İnsan eskiye neden hasret duyar ki, yaşadığı dünya oradan iyi olsa ve hasret duyulacak bir şeyler olmasa. Osmanlıya hayranlığım her noktada ve her alanda vardır ama öncesinde ve sonrasında eksilmeyen bir yanı daha var ki şimdilerde modern dünyanın çirkin mimarisinde asla bulamadığım bir hassasiyet. Hayata ve mimariye düşülmüş bir dipnot, öyle ki sadece bir levhaya bakarak devletin ihtişamını görmemek mümkün değil. Edebiyat, tarih, sanat matematik ve mimari sonrasında zevk ve ihtişam...
Kitabelerden söz ediyorum, bize Osmanlıdan kalan hatıralardan ve onların künyesini taşıyan misafir ağırlayan kapıkulu erlerinden. Şimdilerde yapılan bir apartmanın üzerinde çirkin yapılaşmasının yanında bir de üzerine geçirilmiş ticari çıkar ve reklam uğruna yazılmış tanıtım ve şirket yazıları... Tamamen ekonomik beklentiler, herhangi bir güzelliği olmayan soğuk ve çirkin yüzler...
Arapça ile başladı yolculuğumuz
Diyorum ya işte biz eskileri bırakırken çok mu abarttık?! Neler kaybettik acaba? Bir baksak da yolda kaybettiklerimizden işimize yarayanları gerimi alsak? Yoksa böyle sürekli ileri bakarak pek de bir şeyler gözükmüyor.
Küçüktüm o zamanlar, aklım eski yazıdan habersiz yeni yazı ile okumayı sökmeye gayret gösteriyordu. Okulda yenidünyanın abc’sini öğrenirken yazları mahalle camisinde Kur’an dilini ezberden okumaya başladım. Aşinası olduğumuz elif ile başlayan ve lam elif ye ile bir solukta bitiveren bu âlem hemencecik alıverdi beni içine kabullenilmesi bu kadar kolay ne vardı hayatımıza dair. Gelenektir hani, bilenler bilir. Kur’an okumasını öğrenip de ertesi gün camiye elinde elif cüzü yerine Kur’an’la gidenlere cami cemaati artık gönlünden ne koparsa ikramda bulunur genelde bu bir kutu renkli, fındıklı lokum olurdu. Ne heyecan verirdi o günler. Başlarda bir iki satırla başlanır talime, sonraları yarım sayfa ve nihayet birer sayfa hazırlanarak gelinir rahlenin önüne. Diz kırıp boyun büküp saygı ve tevazu ile çekilir besmele… Sonraları okul açılır ve birbirine hiç de benzemeyen iki dünyanın akisleri ile bir yazın hatırası kalır bir de okul heyecanı.
Önce camilere hayran olduk
Aklımda kaldı kalanlar, küçüktüm. Alfabeyi hıfz edip gönlüme gezerdim şehrin sokaklarında. Her gezmelerin başında ve sonunda önünden geçtiğim mekânlar dur bekle kal biraz derdi, şehrin kalabalığını bir yana itip saatlerce kenarda ve genelde yol ortasında kalmış ulvi mekânları ziyaret ederdim, yoldaş bulamazdık yanımıza yola revan olur yolu şahit kılardık yolculuğa.
Ne mekânlardı oralar! Sivas’ta Osmanlı deminden kalma eser bir evin bir oğlu gibidir şehirde. Şems-i Sivâsi’yi almış da aguşuna gelenlerden gidenlerden hasbihal bekliyor Meydan Camii bir öğlen namazı sonrasında. İlerisinde manevi direklerden ilklerin içinde 1212 yılından Anadolu’da ilk yapılan ulu camilerden, minaresi kıbleye doğru eğik, bahçesinde ebedi hocalarından İsmail Hakkı Toprak Hazretleri…
Ve neler neler...
Ve gizli hazine: kitabeler
O zamanlar mekânın manevi atmosferi yetiyordu cezbetmek için. Sonraları önünden geçip de sadece görseline hayran kaldığım bir can noktası vardı ki ben onu lise yıllarında fark ettim: Kitabeler.
Önceleri görselliği yeterdi bana çocukluk aklı ile bakar da okumaya çalışırdım, şu elif bu vav bu ye olsa derdim de okuyamazdım.
Lise yıllarının bir gününde şehrin işlek caddelerinin biri olan Atatürk caddesinden geçerken gördüm belediyenin Osmanlıca kursu açtığını. Bir arkadaşla hemen alelacele girip kaydımızı yaptırdık. Haftada iki günlük, toplamda dört saatlik bir birlikteliğimiz olacaktı ecdadın şiir ve inşası ile.
Osmanlıca neyimiz olur?!
Ne aşkla başlamış ne hevesle duyurmuştuk okuldakilere bunu. Yetmemiş gitmiş hocalara haber verip ilan edilmesini söylemiştik. Sonraları okulda sadece ikimiz olduğunu öğrendiğimizde hali ile öğrenip de bir şeyler gösterdiğimizde az havamız da olmamıştı. Öylesine yabancılaşmıştık ki toplum olarak Osmanlıcaya... Sınıf içinde bizden hadi biraz Osmanlıca konuşun da dinleyelim diyenler ve nece konuşuluyor diye soranlar da yok değildi. Kurs ilerledi, biraz heceler olduk ve belgeleri tebriklerle aldık.
Şimdi hazırdım artık çocukken seyrettiğim tabloyu elimde kâğıt kalem okumaya. Onunla tanışmaya gidiyordum, bana konuşmadan kendini tanıtabilen ve anlatabilen kim vardı ki?
Eskiler ne yaşamışlar ama. Hayatın her noktasını doldurmayı bilmişler. Hiçbir nokta bulamıyorum ki olmamış diyeyim. En kötü hal ki şimdiki ahvalimizden hallice, mimarinin zirvesinden bahsetmiyorum. Ben daha giriş kapısından kitabelerinden bahsediyorum; kimi sülüs kimi rika kimi talik ama hepsi de güzel. Hiçbirinde aleladelikten iz yok. Sanki her biri onlarca insanın denetiminden geçmiş de en sonunda olur imzası alıp bir sanat eseri olarak getirilip oraya konulmuş. Ve en esrar-ı şayan olanı da içine sır edilip gizlenmiş muammaları çözmek ebcet ile düşülen tarihi bulmak.
Osmanlıca öğrenmeye başladığımda herkesin tepkisi olumlu olmadı. Ne gerek var, öğrenip ne yapacaksın, ne işine yarayacaksa, mezar taşımı okuyacaksın; diyerek alay edenler bile oldu. Kimini duymazdan geldik kimini de duyduk ama içimize attık.
Neyse saygı ile kitabemizin önünden ayrılıyoruz öyle ya daha tanışmayı bekleyen bir sürü mekân var.
Sefa Toprak hala Kur'an harfleri Türkçesi bilmeyen var mı dedi