Medreseler Kapatıldığında Çok İyi Çalışır Durumdaydılar

Fatih Camii'nin külliyesine ait olan ve Fevzipaşa cihetinden ulu mabedi seyreden Akdeniz medreseleri (Sahn-ı Seman medreselerinin bir bölümü), uzun restorasyon sürecinin ardından hizmete açıldı. Etkinlikte Mehmet Genç, Mefail Hızlı ve Mehmet İpşirli hocalar da konuştu. Sadullah Yıldız, bu konuşmalardan notlarını aktarıyor.

Medreseler Kapatıldığında Çok İyi Çalışır Durumdaydılar

Masmavi gökyüzü, serinleten bahar rüzgârı, yaz sonunda görülemeyecek denli açık ve tertemiz tonda yeşilliğiyle çırpınan çınar yaprakları, açmaya hazırlanan manolyalar ve yayılan yasemin kokuları altında koşuşan yavru kediler… Mehmed Tahir Ağa’nın muazzam eseri Fatih Camii’nin avlusu mayıs ayında, başka zamanlarda olduğundan daha neşeli, capcanlı, nezih.

Dahası var: Caminin külliyesine ait olan ve Fevzipaşa cihetinden ulu mabedi seyreden Akdeniz medreseleri (Sahn-ı Seman medreselerinin bir bölümü), uzun restorasyon sürecinin ardından hizmete açılıyor. Yeni dönem hizmetini uhdesine alan İlim Yayma Cemiyeti, sahasının uzmanı birkaç ismi davet ederek açılışı en manidar şekilde taçlandırdı ve medreselerin tarihinden kesitler sunulan bir program 12 Mayıs Cumartesi günü icra edildi. İlk oturum olan “Medrese Çalışmalarının Geçmişi, Bugünü ve Geleceği” kısmında Mehmet Genç Hoca panel başkanıydı, onu dinleyemedik ancak Mehmet İpşirli, Fahri Unan ve Mefail Hızlı gibi alanın markalaşmış simaları mikrofon başındaydı.

İlim ve kültür âleminde dinamizmi temsil edecek bir bilim meclisi ortaya çıkarılacak

Açılışta bir selamlama konuşması icra eden İYC Genel Başkanı Yusuf Tülün Bey, nice büyük âlim ve edibi yetiştiren bu medresenin, geçmişindeki -kelimenin tam manasıyla- şanlı hikâyesine karşın, “geleneğin ve ideallerin nisyan kuyusuna atıldığı bir devrin hercümerci içerisinde işlevini yitirmiş ve yıllar boyunca terk edilmiş” olduğunu söyledi: “Mazinin ihyası ve atinin gayretle inşası için din ve tarih şuuruna sahip devlet adamlarımızın katkılarıyla Sahn-ı Seman yeniden açılmak üzere restore edildi. Şimdi İlim Yayma Cemiyeti olarak tarihî bir sorumluluğu yerine getirmek üzere vazife başındayız. Sizlerin de şahitliğiyle beş yüz elli yıllık ilim yuvası Fatih medreseleri tekrar hayata geçiriliyor. Geleceğimiz olan genç dimağları yetiştirmek için Sahn-ı Seman medreselerini tekrar ilim dünyasının hizmetine sunmaya hazırlanıyoruz.”

Bugünden sonra bir yandan İslamî ilimlere dair araştırmaları ve medrese müessesesi hakkında özgün çalışmaları yürütecek, diğer yandan ortaöğretimden lisansüstü seviyeye kadar çok tabakalı bir öğretim gayretini üstlenecek olan merkezin, her yıl yüzlerce öğrencinin faydalanacağı bir fonksiyonla hizmet vereceğini söyledi Tülün. Ayrıca Sahn-ı Seman medreselerinin yeni pozisyonunu da pergel metaforundan istifade ederek açıkladı: Bir ayağını kendi medeniyetine sabitleyip hareketli ayağıyla dünyaya açılacak bir yöntem sayesinde, ilim ve kültür âleminde dinamizmi temsil edecek bir bilim meclisini ortaya çıkarmak.

İdeal insan tipinin inşasına yönelik ümitlerin, rüyaların ve niyetlerin bir yansıması 

Fatih Sahn-ı Seman İlim Heyeti’nin Başkanı Eyyüb Said Kaya Hoca, 94 senelik kesintinin ardından yeniden ilim faaliyetlerine kapılarını açan medresenin, inşa edildiği zamanlar devrinin ihtiyaçları ve problemleri karşısında yüksek bilgi örgütlenmesinin, yeni bir elit anlayış ve âlim tipi geliştirilmesinin, Osmanlı’nın bu minvaldeki dönüşümünün bir numaralı şahidi olduğunu söyleyerek sözlerine başladı.

Osmanlı’yı Horasan medreseleri, Şam-Kahire hattındaki ilim müesseseleri, Maveraünnehir medreselerinden farklılaşmaya sevk edenin yeniliğe karşı nasıl bir âlim ve medrese tesis edilebileceği sorusu olduğunu söyleyip şöyle devam etti Eyyüb Hoca: “Sahn-ı Seman kapılarını yeniden açarken biz de aynı sorunun cevaplarını fakat bu sefer, bugünün şartları içerisinde aradık. Bu tarihî mekânı ortaya çıkaran arayışı-soruyu günümüz dünyasının koşulları altında cevaplamaya çalıştık. Bugünün Sahn-ı Seman’ı, günümüz dünyası hakkında idealize ettiğimiz yetişmiş insan tipinin inşasına yönelik ümitlerimizin, rüyalarımızın ve niyetlerimizin bir yansımasıdır.”

Başta İslam ilimleri olmak üzere günümüzün idrakine yaklaştıran ilimler etrafında şekillenen Sahn-ı Seman’ın içinde çeşitli birimleri barındıran, uzun soluklu ve kapsamlı projeler ihtiva eden bir yapıda olacağını belirterek aynı zamanda önemli bir özellikten de bahsediyor Kaya: “Biz bu merkezi, mensuplarına tek taraflı bilgi aktarımı yapacak bir yer olarak görmüyoruz.” Aksine, diyor, birbirlerinin gelişimine katkıda bulunan ve birlikte üreten insanların bir arada bulunduğu ilmî muhit olmasını arzu ediyoruz.

Müessesenin kapsamı hakkında da sadece bir grup öğrenciyi içine alıp kapılarını kapatan bir kurum olmayacağını söylemesi fikir veriyor. Üst düzey metinler, klasikler ve kalburüstü meselelerin ele alınıp paylaşılabileceği müessesenin bütün İstanbul için yeni bir ilim meclisi olarak tasavvur edildiğini ifade eden Eyyüb Hoca, Sahn-ı Seman’ın bu yeniden tasarlanışındaki öğretim karakterini şu cümleleriyle resmediyor: Türkiye’nin ve dünyanın birikimine açık, tekelci olmayan, sadece ilahiyatta değil beşerî-sosyal bilimlerin her dalından insana hitap edecek, sadece belirli bir çevreye değil uluslararası ilim dünyasına seslenecek kalitede bir merkez.

Sonra da işin belki en nadir bulunan aşamasını söyleyerek devam ediyor Eyyüb Said Kaya: “Şimdi bu idealleri hayata geçirmek için, ömrünü ilimle hemhâl olarak sürdürmeye niyetli olan, güncel çekişmelerin getirdiği kısırlıklara kendini mahkûm etmeyen, İslam ilim geleneğiyle sahih ve sahici bir ilişki kurmaya çalışan gençlere ihtiyacımız var.”

Modern bilim devrimiyle üniversitelerin gelişmesinin birbiriyle hiç alakası yoktu

Oturum yöneticisi olarak ilk sözü alan, Osmanlı tarihinin kıdemli emektarlarından Mehmet Genç Hoca, “İslam’ın medeniyetler içinde ilk defa ilme en yüksek rütbeyi vererek gelişmeyi sağlamış olduğu herkesin malumudur” diyerek kısa takdimine başladı: “Ama günümüzün modern ilmini, bilim devrimini ifade eden süreci biz İslam’la başlatamadık; belki ramak kalmıştı ama meşaleyi Avrupa ele aldı ve orada 16-17. yüzyılda bilim devrimi diye bilinip tartışılan dönüşümü gerçekleştirdiler.”

Bu devrimin tüm Avrupa’nın müşterek bir eylemi olduğunu, “Polonya’dan Pireneler’e kadar Alman, İtalyan, İngiliz, Flemenk” milletlerinin ortak çabasıyla bilim gayretinin ortaya çıkarıldığını söylüyor Mehmet Hoca. Avrupa’da medreselerin başlangıcını “İslam’dan biraz sonra” olarak zamanlandıran Genç, 17. yüzyıla gelindiğinde artık üniversitelerin bütün Avrupa’yı kapsadığını, devrimin de bu kapsamın genişlemesiyle gerçekleştiğini ifade ediyor. Ancak devrimle üniversitelerin gelişmesinin “sanki paralel gibi olmakla birlikte birbiriyle hiç alakası yoktu.”

Modern bilim devriminin çok daha sonraları, 19. yüzyılda Alman üniversitelerinin onu kabullenip almasından sonraki süreçte Avrupa’da makbul olduğunu ve maceranın ancak bundan sonra değiştiğini anlatıyor Mehmet Genç. Bizim medreselerimizinse daha eski müesseseler olup bilimden ayrı tasarlanmadıklarını, doksan dört yıllık aradan sonra şimdi başka bir rönesansı hissettiğini de ekliyor ve bizde olanın serüvenini dinlememiz için mikrofonu Mefail Hızlı’ya bırakıyor.

“Bursa’ya gittiğinde şeriye sicillerine mutlaka uğra”

Mefail Hoca, sıbyan mektebi ve medresenin köklü geçmişine uzanabilmek için evvela vakfiyelerin gözden geçirilmesi gerektiğinin altını çizerek sözlerine başladı. Bu lüzum ister herhangi bir mahallenin sıbyan mektebi ister en yüksek dereceli Süleymaniye medresesi söz konusu olsun, yine de geçerli. Fakat nihayet bir teori metni olan vakfiyelerin de pratiğe nasıl yansıdığını görebilmek için bu sefer şeriye sicillerine girmek gerekiyor: “Bir mevzuat ve sınırlandırılmış birtakım konular var; fakat hayata ne kadar yansıdıklarını ancak günü gününe tutulan belgelerden takip etme şansınız olabilir.”

Arşiv ve Osmanlı evrakı denince de Mefail Hızlı’nın aklına hemen Bekir Kütükoğlu ismi geliyor: “Allah gani gani rahmet eylesin, kendisi ilmî anlamda benim kıblemi belirleyen hocamdır.” Kendisine üç ayrı başlıkla gittiğinde Kütükoğlu’nun Mefail Hocaya, “her üç konunun da önemli olduğunu ama Bursa’ya gittiğinde şeriye sicillerine mutlaka uğraması gerektiğini” söylemesinin ona, o an’a kadar hocanın gündeminde bulunmayan ve farkında olmadığ, yeni bir kapıyı araladığını söylüyor Hızlı. Bekir Hocayla birlikte arşive girmeleri kendisinin bütün bir güzel hikâyesinin başlangıcı olmuş. Şimdi o aharlı kâğıtlar arasında geçmiş zamanlarını pek müessir, hoş hatıralar olarak hatırlıyor.

Osmanlı’da mahkemelere yansıyan hadiselerin yalnızca olumsuz vakalar olduğuna dair yaygın bir kanı bulunduğunu lâkin aslında hayatta her ne varsa mahkemeye yansıyanın da o olduğunu belirten Mefail Hoca, medreseler özelinde de bazen bir müderrisin ya da talebenin şikâyetine rastlanabildiğini, zorluğuna karşın mahkeme kayıtlarının çok öğretici olduğunu söylüyor: “Çünkü Osmanlı ve ona dair her ne varsa oradadır.”

Molla Fenarî aynı anda üç büyük görev üstlenmişti 

Günümüzde Osmanlı’ya, daha özelde Osmanlı eğitim hayatına dair konuşulan pek çok şeyin hamasiliğinden yakınan Mefail Hızlı, sözgelimi Sahn-ı Seman medresesinin, devrinin en mühim mahsulü olmakla beraber nevzuhur bir şey olarak addedilemeyeceğini vurguluyor: “Bu sayfanın öncesinde de sayfalar var, zaten o sayfalar Sahn-ı Seman’ı oluşturmuştur. Bugün konuşulacaklar da işte o anlamaya çalışmamız gereken önceki sayfalarla alakalıdır. İslam medeniyetinin çok önemli bir parçası olan Osmanlılar, Selçuklular’dan önemli bir miras devralmışlar ve onu olduğu gibi bırakmayıp üzerine her gün bir şeyler eklemişlerdir. Fatih Sultan Mehmed, II. Murad’dan ve dedelerinden bağımsız değildir. Fatih Sultan Mehmed çok iyi eğitim almışsa babası sayesindedir.”

Bursa’nın medreseler ve ulema bağlamında oldukça özel bir yeri bulunduğunun altını çiziyor Mefail Hoca ve Molla Fenarî örneğini veriyor. Aynı anda üç farklı görev üstlenen böyle yüksek bir ismin Osmanlı’da görülemeyeceğini, Molla Fenarî’nin şeyhülislamlık, Bursa kadılığı ve “o dönem Osmanlı’sının Oxford’u olan” Sultaniye Medresesi’nin müderrisliği görevlerini aynı anda yürüttüğünü ifade edip ekliyor: “Sahn-ı Seman’ın biraz gerisine gidildiğinde rastlayacağınız isim işte budur.”

“Önümüzdeki süreçte medrese müessesesi üzerine güzel neticeler alınacak”

Osmanlı medrese sistemiyle ilgili şu ana kadar birçok şey yazılıp çizilmesine karşın derli toplu çalışmalara hâlâ ihtiyaç olduğunu ifade ediyor Mefail Hızlı: “Benim zihnimde de henüz cevaplayamadığım sorular var. Bazı soruların cevabını netleştirebilmiş değiliz. Zamanı Kanunî’den geriye doğru götürdüğümüzde netleşmeyen cevaplar görebiliyoruz. Birtakım hükümleri projeksiyonlar sayesinde söylemeye gayret ediyoruz.”

Toplumun medreseyle yaşadığı ve yetiştiği, ışığı da medresenin açtığı bir sosyal yapının sürdüğü Osmanlı’nın kamusal karakterinde medreseyi, suya atılan taşın oluşturduğu halelere benzetiyor Mefail Hoca: Merkezde cami, caminin külliyesi, medrese-mektep bulunuyor. Mefail Hızlı, zamanında Fatih Sultan Mehmed’in bütün dünyayı hedef alan dinî-kültürel faaliyet heyecanını günümüze taşımanın hepimizin görevi olduğunun altını çiziyor ve önümüzdeki süreçte medrese müessesesi üzerine güzel neticeler alınacağının beklentisini taşıdığını söyleyerek konuşmasını tamamlıyor.

Medreseler İslam dünyasının ortak mirasıdır

İşini hakkıyla yapıyor olmanın derin bir tevekkülü, daimî bir yorgunluk ifadesi ve dünyevî endişelere tamah etmediğine dair serin bir itimat aşılayan bakışlarıyla Mehmet İpşirli Hoca bu oturumda dinlediğimiz ikinci isimdi. İpşirli Hoca sözlerine besmele-hamdele-salvele ile başladı ve kubbesi altında bulunduğumuz müessese ve benzerlerinin uzun zamandan beri atıl durumda kalmalarının ardından yeniden faal hâle gelmelerine şükrettiğini söyledi.

On beşinci yüzyılın ortalarında kurulup kesintisiz olarak 1924’e kadar hizmet eden ve devlet kadrolarına da büyük katkısı olan medresenin aslî fonksiyonuna dönmesinden duyduğu sevinci belirten İpşirli, ülkemizin köklü kuruluşlarından İlim Yayma Cemiyeti’ni tebrik ederken, geçtiğimiz yüzyıl ortasında Müslümanların “Cenab-ı Hak’tan başka tutunacak hiçbir dalı yokken” ilim hevesindeki öğrencilerin yardımına koşmasından ötürü kurumun özel bir yerinin olduğunu da sözlerine ekledi.

İnsana teşbih ederek medresenin de birtakım olaylar geçirip belirli dönemleri atlatan, canlı bir uzuv gibi olduğunu ifade eden Mehmet İpşirli, mesela 19. yüzyılda medreselerin vaziyetini dönemin siyasî iktidarlarının bu müesseseye tavrı üzerinden ele alabileceğimizi söylüyor: “Yüzyıla damgasını vurmuş iki büyük padişah, II. Mahmud ve II. Abdülhamid, büyük icraat sahibi olmalarına ve mektepler için çok çaba sarf etmelerine rağmen medreseler için -amiyane tabirle- parmaklarını bile kımıldatmamışlardır.”

Mehmet hoca, mezbur iki padişah döneminde ulemanın çeşitli hizmetlerde istihdam edilmesine karşın medreselerin içinde bulunduğu şartların iyileştirilmesi, menfiliklerin ıslahı için hiçbir çalışma ortaya konmadığını söyledikten sonra şöyle devam ediyor: “O medreseler ki İslam dünyasının ortak mirasıdır. Medrese dediğinizde Endülüs’ten tutun Endonezya’ya kadar sokaktaki sade vatandaş dahi medresenin ne manaya geldiğini bilir. Bu çok eskiden beri böyledir. Nizamülmülk devrine de gidilse ta o zamandan itibaren yerleşmiş bir kurumdur. Çok iyi değerlendirilmesi gereken bir olguyken bu 19. yüzyılda yapılmamıştır.”

İttihatçılar medreselerin ıslahıyla ilgili çok esaslı bir program yapmışlardı

Diğer taraftan, diyor İpşirli, “onca eleştirip itham ettiğimiz İttihatçılar ise gayet önemli bir faaliyette bulunmuş, 1914’ten itibaren iki büyük şeyhülislamın (Mustafa Hayri Efendi ve Musa Kâzım Efendi) riyasetinde medreselerin ıslahıyla ilgili çok esaslı bir program yapmışlardır. Programda II. Mahmud, Abdülmecid, Abdülaziz ve II. Abdülhamid’in kurduğu mektepler model alınarak medreselerin ıslahı hedeflenmiştir.”

Peki, öyleyse medresenin mektepten ne farkı kalmış oluyor? Mehmet hoca aradaki farkın yok olması şöyle dursun, “çok farkı vardı” bile diyor: “Medreselerin yalnızca İslamî atmosfer bakımından bile farkının bariz olduğu teslim edilmelidir. İnanç noktasında da mekteplerde ‘sadece görebildiğiniz şeylere inanabileceğiniz’ türünden müfredat vardı ancak mesela Arapça ve ulum-ı diniyye mektepte de olan derslerdi.”

Medrese programının aynısı imam-hatip okullarında uygulandı

Medreselerin 1924’te kapatıldıktan sonra bir tür antipropagandasının da devamındaki süreçte yaşanmasını İpşirli Hoca eleştiriyor. Cumhuriyeti kuran kadroyu istiklâl mücadelesini yürütmelerinden ötürü rahmetle anmanın yanı sıra medreselerin kapatıldıkları esnada çok iyi çalışır durumda olduklarını söylüyor: “Arapça-Farsça’dan başka Batı dillerinden birinin de seçilebildiği hatta Rusça’nın da olduğu, bugünküne benzer ölçme ve değerlendirme imtihanların yapıldığı bir kurumdu; ama bir tercih yapıldı ve İslamî kurumlardan kurtulmak yolu seçildi.”

Fakat aradan yirmi beş sene geçtikten sonra imam-hatip okullarının açılmasını, “Cenab-ı Hakk’a hamd ü senalar olsun ki” diyerek karşılıyor Mehmet Hoca ve medreselerin kapatılış tarihiyle kaderin bir iltifatıyla irtibatlandırıyor: “Celaleddin (Ökten) Hoca medrese programının aynısını imam-hatip okullarında uygulamıştır. Bu programın da günümüzde nasıl bir sonuç verdiğini hepimiz görüyoruz.”

Medrese müessesesinin müfredatıyla ilgili çalışmaların tarihçilerin değil ilahiyatçıların alanına girdiğini, tarihçilerin bu sahadaki araştırmaları bihakkın yapamadıklarını da ifade eden Mehmet İpşirli, tıp kitaplarının bile Arapça okunduğu müfredatın bu manada iyi seviyede Arapça ve İslam ilimlerine vukufiyet istediği düşüncesinde. Geçmişi yüzyıllara dayanan ‘medrese’yi değerlendirme ve yorumlama işi geniş repertuvar ve sağlam bir altyapı da gerektiriyor. Müfredat ile ilgili araştırmalar, yani medresede nelerin okunduğu sorusunun aydınlatılması, İpşirli’ye göre konunun bütün bölümleri arasında en hayatî olanı.

Medreseye olumsuz yaklaşımların Mehmet Hocanın Yüksek İslam Enstitüsü’nde öğrenim gördüğü devirde ve şimdilerde dahi meslektaşları arasında süregeldiği, Mehmet Hocadan dinlediğimiz enteresan pasajlardandı. Bu bakışa göre “ecdadımız Osmanlı büyük insanlardı ve geniş fütuhat yapmışlardı ama ilim namına fazla bir işleri yoktu.” Mehmet hoca bu düşünceye o zamanlarda da katılmadığını söylüyor. Son zamanlarda pek çok meslektaşının Osmanlı medreselerinde okutulan kelam kitapları, tefsir ve hadis cehtleriyle ilgili çalıştığını ise sevinçle haber veriyor.

 

Sadullah Yıldız

YORUM EKLE