Pazartesi günü Abdurrahman Arslan Hoca, Boğaziçi kampüsünün hemen yanındaki Nafibaba Camii’nin konferans salonunda sohbete geldi. Sağolsun programı düzenleyen arkadaşlar kampüse ve kampüs civarına afiş asmışlar yoksa haberi geç alıp katılamayabilirdim.
Abdurrahman Hoca’yı tanımam eskilere dayanmıyor fakat pek de yeni sayılmaz. Tanıdığımdan beri elimden geldiğince takip etmeye çalışırım. 5-6 arkadaş ile Somuncu Baba’da (Duvardibi) kendisiyle buluşup sohbet ettiğimizden beri yalnızca düşüncelerinden değil, insanlara karşı tavırlarından-davranışlarından da istifade etmeye çalışıyorum.
Bazı konularda Hoca’yla düşüncelerim paralellik arzediyor ve bunları O’nun gibi birinin ağzından, derli toplu ve tutarlı şekilde dinlemek beni mutlu ediyor. Bazen aynı konuları dinlesem dahi bunlar beni hiç sıkmıyor çünkü bu konuşmalar benim için en azından bir “hatırlatma” ve “ikaz” vazifesi görüyor.
Pazartesi günü arkadaşlarımız önceden birkaç başlık hazırlayarak hocaya bir çerçeve sunmuşlar ve sohbet bu başlıkların etrafında seyretti: Müslümanların dönüşümü, sekülerleşme, muhafazakârlaşma, üniversiteler, medreseler, kariyerizm…
Müslüman olmakla dünyaya Müslümanca bakmak aynı değil
Abdurrahman Hoca gençlerin kendisine soru sormasını istediğini ve böylece gençlerin neler düşündüğünü anlayabileceğini, sorulara cevap veremese dahi gençlerin zihinlerinin MR’ını görmek istediğini söyledi ve sohbete “Eskiden insanlar filozoflar gibi düşünüp anneanneleri gibi konuşurlarmış. Şimdiyse biz anneannelerimiz gibi düşünüp filozoflar gibi konuşmaya çalışıyoruz.” diyerek başladı.
Arslan, “Klasik sosyolojide toplumun bir yasası vardır, toplum buna göre değişir. Bu insanı dışlaştırır ve İslam’a aykırıdır. Bu İslam fıkhı tarafından kabul edilemez” ve sohbetin ilerleyen bölümlerinde de “Sosyolojinin projektörleri altında İslam’ı incelemeye kimsenin hakkı yoktur. Fakat benim İslam’a dayanarak onu inceleme hakkım vardır” diyerek sosyolojinin Müslümanca bir şey olmadığını belirtti, daha sonra da kendisinin de sosyoloji okuduğunu ekledi.
Elma ağacı metaforu ile değişimi ve değişimle beraber değişmezliği, “çürüme”yi, insan zihninin toplum kültürü ile şekillendirildiği için insanın çürümenin pek farkında olmamasını, çürümenin ancak peygamberler ile uyarıldığını, peygamberlerin insanın karşısına vahiy kaynaklı bilgi ile çıktığını, Konfüçyüsçü gelenekte aileden topluma bir düzen, Batı düşüncesinde ise toplumdan aileye bir düzen kurulduğunu, eskiden Müslüman âlimlerin değişimi bir ayaklarını bir sabiteye basarak yorumladığını, değişimin çürüme olup olmadığını anlayabilmek için bid’at kavramına ihtiyacımız olduğunu, daha sonra birilerinin değişime teslim olarak İslam’ın muhkemlerini değiştirmeye başladıklarını, Müslüman olmakla dünyaya Müslümanca bakmanın aynı olmadığını, neredeyse 400 yıldır zihinlerin pozitivizmle şekillendiğini söyledi.
Müslüman iki şekilde yazılır, biri küçük diğeri büyük “m” ile
Bazı “uzmanlar”ın televizyonlara çıkıp 1400 yıldır oruç tutan bir kitleye nasıl oruç tutması gerektiğini, fazla yağlı yememesini söylemesinin pozitivist mantığın eseri olduğunu, her oruç tutanın aslında kendi “uzman”ı olduğunu; yine bazı “uzmanlar”ın çocuk büyütmeye de karıştığını, çevre temizliğinden bahsedip çocukların altına plastik bez bağladıklarını; televizyonların bizi aydınlattığını, “bilgi”lendirdiğini; dilimizin sekülerleştiğini; insanî ilişkilerimizin de bundan nasibini aldığını ve iktisada dayandığını; cenazede dahi insanların işlerinden bahsettiğini; her alanda finanstan, ekonomiden konuşulduğunu; artık Müslümanlar’ın övüncünün dış açığın kapanması olduğunu; ekonominin insanlara birkaç katkı sağlarken onlardan neler götürdüğünü; Müslümanların hedeflerinin değiştiğini; Allah Rezzak olduğu için Müslümanlar’ın iktisadı hayatlarının orta yerine koymaması gerektiğini; artık namazı vakit ayırarak değil vakit bularak kıldığımızı, İslam’da aklın kalp ile beraber olduğunu, “Batı Aklı”nın ratio aklı olduğunu belirtti.
Hoca’nın “Müslüman iki şekilde yazılır, biri küçük diğeri büyük “m” ile. “m” ile yazılan ‘milletin %98’i müslümandır’daki müslümandır. “M” ile yazılan ise sisteme çomak sokan Müslüman’dır.” sözleri de epey ironikti.
Hoca’ya göre Müslümanlar hiçbir çağda bu zamandaki kadar ilkel bir düşünce sistematiğine, bu derece entelektüel zayıflığa sahip olmadı.
Abdurrahman Arslan bunlardan sonra “universitas”tan bahsetti. Batı’da üniversitelerin kilisenin karşısında fakat kilisenin kontrolünde kurulduklarından, 11. yy’da kurulmaya başlayan üniversitelerin toplumun karşılaştığı sorunları çözecek bilginin kaynağı olarak görülmesinden, üniversitelere mühendisliklerin katılmasının 19. yy’da başladığından bahsetti. Bizde bazı aydınların medresenin çürümesinden ve dolaylı olarak “top tüfek” üretmediğinden dem vurduğunu fakat medresenin Batı’daki karşılığı olan üniversitelerin de 19.yy’a kadar mühendislik öğretmediğini, şimdi bile mühendislik okumak isteyen birinin Oxford’a gitmeyeceğini; medresenin de toplumun karşılaştığı sorunları İslami ölçütlerle çözen bir bilgi kurumu olduğunu, ulus-devlet ile pozitivist bilgiyi ve üniversiteyi ayrı düşünemeyeceğimizi, üniversitelerin sayılarının artmasındaki problemleri, üniversitenin açıldığı şehirlerde –modern bilginin ahlâkî olmak gibi bir derdi olmadığı için- şehir ahalisinin dediği gibi ahlâkı yozlaştırdığını, dünyada artık pozitivizmin ister istemez kırılmaya başladığını anlattı.
Gerekirse işten feda edilerek eve ve aileye zaman harcanması lazım
Hoca titrden, ünvandan hoşlanmadığını; başkalarının da bu ünvanları kullanmasını ve bunlarla övünmesini pek hoş karşılamadığını söyledi.
Abdurrahman Hoca iki grup arkadaşı ile görüşmeyi kesmiş: Biri Müslüman olduktan sonra görüşmeye bir müddet devam ettiği Marksist arkadaşları –ki kendileriyle görüşürken namazı aksatıyormuş-, diğeri de unvan sahibi olan Müslüman arkadaşları –ki adlarının sonuna “bey” koyularak hitap edilmesini bekledikleri ve bu beklentinin samimiyeti ortadan kaldırdığı için-.
Aile hususuna da değindi hoca. Özellikle kızların aile konusuna çok önem vermesi gerektiğini, “eğitim”in devlet eliyle okullara tevdi edilmesinin yanlış olduğunu, çocuk yetiştirmenin anne ve baba tarafından yapılmasının önemini, gerekirse işten feda edilerek eve ve aileye zaman harcanmasının lazım olduğunu, ev işlerini ve ev erkekliğini-hanımlığını tekrar yüceltmemiz gerektiğini, sosyal politikaların “normal yaş”ta evliliğe ve 1-2 çocuktan fazlasına engel teşkil ettiğini söyledi. Kadın-erkek ilişkilerinde her şeye devleti bulaştırmanın ve aile büyüklerinden yardım istememenin bir problem olduğunu da ekledi.
Nefsin hiçbir zaman kendisini düzeltmek, terbiye ve tezkiye etmek arzusunda olmadığını ve günümüz kültürünün de bu terbiyeye müsaade etmemesinin aslında bazı Müslümanlar arasındaki tasavvuf karşıtlığının bir sebebi olduğunu söyledi ve konuşmasını noktaladı. Ardından soru cevap kısmına geçildi ve gerek konuşulanlara gerekse dinleyenlerin aklındaki başka sorulara dair uzun cevaplar vererek sohbeti sona erdirdi Abdurrahman Arslan.
Ömer Yüceller haber verdi
eyvallah