) bakmak kadar önemli bir ayrım da organik bakmakla organik bakmamaktır.”
Sözgelimi sağda, birimler küçülerek aileye kadar iniyor. Bir sağcı ister müessese ister devlet itibariyle olsun organik düşünüyor; aileyi seviyor, üstünde ulusu, sonra da devleti seviyor. Ama mesela skala aileden başlıyor ve bunun altında birey yok. Peki bunlardan hangisini daha çok sever? “Artık o biraz da meşrebine kalmış” diyor hoca. Anglosaksonlar aileyi ulustan ve devletten daha çok severken kıta Avrupası'ndaki sağcılar daha devletçi. Bunun organik bakışın mikro ya da makro bakışla tezahürünün bir gereği olduğunu belirtiyor Öğün. Fakat bu durum solda yok. Hem solcu hem devletçi olmak mümkün değil; “ya anarşistsinizdir ve bireyi iyice merkeze koyarsınız, ya liberalsinizdir -ki burada benzeşirler- veya narodnik/popülistsinizdir, bireyden önce topluluğu koyarsınız ama onu muz gibi bütün kurumsal bağlarından soyarak koyarsınız.” Bu sonuncusunun asla ‘ulus’ demeyeceğini çünkü bunun ‘gittikçe organikliği okşayan bir şey hâline geleceğini’ ifade etti hoca: “Ama halk dediğin zaman öyle değil.”
Bu ezber Türkiye’de artık işleri zora sokan bir etken
20. yüzyılın başında bu temel ayrımın başına olmadık işler geldiğini söyledi Süleyman hoca. Çünkü bu yüzyıl, tarihin dönüştüğü bir zaman dilimi. Reel olarak “II. Genel Savaş”tan (1945) sonra başlayan bu zaman diliminde organik düşünmekle inorganik düşünmek arasındaki farklar belirsizleşiyor ve “20. yüzyılı belki de en fazla karakterize eden şey bu.” Ortaya çıkan ‘sosyal demokrat’ tabiri ise hocanın deyişine göre bu karakteristiği somut olarak karşılayan bir örnek. Bu söylemin merkezî noktasında devlet var. İlginç değil mi, diyor ve devam ediyor hoca: “Tuhaf değil mi? Hâmi devlet, bani devlet, veren devlet, dağıtan devlet, devlet devlet… kamu marifetiyle yapılan transfer harcamaları… Ve liberaller artık o kadar da devlet düşmanı değildir, eskisi kadar da bireyci değildirler. Sosyal liberalizm diye bir şey çıkmıştır. 20. yüzyılın ‘bulaşık’ kavramlarından bir tanesi. Bu yüzyıldaki ideolojik ayrımlara hiç aldanmamak gerekiyor. Batı ile Doğu arasındaki 20. yüzyıl farkı, basit olarak, birinin (Batı) transfer harcamaları dolayısıyla tam istihdamı sağlaması, Doğu dediğiniz bloğun ise yeniden bölüşümü olmadan bunu yapması; onun için biri otoriterdir, diğeri daha demokrat görünür.”
Köpüren ideolojik kavgaların haritadaki yerini bulmakta zorlandığımızı, hâlbuki 19. yüzyılda bu durumun böyle olmadığını söyledi Süleyman Seyfi Öğün. Bugün Türkiye’deki siyasal partilere sorsanız her birinin kendini ya sağ yahut sol olarak konumlandıracağını ifade etti ve biraz da yorulmuş bir sorgulayıcı edayla ekledi: “Peki bu ezberin bugünkü durumu nedir?” Hocanın dediğine göre bu ezber Türkiye’de artık işleri zora sokan bir etken. Kendisinin devlet yetkililerine hem vicahen hem de kalemiyle ‘sağcılaşma’ uyarılarını defaaten yaptığını da söyledi hoca.
Sarkozy denen adamın her tarafı sağcı olsa ne olur?
Bundan böyle solcu-sağcı olmanın, bilumum ideolojik görüşlerin hükmünün ortadan kalktığını deklare eden bir zaman, 20. yüzyıl. Artık daha reel meselelerimiz var çünkü, diyor Süleyman hoca: “Mesela çevre. Cinsiyet problemleri, kadının konumu, eşcinseller ne olacak? Rusya’ya gidin, Petro’dan Stalin’e sanayileşme iklimi mahvetti, koca Aral gölü yok!” Sosyalist ülkelerde söylem cihetinden çok daha korumacı-eşitlikçi bir dille himaye edilen ‘kadınlar’ı da bir mesele olarak mercek altına alıyor Öğün: “İşçi-emekçiler filan ama o sınıfsal bakışın içinde kadın kayıp. Moskova’ya gidin, inşaatlarda kadınlar çalışıyor. Kadına şiddet; Komünist parti mensubu adam eve akşam gelip karısını bi’ güzel odunluyor. Zaten Marks’ın başı kadınla beladadır. Özel hayatına da bakın, kadınlarla ilişki kuramayan bir adam. Eşcinseller zaten lanetli; hem dinî-geleneksel anlamda hem bundan daha beter olarak Viktorya ahlakı tarafından. 20. yüzyılın vaat ettiği, ideolojik ayrışmaların bırakılması ve kimlik meselelerinin, ‘çevre’nin, baskılamaların yok saydığı fakat hâlen var olmaya devam edenler.”
Burada başka bir ayrıntı var. Bu sorunlar bir süre sonra otonom sorunlar -sorun olarak sorunlar- hükmünü kaybediyor ve hepsi karşımıza yeniden sağcılaştırılarak ve solculaştırılarak çıkıyorlar, Öğün’e göre. Toksik etki de tam burada başlıyor. Avrupa’yı iyi bilen ve Avrupa karşısında peşin hükümlerini sorgulamakla problem yaşamayan yazarların bu sorgulamayı iyi yaptıklarını, böylesi kalemlerin olduğunu ifadeyle örneklendiriyor: “Mesela bugün Fransız sağı kazandı ya da Almanya’da Merkel’in iktidara gelmesiyle Alman sağı iktidara geldi deniyor. Ya da İtalya’da Berlusconi.” Evvela kalite konusunda bu örneklerin yeterli ve vasıflı olup olmadığı hususu var.
“Sarkozy denen adamın her tarafı sağcı olsa ne olur? Sağcı dediğiniz adamlar dinlenir adamlardır; beğenin ya da beğenmeyin. Mesela De Gaulle. Mesela Churchill.” Bu vasıfsızlaşmanın yanı sıra birtakım ‘falsolu adamlar’ın sistematik olarak siyasetin içinde sağcı diye dolaşmaya başladıklarını dile getirdi Öğün.
Solcularda da durum daha iyi değil. Solcu isimlerin konuştuklarında iyi ya da kötü; ama ağırlığı olan şeyler söylediklerini, yapa yapa en son Çipras’ı çıkarabildiklerini ve spectaculer, Akdeniz yakışıklısı bir görüntüyle birlikte kalitesinden emin olabilmenin de mümkün gözükmediğini anlattı hoca. Bir solcu lider. Ama yaptıklarını masaya yatırdığında Öğün, çok da bir ‘solcu lider’le karşı karşıya olmadığımız görüşünde: “Dünya sermayesinin sıkıştırması sonucu bir referandum yaptı, o halk oylamasından aldığı ve esasen de tam istediği şekildeki oy oranıyla müzakerelere katıldı.” Bunun ardından aymaz şekilde yaptığı işin tam olarak Papandreu’nun (sağcı lider) dediğinden farklı olmadığını ifade etti Süleyman Seyfi Öğün.
Zinofobik duyarlılıklarla narodnik duyarlılıkların çatıştığı bir iklime geçtik
Zaten Öğün’e göre Güney Avrupa’yı dışında tutmak kaydıyla Orta ve Kuzey Avrupa’da sol olmanın hiçbir pratik karşılığı yok. Yaptıkları tek bir şey: Popülist geçmişlerinin getirdiği refleksle aşağıya angaje olmak. Avrupa’da solcuyu tanımanın yolu şu: Mesela Almanya’daki bir sosyalist partiye Türkiye’den gidip “ben Türkiye’de ızdırap çekiyorum, dövüyorlar beni” demek ve onun da “öyle mi, gel kardeşim” diyerek gelenin başını okşaması. Hoca’ya göre bunun kökeni Hıristiyan acıma kültürüne dayanıyor ve burada bir dünya okuması ya da bir kavrayış biçimi vesaire söz konusu değil. Hâlbuki bunların 19. yüzyılda cari olmakla birlikte şimdiki durumun aktüel ve yaralı durumlara müdahaleden ibaret ve ‘hemen sahiplenme’ refleksiyle sürdüğünü ifade etti Öğün.
“Peki sağcı olmak nedir Avrupa’da? Bir tek semptomu, sendromu var: Yabancı düşmanlığı. Bu kadar. Arap’ı, Türk’ü sevmemek, gelmesinler demek; zinofobia. Zinofobik duyarlılıklarla narodnik duyarlılıkların çatıştığı bir iklime geçtik. Ama bu hâlâ sağcı ve solcu olmak diye söylenir.” Süleyman Seyfi Öğün’e göre bu sadece birtakım hassasiyet, rahatsızlık, kompleks ve tutarsızlıkların ezberi ve siyasal dile tercümesi. Artık “bu iş bitti” diyor hoca ve ideolojileri kastediyor. 21. yüzyılda doğan fırsat ise meselelere onların orijinalitesi üzerinden bakmak ve bunu hallederken başka meselelerin doğmasına mahal vermeden yapmak. Daha doğrusu bu aşamaya gelmedik henüz. Bu yapmanın imkânları üzerinde düşünmek için fırsatımız olduğunu söylüyor hoca.
Süleyman hocanın Avrupa bağlamında anlattığı birçok tespitinin Türkiye’deki aktüel siyaset üzerindeki karşılaştırmalı örneklerini duymak en az meselenin teorik tarafı kadar ilgi uyandırıcıydı; birçoğunu burada zikretmek mümkün olmasa da. Avrupa için geçerli olan sağcılık ve solculuğun birçok güncel problematiğe anlık pansuman için kılıf niyetine kullanılıyor olması durumu bizim ülkemiz için de geçerli; ülkedeki meselelerin çözümünde sağcıların konumlandırması ve solcu diye geçinenlerin yaptıkları aslında ne bir tarafın konumlandırması ne de diğer tarafın yaptıkları.
Çapraz okumaların başlangıcı olması gereken enfes bir cümle çıktı hocadan. Sağcı-solcu derken daha üst bir boyuttan ele alıyordu konuşmasını: “İki karşı tarafın” dedi Süleyman Öğün, “birbirini hangi noktada emzirdiğini görmeden entelektüel hayat başlamaz.”
Sadullah Yıldız dikkatle dinledi