Dil ve Edebiyat Derneğinde bu Cumartesi sohbetlerinde Şair Ömer Erdem konuktu. Şiirin Türkiye’nin neresine dokunduğu hususu konusunda derin sorunlara değinmekle birlikte umutlu bir yolculuğun bizi beklediğini belirtti. Konuşma sonrasında bahçede çay eşliğinde sohbet koyulaştı.
Ömer Erdem bir süredir mümkün olduğunca konuşma takvimi oluşturmaya çalıştığını söyledi. Bu çabaların sonunda konu başlığının da ‘Şiir Türkiye’nin Neresine Dokunur’ olduğu bir seri hazırlamış. Bu konuşmaya da İstanbul’dan başlamanın doğru olduğunu düşünmüş ve ilk durak olarak Dil ve Edebiyat Derneği seçilmiş. Bu toplantılar ikinci olarak Bursa, daha sonra İzmir’de düzenleneceğini sözlerine ekledi. Akabinde Ömer Erdem şınları anlattı:
Şiir Türkiye’nin neresine dokunuyor?
İki şeyin zihinde ayrışması gerekiyor. Türkiye’den ne anlıyoruz ve şiir bu anlamın neresine düşer? Bugün Türkiye’de şiir dediğimiz zaman makul bir şey anlamıyoruz. O yüzden şiirin Türkiye’nin neresine dokunabileceği konusunda bu durum geçmişten haz almayı, referansı gerektirir. Hz. Mevlana, Anadolu’ya geldiğinde şiir okumaya başladığında eleştiriliyor. Bu adamın babası âlim, tekkede yaşardı diyerek sesler yükseliyor. Hz. Mevlana da burası Rum ülkesidir, buranın ruhu şiirdir. Çağın ruhu olduğu kadar, coğrafyanın da ruhu vardır. Türkiye’nin ait olduğu coğrafya şiir coğrafyasıdır. Türkler kendilerinden önceki kadim medeniyetlerin üzerinde başka bir medeniyet kurabildilerse bu şiir sayesinde olmuştur, dedi.
Şiir dendiğinde Yunus, Mevlana, Muhibbi akla gelmelidir. Şehzade Mustafa’nın öldürülmesine arkası dönük şahitlik eden Kanuni gelmemelidir. Anadolu toprakları bu şiirle, bu dille yoğrulmamış olsaydı, Büyük İskender’in ordusundan geriye ne kalırdı. Hindistan’ a kadar gitti, peki bu askeri ruhun, gücü nerede yaşıyor? Hangi şehre hangi nehre baktığımızda o ruhu görüyoruz? Cengiz’in orduları Viyana’ya kadar gitti, asker olarak iyi askerdi. Cengiz’in İmparatorluğu’nun ruhunu nereden okuyacağız.
Anadolu’ya nasıl geldik?
Bu sözlerden sonra Ömer Erdem Türklerin Anadolu’ya gelişini tarihsel olarak incelemeye başladı. Türkler 9. ve 1o.yy’larda Anadolu coğrafyasına geldiler. Kendinden önceki medeniyetler var, onların üzerinde tutunma mücadelesi var. İnanç, tasavvufta gerçekleştirilirken şiir dili geliştiriliyor.
Erdem, evrensel ölçekli şiir dilini, Divan şiirinde göreceğimizi söyledi. Divan Şiirinde bir yandan Arap Dili ve İslamiyet bir yandan kadim İran kültürü var. Bu ikisi arasında nasıl özgün bir şeyler geliştireceğinin kaygısı var. 15.yy’da Ahmet Paşa, Necati Bey’e baktığımızda Türkçe Şiir’in Arap ve İran etkisinden çıktığını görüyoruz. Bu noktada dil ve o dilin mayalanması gerçekleşmiştir. Size Türkiye’ de varoluşunuzun karşılığı nedir diye sorduklarında buna rahatlıkla şiir diyebiliriz. Bugün şiir Türkiye’nin neresine dokunur diye düşünürken tarihsel perspektif edinmek zorundayız. Bunu kalabalıkta nutuk atan politikacıların dışında düşünmek gerektiğini söyledi. Onlar şiiri duyamaz, şiir onlara dokunmaz. Şiir kalabalıklar sanatı değil, ruh ve insanlık sanatıdır. Karşısında kimse olmasa da konuşma ihtiyacıdır.
Manevi büyüklerden mısralar...
Toplantıların manevi bir tarafı varsa ya Yunus’un bir mısrasını okuyacağız, Mehmet Akif’in şiirini dillendireceğiz, Necip Fazıl’ı maske olarak takacağız. Bu insanlar Ahmet Haşim’i anmazlar. Ahmet Haşim ile buluştuğumuz zaman dil yoluyla kanatlandığımızı hissederiz. Şiirin Türkiye’nin heyecanlarına, komplekslerine dokunmasın, buna karşıyım. Bizim şiir ve şairle iletişim kurmakta esaslı bir sorunumuz var. Türkiye’de şiir kimsenin umurunda değil. Şiiriyle var olma çabasında insanlar bir şeyler söylemeye çalışıyorlar. Bir öneri olarak Türk Şiirinin ortasında olan Behçet Necatigil’e bakmak gerekiyor. Behçet Necatigil, çocuklarına kahvaltı sofrasında peynir bulabilme kaygısını yaşamış insandır. Behçet Necatigil’in şiirinde kademe kademe insanın yaşantısını bulabiliriz. Kendi şartları içinde toplumu yakalayıp bunları ortaya koyabilir. O zaman dokunması gereken yere dokunur. Behçet Necatgil’in hangi insana ne söylediğini bulabiliriz.
Ömer Erdem, şiirin insana doğru çoğalması gerektiğini söyledi.Ve devamında şunları ilave etti: İngiliz, Yunan, Portekiz edebiyatlarında Türkiye’de kurulmuş şiir yok. Tanzimat’tan bu yana geliştirdiğimiz tek şey edebiyattır. Türk Edebiyatında ellişer şiir kitabı, roman, deneme kitabını insanlığa armağan edebiliriz. Modern Türk Edebiyatı bu derinliğine sahiptir. Ömer Erdem, Amsterdam’da Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar kitabını Daç diline çevrildiğini gördüğünü ve bunu çok önemli bir ayrıcalık olduğunu dile getirdi. Türk Edebiyatının bu derinliğinin farkına varılmamasını fark edemeyenlere kızdığını ifade etti.
Şiir Türkiye’nin acısına dokunur
Şair dediğimiz kişi anlaşılması zor, dengesiz varlıklardır. Korunması gereken bir kelaynak gibi… Burada tarihsel bir suç var. Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’ un verdiği ahlak sınavını kimse vermemiştir. Ya ensesinden tutulup hapse tıkılıyor ya da o görmezden geliyor. Bu kadar tarihsel ve aktüel, sonunda ülkede dönüp edebiyata bakılmaması ayıbın ta kendisidir.
Şiir Türkiye’nin acısına dokunur. Şiir Türkiye’nin kalbine, gençliğine dokunur. Sezai Karakoç’ un gençlik üzerinden topluma dokunuşunu kimse yapamaz. Neden böyle? Çünkü hakikatle karşılaşmak istemiyoruz. Hakikatimiz şu, her şey kötüye gidiyor. Ömer Erdem hastane önlerine gittiğini, adliyelere gittiğini söyledi. Hayatı olduğumuz yerden karşılarsak her şey güzel. Ama bunun peşinde değiliz, biz insanın daha insan olmasını istiyoruz. Varlığımızın özünü, inanca, aşka yapabileceğimiz şeylerde daha özgün daha güzel yaşayalım. Türkiye’ de şiir, Türkiye’nin ikiyüzlülüğüne dokunur. Biz kendimizle yüzleşemiyoruz. Bir kahramanı anlatsın şiir bize. Oysa insan kahraman değildir. İnsan bir muammadır, sonsuzdur. Bunu da bize gösterecek şiirdir. Bu kahramanlık şiirlerinde bizler bu heyecanla kalırız. Hepimizin hayatı bir ordunun gelip gidişine benzer. Kendi kendine şair olmanın başka bir şey olduğunu belirtti Ömer Erdem. Şiirle bağlantım olmasaydı, kendimi bu kadar anlamlı hissetmezdim. Hayatımda karşılığı olarak şiiri görüyorum. Bunu benden önce yazan şairlere ve benimle yazan şairlere borçluyum, diye ekledi.
Şiir, şairden okura akar
Şiir milletin kimliğini ortaya çıkartır. Açıkçası şiirde milliyetçi bir duygu algılamıyorum. Şiir ontolojik bir şeydir. Dil ve şiir ontolojiyle iç içedir. Zamanın dar aralıkları şiiri politikaya sıkıştırmış durumdadır, dedi. Bir şair şiirini yazdığında, bir mısrada ses ve anlam bütünlüğünden doğan çağrışımlar, salınım hükmü taşır. O kelime varabildiği tüm kadim zamanlara dayanır ama yine de burada durur. Şairler keşif insanlarıdır, geleceğe dair de bir şeyler söylerler. Kelimelerin şiirde sonsuz yolculuğunu takip etmek gerekir. Bu yüzden benim şiir kitaplarımdan birinin adı ‘evvel’dir dedi. Bu kelimenin yerine başka bir kelime konsa olmuyor. Bu kelimeyi karşılamıyor. Bu salınımı sağlar. Şairin yapmış olduğu şeyi okuyucu devralır eğer devralmazsa işe yaramaz.
Şiir kafiyeden, heceden, aruzdan ve tüm şeklî şeylerden üstün bir şeydir. Bazen bu aruzla, bazen heceyle bazen de hepsiyle olur. 16.yy’da şiir yazıyor olsaydık elbette aruzla yazıyor olacaktık. Çünkü zaman bunu gerektirecekti. 21.yy’da yaşıyoruz ve şair kendisini bir çağın içinde bulur. Varsa yüksek kabiliyeti olur. Modern şair, aruzun sesini, hecenin tadını bir arada taşıyabiliyorsa bu zenginliktir. Turgut Uyar’da hem aruzu hem heceyi bulabileceğimizi söyledi. Önemli olan şiirde şekil değil, şiirin bize bir şeyler söylemesidir. Seminerde son olarak Ömer Erdem şair ve şiire verilmesi gereken önemin yerini bulması gerektiğini söyledi.
Programdan sonra çay sohbeti
Seminer sonunda Ömer Erdem’e çini hediye edildi. Dil ve Edebiyat Derneği’nde bir cumartesi klasiği olarak kuru fasulye ve pilav vardır. Konuşmayı dinleyenler afiyetle karınlarını doyurdu. Tabi daha sonra bahçede çay eşliğinde Ömer Erdem ile sohbete koyulduk. İçten ve samimi bir şekilde bizlerle sohbet etti.
Bu çay sohbetinde de sayın şairin söylediklerinden notlar tuttuk: Ömer Erdem, şiirle ilgilenen kişilerin sosyo-ekonomik konuda rahatlaması gerektiği konularına tepkili olduğunu söyledi. Türkiye’de şiiri, romanı eleştirebilecek bir terminolojinin kurulmadığını ifade etti. Biz Türk romanını, insanı günahkâr doğan bir varlık olarak tanıtan ve Hıristiyanlığı yeniden inşa eden Dostoyovski’nin Suç ve Ceza’sıyla, Karamazov Kardeşleriyle ölçüyoruz. Batı’nın terminolojisini kıstas aldığımızda saçma şeyler oluyor, dedi. Şiire başlamak için birine benzemenin gerekmediğini söyledi. Bunların sadece bir baskı unsuru olduğunu belirtti. Yalnız kalma ile ilgili yaptığımız konuşmada ise ‘kelimeler oldukça yalnız değiliz’ diye ekledi. İnsanın benliğinden kaçma çabasından ve bunun en zor çaba olduğundan konuştuk. Son olarak Erdem şunları söyledi: Hakikatli bir şair olmak bir doktor, mühendis olmaya benzemez. Bu başka bir şeydir. Derin, karmaşıktır. Ama denildiği gibi ilham ile şair arasında öyle durgun bir bağ yoktur.
Ömer Erdem’ i tanımanın verdiği bir sevinçle, Ömer Erdem’den tekrar görüşme sözü alarak Eyüp’ten ayrıldık. Şaire ve şiire düşkünlüğümü kamçılayan bir hasbihalden aldığım mutluluk, gelecek için umutlu olmamız gerektiğini öğretti bana.
Sevde Kaya haber verdi