Tam da Güray Süngü’nün “Kış Bahçesi” romanının akıcılığına kendimi kaptırmışken, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün güzel işlerinden “Cevher İçimizde” projesi vesilesiyle, yazarın öğretmeni olduğum Üsküdar İmam Hatip Lisesi’ne misafir konuşmacı olarak geleceğini öğrendim.
Hasbelkader Türk edebiyatı öğretmenliği yaptığımdan mıdır nedir, “Mai ve Siyah” romanına benzettim Kış Bahçesi’ni. Kış Bahçesi'nde gezinirken yazarın, “Pencereden” ve “Dördüncü Tekil Şahıs” isimli eserlerini de edindim. Ve okumaya başladım. Bu değerli misafirimiz gelmeliydi. Ben de orada olmalıydım. Ne çok şey vardı paylaşılacak, konuşulacak…
İnsan kaç türlü ölür acaba?
İnsan kaç türlü ölür acaba? Kalp krizinden, kazadan, gripten, su çiçeğinden! İnsan hiçbir şeyden ölür aslında… Ölüm, hayatın kendisi. Birileri ölümü düşünürken daha, diğerleri ölmeye devam eder.
Ve insan ölmeden önce kaç türlü ölür acaba? Ölümüne kıyamadığı sevdiğinin acısıyla ölür müydü, acıdan? Sıkıntıdan, iç huzursuzluğundan ve dahi neşeden ölür müydü? Yazarın kendisinden de izinli olduğumdan şunu söyleyebilirim. İnsanın utançtan ölmesi güzeldi Güray Süngü’nün “Kış Bahçesi” romanında: "Seni öyle bir affederim ki, utancından ölürsün!"
Yazar konuşurken Kafka'nın, Ayfer Tunç'un karanlık şeyleri anlatıyor olmasından hareketle, Dostoyevski'nin, “Kendimi bir böcek gibi hissettim!” demesini aktarırken, Kış Bahçesi romanındaki Macit isimli hayvanın böcek olup olmadığını sordum. Meğer Macit örümcekmiş ve gerçekten de ismi Macit olan bir örümcekmiş. Güray Süngü öğrencilik yıllarında, öğrenci evinde kalırken evdeki arkadaşları, hiç olmayacak kadar temiz, disiplinli, normal insanlarmış. Çok iyi temizlik yapan arkadaşı bir örümceği ve ağını temizleyememiş her nasılsa. Diğerleri takılmış ona, “Bir de çok titiz olacaksın, bu örümcek ne!” demişler. “Ha, o mu; bizim Macit, arkadaşımız…” demesin mi bu titiz arkadaş. O örümcek ondan sonra evdekilerin arkadaşı olmuş. Adı da Macit kalmış.
Bir garip prenses…
Ah Macit! Sen bana öğrencilik yıllarımdaki gecelerimin yoldaşı, fındık faresi “Prenses”imi hatırlattın. Bursa’nın Çekirge'si gibi lüks bir semtte, bir öğrenci evine göre fazlaca lüks bir eve nasıl olmuşsa kalorifer dairesinden çıkmış bu fındık faresi. Gece olunca gelir, bakar gözünün içine içine. “Git!” dersin, gitmez. Fare isen, fareliğini bilsene Prenses! Meşhur mu olmak istiyorsun? Fotoğraflarını çekersin ama o bununla da yetinmez. Sen düşünürsün derin, ince? Aşık olan verem oluyor. Verem olan ölüyor. Ölen veremden mi öldü, aşktan mı? İnce hastalık dersin, ince düşünme dersin.
Bu arada apartman yöneticisi Prenses’e tuzak kurar, öldürür. Hayatı birileri yaşamaya devam eder, sen düşünmeye devam edersin. Sonra dersin, "Ben hayatı yaşamayıp hayatı düşünüyor muyum?" diye. Ben bunları düşünürken yaşananlar ne o halde? Şimdi bizim Prenses tuzaktan mı öldü, üzüntüden mi, kahırdan mı? Sana göre Prenses, ötekilerin neyi oluyordu ki? Kıymetin ölçüsü var mı ki? Prenses farenin adını, “Kıymet” mi koysa idim yoksa?
“Peyniri yemiyor artık, bir kibrit kutusu peynir tüketiyor insanlar” diyor Güray Süngü'nün kahramanları romanda. Tüketmek, tüketirken tükenmek…
İnsanlık kendisini tüketiyor. Keşke tükenen sadece peynir olsa idi. Biz yanına ekmek ve çay da tüketse idik. Gerçi çay tükenmişlik değil ama… Çay başka!
Güray Süngü'ye, kahramanların tanıdığı insanlar olup olmadığı ile ilgili soru sormak istiyorken vazgeçiyorum. Ama o arada, bir soruya yönelik şunları söylüyor: “Hikâye yazıyorsanız kahramanlarınızın tanıdıklarınızdan, çevrenizden olmaması gerekir. Roman için ise durum farklı. Roman kahramanlarınız çevrenizden olabilir.” Hikâye ve roman tekniğinin ve içeriğinin farklı kıymetlerde olabileceğinden bahsediyor sonra. Kış Bahçesi romanından hareket ederek şunu söylüyorum yazarımıza: Yazarlar kendi hikâyelerini yazarlar, kendi hikâyelerini yaşayanlardan habersiz… Romanda yazar (roman kahramanı) roman yazıyor ama alt kattaki tanışmadığı komşusu romanı yaşıyor.
Yazılmışlık, yaşanmışlık…
Yazmak ve yaşamak iç içe… Yaşadıkların, yazdıkların avucunun içinde. Arada bir bakarsın avucunun içine; nazarlar parmak uçlarına iner, oradan da ete kemiğe bürünür. Macit olur, Hande olur, Aslı olur, Kerem olur. Fark eder mi ki kim olduğu? İlham Allah’tandır. İlham yaşadıklarındır, biriktirdiklerindir. Yaşatan, Hayy olan, O. Ve öldüren, insanı türlü türlü öldüren de O…
Hududu var yazının da, sohbetin de. Sohbet güzeldi, keyifliydi. Google'dan girip Güray Süngü yazıp da, burada doğdu, şu eserleri yazdı vb. gibi ansiklopedik bilgileri okuyunca, “Ben Güray Süngü'yü biliyorum artık” demeyle olmuyor bu işler. Roman, öykü okuyacak kadar çok vaktimiz olmalı. Öğretir roman. Muhakeme ile keşfedersin, bilgiye de hikmete de ulaşırsın. Hele muhayyile…
Sabah kalktığımda anne karnında bebektim, sonra ilkokula gittim, arkadaşlarımla oynadım, arkadaşlarımı buldum, bizi seyrettiler pencerelerden. Yine okula gittim, öğretmendim ama. Edebiyatın tarihini öğretmeye çalışıyordum öğrencilerime edebiyat yapmadan.
Şu an üniversitede öğrenciyim. Tam da Güray Süngü’nün anlattığı normal ev arkadaşlarının yaptığı gibi, öğrenci evimde komşudan aldığım koca tencere içinde aşure pişiriyorum. Sonra ne mi yapacağım? O aşureleri komşulara dağıtıp Down Sendromlu, saflık, meleklik sembolü Eslem’i seveceğim kızımı sever gibi… Ve sonra Emir Sultan Mezarlığı’na inip, ölülerle konuşup onların hikâyelerini okuyacağım.
Farklı yerlerde bulunduk sayenizde Güray Süngü. El hâsılı, sadece kütüphanede değildik. Sohbetiniz var olsun. Var olun.
Yasemin Kapusuz yazdı