İstanbul'u en güzel şekilde eserlerine yansıttı

Kubbealtı Akademisi’nin katkısıyla tertip edilen Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul’u sempozyumunda Uğur Derman, Fatih Andı, Kazım Yetiş, Sema Uğurcan ve İbrahim Numan konuştu.. Sadullah Yıldız sempozyumdan notlarını aktarıyor..

İstanbul'u en güzel şekilde eserlerine yansıttı

 

Bulutlu bir sonbahar perşembesinde İstanbul’un en nadide tarihî mekânlarından Yenikapı Mevlevihanesi’nde, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Topkapı Kampüsü’nün ev sahipliği ve Kubbealtı Akademisi’nin katkısıyla tertip edilen “Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul’u” konulu sempozyumdaydık.

Açılış konuşmalarını Ayverdi’nin torunu Sinan Uluant ve üniversitenin rektörü Prof. Musa Duman Hoca yaptılar. “Sâmiha Anne” tabirini kullandı Musa Hoca ve “anne tabiri” dedi, “elbette bizim için çok değerli ama bazı insanlarda bu kelime çok daha ayrı bir güzel duruyor.” Mutasavvıf, araştırmacı ve hikâyeci sıfatlarını birçok insanın taşıyabileceğini ama Sâmiha Ayverdi’nin, bunların yanında bir de ‘anne’ olduğunu ifade eden Musa Duman, bugünkü oturumlarda ele alınacak konunun, spesifik olarak Ayverdi’nin İstanbul’a bakışı olacağını zikretti.

Tevfik İleri’nin sıcaklığı nerden geliyor?

88 yıl olmuş vefat edeli. 1993’te vefat eden Sâmiha Ayverdi’nin kabrine üniversite olarak komşu olduklarını belirtti Musa Hoca ve bir sene evvel öğrendiği bir hatıradan bahis açtı: Demokrat Parti’nin mühim isimlerinden Tevfik İleri, 1960’taki darbe sonrası hapse atılmış ve acı dolu bir yıl geçirdikten sonra hastalanarak vefat etmiş. Musa Hoca, onunla ilgili bir hatırayı okurken görmüş ki, Tevfik İleri, ailece Sâmiha Ayverdi’ye gider, sohbet halkasına girer ve manevî ikliminden müstefid olurmuş: “Sanıyorum, bugün bize hoş gelen yönlerini de Sâmiha Anne’den almış. Malumunuz, Tevfik İleri, imam hatiplerin ve İslam enstitülerinin tesis edilmesi konusunda önemli çalışmalar yapmış. Tahrip edilen dinî/millî hayatımızın onarılmasında büyük çabası var. Öğrendim ki, bu manevî ilhamı Sâmiha Anne’nin sohbet halkalarından almış.”

“Sofular’ın hanımları ağzında İstanbul Türkçesi’nin en güzeli konuşulur”

İlk oturumda; Prof. Uğur Derman başkanlığında Prof. Fatih Andı, Prof. Kâzım Yetiş, Prof. İbrahim Numan ve Prof. Sema Uğurcan’ı dinledik. Evvela Uğur Derman Hoca, mikrofon takdim etmeden evvel hem genel bir girizgâh yaparak bizi mevzuya ısındırdı, hem de her zamanki gibi nezih üslubuyla mest etti. Tanburî Cemil Bey dinlemiş kadar olduk onu dinlerken: “Muhterem ve muazzez topluluk, hoş geldiniz.”

Bir yanda Kur’anî tabiriyle ‘beldetün tayyibetün’ yani İstanbul, diğer yanda o beldenin âşığı ve hayatını ona adamış bir mütefekkire hanımefendi, İstanbul hanımefendisi: Sâmiha Ayverdi. Uğur Derman, son yüz yıllık İstanbul’u iyi ve kötü günüyle yaşamış olan Ayverdi’nin, şehri kâğıda dökmekle kendisini vazifeli kıldığını söyledi. Doğum/vefat tarihi biliniyor fakat Uğur Derman Hoca’nın dikkatiyle bunun üzerine bir kat daha koyduk ve bilgi çeşitlendi: Sâmiha Hanım, hicrî 1323 Ramazan’ının Kadir gecesi doğmuş ve hoş bir tevafukla, dünyadan ayrılışı da 1413’ün Kadir gecesine denk gelmiş.

Ayverdi’nin doğduğu yer olan Şehzadebaşı için Uğur Hoca, “Eski İstanbul’un merkezi addedilse yeridir.” diyerek eskilerin, Şehzade Camii’nin köşesini İstanbul’un merkezi kabul ettiklerini söyledi. İstanbul Türkçesi’nin de en güzel konuşulduğu yer, mezkûr caminin civarıymış. Bu hususta Mehmed Akif merhum, meşrutiyeti müteakip Darü’l-Fünun’a müderris olunca Baha Kâhyaoğlu bir vesileyle kendisine İstanbul Türkçesi’nin en güzel nerede konuşulduğunu sormuş. Akif, biraz düşünüp İstanbul semtlerini şöyle bir gözden geçirdikten sonra, “Sofular’ın hanımları ağzında İstanbul Türkçesi’nin en güzeli konuşulur.” cevabını vermiş. Uğur Derman, “Sofular’ı merkez kabul edersek” dedi, “küçük Sâmiha da bu en güzel Türkçe konuşulan çevrede dünyaya gelmiş.”

Kitaplarını yazdığı kalemlerin hepsini saklamış

Mahalle mektebinden sonra Süleymaniye İnas Mektebi’nde okuyor ve sonrasını hususî tahsille geçiriyor Ayverdi: “O eve gelenler ve evlerine gittikleri İstanbul’un o derece mühim kişileri ki, üniversite tahsilini o şahıslarda yapıyor desem sezadır.” Genç yaşındayken yürümeyen bir evlilik geçirdikten sonra kendisini kızına adamış; önceleri yazmak uğraşı da çok yoğun değil. Bir akrabası olan Semiha Cemal Hanım’la daima beraberlermiş. Eli kalem tutan biri olan Semiha Hanım’la Çamlıca’da uzun yıllar birliktelikleri olmuş. Semiha Cemal’in vefatından sonra mürşidi Kenan-ı Rufaî hazretleri, “Bu nöbeti sen devralacaksın.” diyerek yazma işini Sâmiha Ayverdi’ye tevdi etmiş ve böylece genç Sâmiha, 1930’ların sonuna doğru yazmaya başlamış.

Burada Uğur Derman Hocanın naklettiği enteresan bir teferruat, Sâmiha Ayverdi’nin, elinden çıkan bütün kitapları dibinde silgisi olan kurşun kalemlerle yazması ve böyle onlarca kalemi en küçük hâllerine kadar kullanıp işleri bittikten sonra atmayarak bir yerde muhafaza etmesi: “İslam’ın israf etmemek hususunu da fiilen yerine getiriyor, sözde kalmış değil.” Bu elbette, bir insanın karakteri hakkında konuşulacağı zaman köşe başlarına dair ipucu verecek kıymette bir bilgi. Buna benzer bir hususu da zikretti Uğur Hoca. Kamış kalem devrinde eski hattatlar, henüz açma safhasındayken çıkan yongaları toplarlarmış, vefatlarından sonra gasilhanede yıkanacakları suyun ısıtılması için bu yongaların ateşini kullanan hattatlar dahi varmış.

Uğur Derman’ın “Benim için en mühim eseri” diyerek ismini andığı kitabı, Kölelikten Efendiliğe oldu Ayverdi’nin. 1978’de yazılmış: “Bu öyle büyük bir kitap değil, bir risale. Fakat dünyada bir buçuk milyar Müslüman’ın erkeklerinin, ulemasının, fuzelasının yapmadığı işi bir hanımın üzerine almasıdır ki, buna İbnülemin, ‘Kadın merdane iş yapmıştır.’ derdi.” Ayverdi’nin eserlerini tarihlerine göre sıraladı Uğur Hoca ve henüz basılmayan eserleri olduğunu da hatırlattı.

Mahalle büyük bir ailedir

Sâmiha Ayverdi’nin Eserlerinde Osmanlı İstanbul’unu Yapan Bir Unsur Olarak Mahalle” başlığıyla Prof. Fatih Andı Hocayı dinledik. Geniş çerçeveden ‘şehir’ olgusu/algısına dair uzun bir girişin ardından meseleye girebilen Andı, “şehir bir birimdir” dedi, “ülke yahut vatan dediğimiz varlık bile bu açıdan, şehirler toplamı olarak değerlendirilebilir.” Şehirleri, insanî ritmin hayatı yaptığı ortamlar olarak özetleyen ve bu gözle şehrin, yaşayan bir organizma olarak görülebileceğini anlatan, geçmişte hayatiyet kazanmış, bugün bu hareketliliği sürdüren, ileriye dönük olarak da sürdürebilecek olan bir canlı yapı oluşunu vurgulayan Fatih Hoca, “Şehir; varlığını ve kimliğini, kendisini inşa eden insanların kimliği ve iradesiyle kazanır; ama döner, bu kimlik ve iradeyi bir noktadan sonra kendisi de yapmaya başlar.” dedi. Bu açıdan şehir ve insan ilişkisi, iki taraflı bir ilişki elbette.

Şehrin ruhu olduğunu söyleyen Fatih Andı, “İslam medeniyetinin tarih boyunca inşa ettiği kimi şehirlere tam da bu ruhu ifade edercesine ‘Medinetü’l-Münevvere’, ‘Mekke-i Mükerreme’, ‘Şam-ı Şerif’, ‘Belde-i Tayyibe’, ‘Âsitane’ gibi isim yahut sıfatlar verilmiş olması, şehre hangi açıdan bakıldığı ve nasıl şehirler inşa edildiğinin de göstergesidir.” dedi. Modernizm, şehrin bu ruhunu yok etmekle işe başlayan bir virüs. Hocanın, Ivan İlyiç’ten naklettiği, “Bir şehir, ancak ruhu yok edilirse tarihten silinir.” sözü bu minvalde epey manidar. Hocaya göre ‘modern kent’ olgusu, ‘geleneksel şehir’ olgusuyla birebir bir karşıtlık ve yıkıcılık ilişkisi içinde.

Şehri, düşünce yapısı ve kimlikle çok yakın ilişki içine sokan mukaddimesinin ardından Fatih Andı, sözünü ettiği ‘ruh’un, Osmanlı şehirlerinde kendisini mahalle biriminde ortaya koyduğunu söyledi. Bu bakımdan şehrin ruhu, mahallenin ruhu demek ve mahalle de sınırları genişletilmiş bir aile olarak görülebilir: “Osmanlı şehri adeta bir mahalleler toplamı, mahalleler uyumu ile oluşmuştur. Şehrin dokusu içinde büyük ve abidevî eserler iddialı ve büyük resmi ortaya koyarken, mahalle hayatı bu resme yansımış ruhu temessül edip hayat pratiğine dökerek ayrıntıyı tamamlar. Samimiyet ve harareti oluşturur.” Bu açıdan bakarken Osmanlı şehrindeki bir selâtin cami ile hemen kıyıcığında kurulmuş bir mahalle ve mahalledeki hayat tarzı, söz konusu ruhu muhafaza cihetinden aynı derece anlamlı ve önemli.

Yahya Kemal ve Tanpınar’ın izindeki İstanbul yazarları

‘İstanbul yazarı’ sıfatını taşıyan birtakım yazarları ikiye ayırdı Fatih Hoca. Yahya Kemal ve Tanpınar’ı ayrı bir sınıfa, diğerlerini -Ruşen Eşref, Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Rasim- başka sınıfa yerleştirdi. İkinci sınıftaki yazarlar için onun getirdiği değerlendirme şu: Bu isimler, İstanbul’a nostaljik yaklaşıyorlar: “Geçmişte kalan İstanbul hayatını bir nostalji öğesi olarak işlemeye çalışırlar. Hatta kimi olaylarını idealize ederler. İdealize etmek ayrı bir şeydir, zaten var olanı ideal olarak görmek ayrı.” Yahya Kemal ve Tanpınar’ı ayıran husus ise şehrin ruhunu medeniyet realitesi içinde görüp tarihten bugüne gelen bir devamlılık -Yahya Kemal’de imtidat- esprisi bağlamında anlatma açısından farklı olmaları. Geçmişin zenginlik olarak görülen birikimini bugüne aktarıp yorumlama açısından da bu iki isim farklı.

Sâmiha Ayverdi’yi, Yahya Kemal ve Tanpınar’ın izindeki İstanbul yazarları kategorisinde değerlendirdi Andı. Onun eserlerinde, İstanbul’un bir varlık/birim olarak yüceltilmediğini, zaten geçmişinde yüce bir hayat tarzı/mevcudiyet ortaya koymuş olan İstanbul’un arkasından adeta hayıflanıldığını, bu büyük kültürel birim/birikimin belirli öğelerinin seçilerek alındığını ve günün/geleceğin nesillerine ideal modeller olarak sunulduğunu söyledi.

“Osmanlı İstanbul’unun ruhunu mahalle odağında fakat bu ruhu yapan derunî ve imanî boyutlarıyla birlikte ele alış zenginliğiyle karşılaşırız Ayverdi’de, ki bu çok önemlidir. Pek çok İstanbul yazarında bu manevî boyut ya nostaljik ya da folklorik bir öğe olarak işlenmiştir. Ayverdi’deyse bu, yaşanan bir hâlin geçmişten bugüne imtidadıdır.” Onun İstanbul’a bu çerçevede bakışının da benimseyici, sahiplenici ve içeriden bir bakış olduğunu vurgulayarak “oryantalist bir bakış değil” dedi Fatih Andı.

Mahalle, uyum içerisinde bir orkestradır Sâmiha Ayverdi’ye göre, bir mekteptir. Mahalle, sakinleri için ana kucağı gibi emniyet, huzur ve rahatlık mekânıdır. Ayverdi’de mahalleyi yapan temeller, evvela sokaklar. Bilhassa sokak satıcıları üzerinde ayrıntılı olarak durmuş Sâmiha Hanım; bu satıcılar, eski İstanbul hayatında yalnızca satıcı değillermiş, mahalle hayatına ruhlar katıp renkler eklediklerini söylermiş. Bu satıcıların geçmesiyle mahalleli, zamanı algılayış ölçüsü geliştirirmiş. Macuncular, yoğurtçular, çörekçiler, bozacılar, şerbetçiler, leblebiciler vs. Bu satıcılar sesinden veya kıyafetinden de tanınırlarmış. Kahveler, mahallenin nabzının attığı mekânlardan biri, Sâmiha Ayverdi’ye göre; memur, işçi, esnaf, ziraatkâr… “topluma günlük hizmetini ödemiş herkesin toplandığı paylaşım, dertleşme, sohbet ve samimiyet meydanı.”

İstanbul’un kıymetini Çanakkale’de anladık

Prof. Kâzım Yetiş, “Sâmiha Ayverdi’de İstanbul Medeniyeti Kavramı ve Unsurları” başlıklı tebliğine, “Türk şair ve yazarlarının İstanbul’a bakışları çok farklı olmuştur.” diyerek başladı. Çok farklı eserler kaleme alındığını söyleyen Yetiş, örnek teşkil etmesi bakımından Nedim’in iki mısrasını okudu: “Bir nazîri var ise söylen konulsun yanına/ Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır.” Klasik dönem şairlerinin İstanbul’a ait değerleri ve güzellikleri sıraladıklarını ama bunun oluşmasının arkasındaki etkenliği, farklılığının sebeplerini söz konusu etmediklerini, bunu bir medeniyet meselesi olarak almadıklarını anlattı Kâzım Hoca: “Hele Ayverdi’de görüldüğü gibi bunun oluşumunu ve daha geniş anlamıyla Türk’ün terk ettiği yeri vatan yapışını hiç düşünmezler.” Buna rağmen ekledi Hoca: “Elbette bunlar klasik şiirin bir eksikliği değildir. Devrin ve o dönem anlayışının bir sonucudur. Eskiler, içinde bulundukları fanusta seyrettikleri güzellikleri anlatmakla iktifa ediyorlardı; bu da tabiîydi.” Buna mukabil, Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul’u kültür, medeniyet, Türklük ve tarih perspektifinden görerek yorumladığını ancak elbette bu yorumun onunla başlamadığını anlattı Hoca.

Osmanlı aydınlarının İstanbul’un gerçek manada kıymetini Çanakkale harbinde idrak ettiklerini söyledi Kâzım Yetiş. O vakitler çıkan gazeteleri taradığımızda, neyi kaybetmek üzere olduğumuzun gerçekten farkına vardığımızı görmenin imkânından bahisle, aydınlarımızın bu hakikati acı acı söylendiklerini ifade etti Yetiş.

Ayverdi, İstanbul’un medeniyet tablosunun tarih içinde tespitinde ve yükselişinde yoğunlaşmış. Gerek yazı ve eserlerinde gerekse İstanbul’a hasrettiği kitaplarında şehri sadece bir coğrafî mekân olarak almamış, bir kültür/medeniyetin en dikkat çekici ve çarpıcı tezahürlerinin şehirdeki örneklerini de keşfetmiş: “Hatta İstanbul medeniyeti kavramını öne çıkararak bu şehre ait bir iman hayatı ve yaşayış şekli olduğunu ortaya koyar. Bu, İstanbul’u Yahya Kemal çizgisinde bir idraktir.” Hocanın, burada Ayverdi ve Beyatlı’yı ayırdığı dikkat çekici bir çizgi, Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul aristokrasisinden bir ailenin çocuğu oluşuyla Yahya Kemal’den -ve tabiatiyle Tanpınar’dan- öte olarak medeniyetin bütün unsurlarının dökümünü yapmış olması. Dolayısıyla Ayverdi’nin bu hususta mezkûr iki büyük isimden de ileride ve “gerçek anlamıyla tam bir İstanbul yazarı” olduğunu vurguladı Kâzım Hoca.

Yazarın İstanbul Geceleri’nde şehrin ve mahallenin sosyal ilişkilerinin çok iyi resmedildiğini söyledi Yetiş. Bunu Hocanın formüle edişi de “dün neydik, bugün neye ihtiyacımız var, yarın ne olmamız gerektiğini” bize gösterdiği şeklinde olmuş. Bugün büyük ölçüde tahrip ettiğimiz İstanbul için ihtiyaç olan yeniden doğuşa (Ayverdi’de ‘halk-ı cedid’) kaynaklık edecek tek menbaın Sâmiha Ayverdi’nin eserleri olması gerektiğini söyledi Kâzım Hoca.

Yunus Emre’nin diline hayranlık besliyor ve üzerine yazılar yazıyormuş

Prof. Sema Uğurcan, “Sâmiha Ayverdi’den Türk Yazarlarına Bakışlar” başlıklı sunumunda Ayverdi’nin, yazar ve mütefekkirleri kategorize etmek yoluna gittiğini söyledi. Buna göre, mesela, Mevlana ve Yunus Emre onda ‘hâl ile kâl ehli’ şeklinde tesmiye edilmiş. Yunus ve Mevlana, bütün zamanların üstüne çıkmış birer mutasavvıf oldukları kadar aynı zamanda yazar kimliğine de sahipler ve kurtarıcı beklenen bir zamanda (13. asır) zuhur etmişler. Sâmiha Hanımın bu iki isim hakkındaki hükmü, Osmanlı’nın Bosna’yı fethetmeden evvel Balagay Tekkesi’nde Sarı Saltuk’ların fetih için lazım olan manevî iklimi hazırlamaları meselesiyle de ilintili: “Bu insanlar olmasaydı belki de dünyaya parmak basan Osmanlı medeniyeti olmazdı.”

Mevlana’yı hikâyeci kimliğinin ötesinde gören bir bakış açısı var yazarın. Ona göre Rumî, şark kültüründen aldığı hikâyeleri kendi üslup ve tefekkürüyle değerlendirip günlük hayatın üstüne ışık tutan realist biri. Bu hikâyeler, içinde insanın kendisini, iyilik ve kötülüklerini gördüğü, kendine çeki düzen verdiği eserlerdir. Yunus ise samimi, alçakgönüllü, iyi ve yedi yüz sene zarfında unutulmamış adamdır, seyr-u süluk görmek suretiyle iç ve dış kuvvetlerini karıştırıp yekpare enerji hâline getirmek bahtiyarlığına ermiştir: “Aksiyoncu derviş Yunus Emre, felsefesini günlük hayata mal eden biri. Yunus’un gördüğü tasavvuf eğitimi ondan önceden beri var; onun farkı, felsefesini sade olduğu kadar muhteşem sanat şahikasından dünyaya duyurabilmesi.” Ayverdi, Yunus Emre’nin diline de hayranlık besliyor ve üzerine yazılar yazıyormuş.

Yahya Kemal ona göre, medeniyet değerlerimizin temsilcisidir

Sâmiha Hanımın tarihî eserleri arasında siyasî/askerî tarih kadar sosyal/kültürel tarihe de ilgi mevcut. Edebî ve Manevî Dünyası İçinde Fatih ve Türk Tarihinde Osmanlı Asırları’nda padişahların icraatından bahsederken o devrin mühim şair ve yazarlarından söz etmiş, hemen hemen bütün şuarayı zikir ile bilhassa Fatih’e ehemmiyet göstermiş. Sema Hocanın naklettiğine göre Avnî mahlaslı Fatih Sultan Mehmet’in hemen bütün şiirlerini de şairane bir dille şerh etmiş Ayverdi. Fatih’te, ‘manevî aşk’ teması üzerine yoğunlaşan yorumları ağır basıyor Sâmiha Hanımın.

Fuzulî, Nedim ve Şeyh Galib’e de hususî bir alaka besleyen Sâmiha Ayverdi, Muallim Naci’ye de bigâne kalmamış, Mehmet Akif’i “imanın ve imanla bezenmiş sanatın cezbesini tutan şair” diye tarif etmiş: “Yahya Kemal ona göre, medeniyet değerlerimizin temsilcisidir ve Yunus-Mevlana için kullandığı ‘zamanının ötesinde’ tabiri Beyatlı için de geçerlidir. Medeniyetimizin iç ve dış zenginliklerini nasıl yapmışız, bu medeniyetin eksikliğini bütün dünya nasıl çekmektedir; Yahya Kemal’in şiirinde anlattığı budur.” Ayverdi’ye göre Yahya Kemal, aynı zamanda İstanbul’u en iyi teganni eden isimlerden biri.

Çocukluğundan itibaren okumak alışkanlığı kazanan Sâmiha Hanım, Servet-i Fünun’un ileri gelen isimlerinden Tevfik Fikret ve Cenap Şehabettin hakkındaki kanaatlerini de büyük ölçüde bu devirde ediniyor. Fikret ona göre, “kesif kelime boğuntusu içinde kalmış, kafiye-aruz hâkimiyeti içinde tezatlarını ve karanlığını okuyucuya yansıtmış bir şair”dir. Ayverdi, Abdülhak Hamit’i ise Çamlıca’da komşuluk yaptığı için bizzat görmüştür.

Gün boyunca devam eden sempozyumun sahne arkası ve önündeki en büyük emekçisi olarak takdim edilen Prof. İbrahim Numan da “Sanatkâr Şehir” başlıklı bir tebliğ sundu. Sâmiha Hanımın eserlerinde İstanbul’u tasvir edip adeta bir resim çiziyormuşçasına manzaraları okuyucuya aksettirdiğini anlattı Hoca: “Onun eserlerinde, kışıyla yazıyla gün geçmez ki bir ağacın dalında başka başka revnaklar açmasın. Çamlıca’nın fıstık ağaçları, Kâğıthane’de bir dere… Güzellik onda kâh şiir oluyor kâh musiki, kâh hat oluyor kâh tezhip, kâh çeşme oluyor kâh kasır; İstanbul ve bir tabiat estetiğini elbirliği ile inkişaf ettiren, zevkte ve medeniyette zirveyi bulmuş bir millet… Böylece şehirle sanatın iştirakinin arkasında yatan sırlı terkip açığa çıkarak şehre sanatkâr vasfı veriyor. Şehir sanatkâr oluyor.”

 

Sadullah Yıldız, rahmet diledi

YORUM EKLE