İslamcılık tasavvufu neden dışladı?

Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi Sempozyumu’nun 6. oturumunda Doç. Fahrettin Altun, Doç. Burhanettin Duran, Yard. Doç. Fırat Mollaer, Dr. Necdet Subaşı, Ercan Yıldırım ve D. Mehmet Doğan’ı dinledik..

İslamcılık tasavvufu neden dışladı?

 

Doç. Fahrettin Altun, Doç. Burhanettin Duran, Yard. Doç. Fırat Mollaer, Dr. Necdet Subaşı, Ercan Yıldırım ve D. Mehmet Doğan, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi Sempozyumu’nun son gününün ilk oturumunda dinleme fırsatı bulduğumuz isimlerdi. Üç gün boyunca öyle yüksek bir kalitede seyretti ki konferanslar, bir sonraki sempozyumdan beklentimizi dahi yükseltti. Elbette, konuşmacı büyüklerimiz ve hocalarımızın birikim sahası geniş-derin olunca dinleyici için yer yer zorluklar olmuyor değil; ama not defterimiz elimizde, kulağımız kürsüdeydi; bilmediklerimizi öğrenip mim koyduğumuz noktaları da öğrenmek için not aldık.

Sempozyumun altıncı birlikteliği olan ve başkanlığını Prof. İlhan Kutluer'in yaptığı bu oturumun başlığı “Öncüler ve Dönüştürücüler” idiyse de D. Mehmet Doğan’ın “İslamcılık: Bir Terminoloji Meselesi” serlevhalı sunumu, bu ana başlığın bir istisnasıydı.

Abduh-Efganî İslamcılığı tasavvufu dışarıda bırakıyor

Adlandırma olarak ‘İslamcılık’ kavramının yerine oturup oturmadığı sorusunun “oturmuyor oluşu” ihtimalini de gündeme getiren bir tereddüdü mündemiç olduğunu söyledi Mehmet Doğan. Kavramsal olarak vücut buluşunun izini sürerken Mehmet Hoca, bizi 19. yüzyılın sonlarına götürdü. İki temel çizgide geliştiğini söylediği akım için, Abduh ve Efganî tarafından ortaya atılmış Panislamizm kavramı etrafında oluşan fikrî-entelektüel İslamcılık ve daha çok Osmanlı ülkesinde ağırlık kazanmakla beraber bütün İslam dünyasında, Batı’ya karşı kendiliğinden gelişip 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluşan halk fikriyatı-hissiyatı olduğu bilgilerini verdi. Birinci sınıfın, Batı sömürgeciliğine karşı İttihad-ı İslam’la müdafaa yapıp siyasî hedefler de gözeten bir cereyan olduğunu, bütün siyasî etkilerine rağmen geniş kitlelere inememiş bir hareket oluşunu vurguladı ve ekledi hoca: “Esas itibariyle bu modernist, akılcı hatta pozitivist bir akımdır ve tasavvufu, tarihî-kültürel birikime yaslanan halk İslamcılığını dışarıda bırakır.”

Buna karşılık halk İslamcılığının -ki Mehmet Hoca ‘bir nevi milliyetçilik’ deyişiyle de karşılıyor bunu- 19. asrın sonlarında Sultan 2. Abdülhamit’in politik kavrayışı çerçevesinde ikili bir zemin bulabildiğini, bu İslamcılığın Türk modernleşmesinde oynadığı rolün memleketimizde ancak son yıllarda dile getirilebildiğini anlattı Doğan. ‘İslam birliği’ anlamında İslamcılığın, bütün önemsizleştirmelere rağmen Millî Mücadele’nin arka planında da ciddi rol alıp müessir olduğunu ifade etti. Bunun en önemli delillerinden biri, Millî Mücadele’nin başlarında Mehmet Akif’in, Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya davet edilmesiymiş.

İslamcılık bir tercüme problemi mi?

Türkiye’nin, Millî Mücadele’den sonra milletler arası sisteme eklemlenme süreci (yani Yakın Şark İşleri Konferansı, meşhur adıyla Lozan), dinî nitelikli yaklaşımların ve İslamî/İslamcı düşüncenin sonunu getirmiş. Buna Mehmet Doğan, Mehmet Akif’in artık ülkesinde yaşayamayacak hâle gelip yurt dışına çıkmasını örnek verdi. Kapanan Sebilürreşad’ın ardından kesilen İslamî mecmua çizgisinin sonrasında, “1930’da Nurettin Topçu’nun dini tefekkür unsuru olarak alan yazılarıyla Hareket mecmuası yeni bir zemin oluşturmuş” fakat bu zeminin Türkiye’deki düşünce kısırlığı yüzünden fazla etkin olamadığını söyledi Doğan. ‘45 sonrası, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunun süreli yayın olarak nispeten etkili olduğunu ekledi.

Peki, İslamcılık bir tercüme problemi mi? Sempozyumun evveliyatına bakılacak olursa, Ergün Yıldırım Hocanın böyle bir beyanı olmuştu. Mehmet Doğan Hoca’nın, daha geriye giderek ele aldığı üzere İslamcılığın İttihad-ı İslam’ın (veya Fransızcası olan Panislamizm) tercümesi sayılması pek de doğru değil. Ayrıca şimdi konuşulan İslamcılığın, Osmanlı ve sonrasının ‘İslamcı’ ilan edilen düşünürlerinin yolundan hayli farklı olduğu meselesi de var: “Yani daha açık bir ifadeyle, bugün geriye dönük bir şekilde İslamcı olarak adlandırdığımız Namık Kemal’den Sait Halim Paşa’ya, Mehmet Akif’e, Bediüzzaman’a ve Nurettin Topçu’ya… Bir silsilede yer alan düşünce adamları kendilerini hiçbir zaman ‘İslamcı’ olarak adlandırmamışlardır.” Mehmet Doğan Hoca’nın bu minvaldeki vurgusunu önceki oturumlarda Metin Karabaşoğlu ve Yıldız Ramazanoğlu’ndan da dinlemiştik.

Mehmet Akif’in beytinin devamı ne?

Mehmet Doğan’a göre, siyasî hayatımızda dinî referanslı siyasetin 1970’ler sonrasında ortaya çıkıp güç kazanması bir süre İslamcılığı etkilemedi. Ancak iktidar ihtimali belirince bu yaklaşımda belli ölçüde değişiklikler oldu, 28 Şubat’la birlikte ise İslamcılığın sonu geldi: “Sürekli dış atıf merkezlerine bakan, kâh Libya kâh İran kâh Afganistan veya başka bir ülkeden hizalanan İslamcılığın Türkiye zeminine oturması bir türlü mümkün olamamıştır. Tabiî, bu atıf zeminlerinin hepsi de zaman içinde çökmüştür.” 2000’lere gelindiğinde örnek alınabilecek hareket veya ülkenin kalmadığını, İran’ın Şiî/millî devlet vasfının artık ortaya çıkmasının da İran İslam İnkılâbı’nın etkisini tedricen bitirdiğini söyledi Doğan.

İslamcıların çokça kullandıkları, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” beytinin de sonrası görülmeden iktibas edildiği için bir tür yanlış anlamaya zemin hazırladığını düşünüyormuş Mehmet Doğan. Sonrasında “Kuru davayla olmaz fakat bu ilim ister” mısrası var.

Bir 18. yüzyıl entelektüelini andırıyor Necip Fazıl

Hatırlama ve Direniş: Necip Fazıl Kısakürek’in Batılılaşma Anlatısı” başlıklı sunumuyla Doç. Fahrettin Altun’u dinledik. Necip Fazıl hakkında, onun Batılılaşma eleştirisi üzerinden nasıl bir retorik geliştirdiğine dair enteresan bilgilerle bezeli başarılı bir portre çıkardı bizim için. 1939’da kaleme aldığı “Ben Buyum” başlıklı yazısında Necip Fazıl, kendini şu şekilde tasvir etmiş: “Ben buyum: 1-Asyacı; kopya Avrupacılığa zıt. 2-Aşırı milliyetçi, Anadolucu; milliyet dışı telakki sistemlerine zıt. 3-Ruhçu; maddeye zıt. 4-Maveracı; softaya zıt, dinsize zıt. 5-Şahsiyetçi, keyfiyetçi, başıboş fert haklarına zıt, standart haklara zıt. 6-Mülkiyette tahditçi; büyük ferdî sermayeciliğe zıt. 7-Sanat, fikir ve ilimde tedriççi-safiyetçi; köksüz ve kabataslak teşhis sistemlerine zıt. 8-Kafa ve ruh mümtaziyeti bakımından sınıfçı, anti demokrat. 9-Tek görüş etrafında müdahaleci, anti liberal.” Kendini bu şekilde tarif ve tavsif eden Necip Fazıl’ın mesajlarının uzun vadede, İslamcı düşünce ve popüler kültürde son derece çekici mesajlar olarak öne çıktığını belirtti Fahrettin Hoca.

Fahrettin Altun, Necip Fazıl’ın çeşitli vesilelerle kendisini ‘yalnızlık, gariplik, yabancılık’ gibi kelimelerle anmasının yanı sıra aslında, hakikatin tekelini elinde bulunduran bir 18. yüzyıl entelektüelini andırdığını söyledi ki, bu tanımı onun hakkında yapılmış en isabetli ve çekici tanımlardan biri olarak ilk duyuşta kendim için damgalamış bulunuyorum. Onun bütün eforunu “Müslüman Türk” kimliği etrafında ve Kemalizm karşıtlığına sarf ettiğini söyledi Altun. Üstadın ürettiği muhalefet dilinin Türkiye İslamcılığında ciddi bir karşılık yarattığını söyleyip ekledi: “Yayın ve konuşmalarında muhalefetinin en belirgin olduğu alan, Türkiye’nin Batılılaşmasına ilişkin değerlendirmeleri ve Kemalizm’in ulusal tarih inşasına ilişkin eleştirileridir.” Ama hocanın, Necip Fazıl’ın meslekten bir tarihçi olmadığına dair kaydı önemli olsa gerek.

Her ne kadar Necip Fazıl, Kemalist tarih öğretisindeki olumsuz imajlarla hesaplaşsa da bütün Osmanlı tarihine aynı gözle bakmaz, hepsini de yüceltmezmiş: “Ona göre 1453-1517 arasında yaşananlar tam anlamıyla bir yükselişi ifade eder. Tarihin zirve noktasıdır o dönem ve dinin her şeyin üstünde olduğu noktadır.” Fahrettin Altun, Necip Fazıl’ın zihninde/tarih okumasında Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim iki önemli kahraman olurken, Kanunî Sultan Süleyman’ı çok da olumlu bir profil olarak resmetmediğini söyledi. Sebep de “ruhsuz ve fikirsiz kaba softaların, kuru şekilcilerin davranışları.”

Asfalt ve kayalık yol, keçi-köstebek yolu

“Avrupa’nın bize attığı ağ” şeklinde nitelediği taklitçilik hastalığı ve düşüşe 2. Abdülhamit’in dur demeye çalıştığı fikri var Necip Fazıl’da. Hatta o, bu çöküşü Abdülhamit’in 33 yıl geciktirdiğini düşünürmüş. Onun tahttan indirilmesinin ardındansa çöküş yeniden hız kazanmış. Kısakürek, tek parti iktidarının “Türk’ün ruh kökünü zayıflatan bir unsur olduğunu” söylermiş. Bütün bu süreçleri o şöyle özetlermiş: “Devletimizin, başından bugüne kadar beş yolu var, İslam noktasında: Birincisi, asfalt cadde: Kuruluştan Kanunî’ye kadar 250 yıl. İkincisi, toprak ve batak yol: Kanunî’den Tanzimat’a kadar 300 küsur yıl. Üçüncüsü, kayalık ve çıpırlı yol: Meşrutiyete kadar 70 yıl. Dördüncüsü, Meşrutiyet’ten cumhuriyete kadar 15 yıl: Keçi yolu. Ve nihayet, cumhuriyetten bugüne şu kadar yıl: Köstebek yolu.”

Batılılaşma sürecinde eski-yeni arasında yaşandığı düşünülegelen gerilimin Necip Fazıl’da ‘yabancı-yerli’ şeklinde yer bulduğunu ifade etti Fahrettin Hoca. Türklerin özünün tahrip edildiği, ruh köklerinden uzaklaştırıldığı bu süreç, negatif ve yıkıcı bir süreç olmasının yanında etkileri de berdevammış.

Fahrettin Altun, Necip Fazıl’ın oluşturmaya çalıştığı alternatif tarih yazımında aktör merkezli bir tarih telakkisini vurgularken bunun “kişisel başarı ya da hezimet hikâyelerinden ibaret bir tarih okuması” olduğunu söyledi: “Onun tarihsel değerlendirmeleri keskin dönemlendirmelere dayanır.” Öte yandan, Altun, Necip Fazıl’ın ortaya koyduğu hatırlama stratejisinin muhatabını bilinçlendirmeyi hedeflediğini ifade etti. Karşısındakini sürekli aydınlatmayı kendisine ana hedef olarak görürmüş: “Biraz da bu nedenle tarihsel olaylar arasındaki bağlantıları hızla ve zayıf bir şekilde ortaya koyar.” Ona dair, Fahrettin Hoca’nın nihaî cümlesi, herhâlde hakkında yapılmış en insaflı, mutedil ve hakkaniyetli hükümlerden birini ortaya koyuyor: “Necip Fazıl’ın değeri, her şeyden önce tarihe/topluma ilişkin sorduğu sorularda ve Kemalist rejime karşı gür sesli muhalefetinde aranmalı; o, bu yönüyle sadece muhafazakâr-milliyetçi bir düşünür olarak değerlendirilmemeli, Türkiye İslamcılığı içinde teşkil ettiği yerin sorunsallaştırılması gerekmektedir.”

Kıyamet ayetleri çizen ressam ne kadar İslamcıysa…

Yard. Doç. Fırat Mollaer, “Hakikat İslamcılığı: Nurettin Topçu’nun Tasavvufî Düşüncesi Hakkında Notlar” başlıklı sunumunda, meseleyi Topçu’nun doktora tezi olan “İsyan Ahlakı”nın üzerinden ele aldı. İsyan Ahlakı’nın özelliklerini beş maddede özetlemenin mümkün olduğunu söyledi. Birincisi, iyi insan olmak. Topçu, iyi insan olabilmek için toplumsal-kamusal görevlerin ifasının yeterli olmadığını düşünürmüş: “Çünkü insan bir bakıma toplumsal varlık olsa da tümüyle böyle değildir.” Bu bağlamda, Durkheim sosyolojisinin zayıf bir tarafı olduğunu söylemek, neticede, ‘Toplumsal anlaşmaları çiğnemek zarar getirmiyorsa ne olacaktır?’ sorusuna verilmiş cevabının zayıf oluşu sebebiyle bu hükme varmak mümkünmüş.

İkincisi, eğer bir ahlak teorisi kurma girişiminiz olacaksa bazı şeylerin yararlarından büsbütün bağımsız bir değerleri olduğunu kabul etmek. Yani, her şeyi fayda ahlakıyla değerlendirirsek, iyiye dair kavrayışımız zayıflayacaktır. Üçüncüsü, iyi bir yaşam sürmenin çevremizde yıllardır benimsenmiş töre ve inanca eleştirel bir gözle bakma şartına bağlılığı. Dördüncüsünü, Dostoyevskien bir ilkeye başvurup “Biz, hepimizden ve her şeyden sorumluyuz ve her şeyden önce tüm insanlardan sorumluyuz ve tüm diğerlerinden fazla kendimizden sorumluyuz.” cümlesiyle tarif etti Mollaer. Buradan çıkarttığı sonuçsa şu: Ahlak, bireysel ve kolektif bir sorumluluk. Beşinci ilke ise, “Öyle insanlık durumları vardır ki, doğruyu ve yanlışı ayırt edebilen az sayıda insan kendi yargılarıyla davranır ve bunu özgürce yaparlar.” şeklinde.

Nurettin Topçu’nun bir İslamcı olup olmadığı sorusuna, “hem evet hem hayır” cevabını verdi Fırat Mollaer. Hoca, Topçu’nun geniş anlamda İslamî düşünce içinde değerlendirilebilmesinin imkânını fakat dar anlamda bir İslamcılığa uymayacağını iddia etti. Verdiği örnek biraz çarpıcı: “Bir Müslüman ressam düşünün; öyle bir ressam ki, kıyamet ayetlerini resmediyor, dağların kelebekler gibi uçuştuğu kıyamet ayetlerini. Nurettin Topçu diyor ki, keşke böyle bir ressam olsa ve bunu resmetse. Ben de diyorum ki, bu ressam ne kadar İslamcıysa Nurettin Topçu da o kadar İslamcı’dır.”

“İsyan Ahlakı camiden çok kilise kokuyor!”

Bir gün, Nurettin Topçu’yla alakalı sunum yaptığı esnada, usule muvafık olmayarak söze giren bir dinleyici, “Nurettin Topçu’nun İsyan Ahlakı camiden çok kilise kokuyor!” demiş. Fırat Mollaer, o anda bu çıkışı kötü niyetlilik şeklinde değerlendirdiğini, üzerinden zaman geçtikçe bunun ‘kötü niyetlilik’ değil, bir ‘ön yargı’ olduğunu anlamış. Bunu, “Hakikat İslamcılığı” şeklinde belirlediği başlıkta aklında olan tasavvufî düzeyler hiyerarşisiyle biraz daha açtı: “Şeriat, tarikat, hakikat, marifet. Bu, İbni Arabî’den itibaren oluşmuş tasavvufî düzeyler hiyerarşisine işaret eder.” O usule gayrimuvafık müdahalede bulunan izleyicinin yaptığının, şeriat düzleminde yapılmış bir şey olduğunu, fakat Nurettin Topçu’nun “İslamcılığı”nın hakikat düzeyine tekabül ettiğini söyledi Mollaer.

Peki, şeriat ve hakikat aşamalarını nasıl ele alıyoruz? Şeriatta, çokluk ve özne-nesne metafiziğinin alanında olunuyor, mümeyyiz vasfı “hukukî bir kodifikasyon.” Bu kodifikasyon olma ameliyesinin ister istemez ortaya çıkan bir durum olduğunu vurguladı Fırat Hoca: “Aynı zamanda, burada öteki dinlerin mensuplarından oluşan geniş bir ötekiler manzumesi keskin bir şekilde önümüzde belirir. Bir özne-nesne metafiziği vardır, İslamî ego kendisini Müslüman olarak kurmakta ve ötekiler üzerinden hareket etmektedir.” Yani Fırat Hocanın dediği şu: Bir metnin cami değil de kilise koktuğunu iddia etmek mümkün, aslında bunun zorunlu sonucu.

Hâlbuki hakikat aşamasında, kesretten çok vahdet aşamasında bulunulduğunu, özne-nesne ayrımının aşılmış olduğunu ve başka din mensuplarının keskin bir biçimde önümüzde durmadığı durumun mevcudiyetini anlattı Fırat Mollaer. Bu düzlemde, maddeye karşı ruhî kuvvetleri savunan diğer din mensuplarıyla belli açılardan ittifak mümkün: “Bizi kesen özelliklerin oluşturduğu vahdet alanının içerisindeyizdir.” Buna Nurettin Topçu’nun bir makale başlığını örnek verdi Mollaer: “Komünizme Karşı Hıristiyan Âlemiyle El Ele Vermeliyiz

Fırat Hoca’nın konuşmasının epey bir bölümünü işgal eden ve aslında bir parantezden ibaret olan bu şeriat-hakikat açıklamasının, her ne kadar konuşmanın kendisi feda edilmiş olsa da, Topçu’ya dair enteresan bir bakış açısı sunduğunda şüphe yok.

“Medeniyet bir çuval gibidir”

Evvela medeniyet tasavvurunun İslamcılık içindeki yerine ve sonra da Sezai Karakoç fikriyatına değinen Doç. Burhanettin Duran, “Türkiye İslamcılığında Medeniyet Söylemi ve Sezai Karakoç Düşüncesi” başlıklı bir sunum yaptı.

Başbakan’ın, partisinin son kongresindeki konuşmasında on dört defa ‘medeniyet’ kelimesi geçerken buna mukabil iki kere ‘muhafazakâr demokrasi’ ibaresi geçmiş. ‘Medeniyet’ birçok kere, ‘Medeniyetimiz İslam medeniyeti’ bağlamında kullanılmış. Ahmet Davutoğlu’nun da şehirler üzerinden medeniyet kavramını ne kadar çok kullandığının belirgin olduğunu söyledi Duran. Burhanettin Hoca, her geçen gün daha sık kullanılan ‘medeniyet’ söyleminin -gittikçe daha billurlaşan şekliyle İslam medeniyeti söyleminin- daha ön plana çıkmaya ve bazı söylemlerde hegemonik bir konuma gelmeye başladığını ifade etti. Bu bağlamda, Sezai Karakoç’un ‘İslam medeniyeti’ kavramsallaştırmasının Türkiye İslamcılığında önemli bir etkisinin olduğunu söyledi hoca. Bu kavramlaştırmaya Nurettin Topçu ve İsmet Özel daha eleştirel yaklaşmalarına rağmen Burhanettin Duran, hem tarikatları hem cemaatleri hem aydınları en geniş şekilde bu medeniyet söyleminin kapsadığını belirtti.

Bir konuşmasında Bedri Gencer Hoca’nın, “Medeniyet çuval gibidir, içine ne atarsanız alır.” dediğini hatırlıyorum. Burhanettin Hoca’nın aktardıkları da bunu destekler nitelikte. Şöyle ki: 19. yüzyılın ikinci yarısının en popüler iki kavramı olan ‘terakki’ ve ‘medeniyet’in, İslam dünyasının iç problemlerini çözmek isteyen aydınların hem onu kalkındırmak hem de Batı karşısında yol arayışı içinde olmaları sebebiyle gündemlerinde medeniyetin olduğunu söyledi Burhanettin Hoca: “Bu medeniyet, çoğunlukla kendisinden öğrenilecek bir şeydir, bazen de ‘tek dişi kalmış bir canavar’dır. Böyle baktığımızda medeniyet söylemi, çoklu unsurları içinde bulunduran bir şemsiye kavram gibi görünüyor.” Burhanettin Duran, o dönem için medeniyet söyleminin biraz da modernite karşıtlığı şeklinde bir kullanımının olduğunu kaydetti. Bu ‘medeniyet’ kelimesinin muğlâklığına dair hocanın düştüğü bir başka dipnot yine Başbakan üzerinden. Gerektiğinde Avrupa Birliği’yle bütünleşmeyi gerektiğindeyse Batı’yı eleştirmeyi becerebilen bir kullanım, medeniyet söylemi.

“Türkiye’de, ne yapılması gerektiğine dair konuşan bütün akımların bir medeniyet tasavvuru var; Batıcılar, Kemalistler, Türkçüler…” İslamcıların, kendilerini Batıcı aydınlardan ayrıştırırken yaptıkları işin, ‘Batılı modernleşmeyi aşarak İslam dünyasına has bir modernitenin üretimi’ meselesinin tartışılması gerektiğini söyledi Burhanettin Hoca. Bunun da ‘medeniyet’ kavramı-tasavvuru üzerinden yapılmaya çalışıldığını ifade etti.

Sezai Karakoç’un hâlâ aşılamayan bir mevkisinin el’an Türkiye İslamcılığında mevcut olduğunu belirtti hoca. Karakoç’un, Necip Fazıl’ın temsil ettiği İslamcılığa bazı tashihler getirdiğini, milliyetçilik içinden çıkan Kısakürek İslamcılığını, ‘İslam milleti-diriliş’ kavramıyla tashih ettiğini, Karakoç’un yapmaya çalıştığı şeyin, “bir kimliğin-bilincin-üstünlük duygusunun yeniden inşası” olduğunu söyledi.

Meselelerin çözümünde tek aktör Müslümanlardır

Ercan Yıldırım, “İslamcılığa Karşı Bir İslamcı: İsmet Özel” sunumunda, “Türkiye şartlarında bir İslamcılığı geliştirme yanlısı” olan İsmet Özel’i anlattı. Mehmet Akif’in dile getirdiği, ‘Türkiye’nin İslam’ın son yurdu olduğu, Anadolu’nun kaybı durumunda İslam’ın dünyadaki konumunun ciddi tehlikeye gireceği’ kanaatini devam ettiren İsmet Özel, ne dünya devlerinden gelecek bir dış desteğe ne de İslam devletlerinden gelecek bir yardıma Türkiye’nin ihtiyacı olmadığını savunurmuş. Ayrıca, Türkiye’nin meselelerinin çözümünde Müslüman kesimin tek aktör olabileceğini düşünürmüş.

İran Devrimi konusundaki İsmet Özel duruşu ise, “İran İslam Devrimi’nin, dünyada bir İran Devleti olduğunu meşrulaştırma hareketi” şeklinde bir okumaymış. İsmet Özel’in, kültüre bir “üretme biçimi”, medeniyete ise “tüketme biçimi” dediğini aktardı Ercan Yıldırım; Batı’nın çalışma ve öğrenme şartlarını kültür, dünyayı düzenleme görüşüne de medeniyet.

İslamcılar devlete yaklaştıklarında muhafazakâr, topluma yaklaştıklarında marjinal

Son olarak Dr. Necdet Subaşı’nı, “Devlet, Cemaat(ler) ve İslamcılık” başlıklı bir sunumuyla dinledik: “İslamcılığın belli bir Müslüman kategori içinde çok da sahiplenilmiş ve gururla kullanılmış bir kavram olmadığını hepimiz biliyoruz.” Necdet Hoca, bu kavramın uzun süre neredeyse kriminal bir durumu ifade için kullanıldığı fakat süreç içinde belki de sosyolojik şartların değişiminden kaynaklanan bir saikle belli bir kitlenin kendini bununla tanımlamayı tercih ettiğini söyledi. Necdet Subaşı, yaklaşık yüz yıllık bir süreç içinde İslamcılık kavramını, içine neleri almadığı (ağyârını mâni?) üzerinden tanımladı. Bu kavramın içine, “milliyetçi-Kemalist-Osmanlıcı-tarikatçı-cemaatçi-geleneksel İslam kodlarıyla kendini tanımlamayanlar giriyor.” Bugün İslamcılığın yekparelik arz etmediğini, farklılıklar teşkil eden bir zemin olduğunu da ekledi.

Subaşı’nın, İslamcılar’ın toplumla kurdukları/kuracakları ilişkiye dair tespitleri var. Toplum dediğinde çok katmanlı yapıdan bahsettiğini söyleyip “cemaat”in ve toplumun iliklerine kadar nüfuz etmeyi başarmış tarikatların da buna dâhil olduğunu söyledi Necdet Bey ve ekledi: “Bunların hiçbiri 10-20 yıllık olaylar değil, tarihsel toplum gerçekleridir bunlar.” İslamcıların, toplumun bu katmanlarına inebilme başarılarına göz atıldığında, önemli bir referans çatışmasıyla karşı karşıya olduğumuzu ifade etti Necdet hoca ve İslamcıların kendi dillerini inşa esnasında öteden beri toplumun içinde yüzdüğü geleneksel dekoru sorgulamak üzerine kurulduklarını anlattı. Dolayısıyla burada bir çatışma/çelişkinin varlığını vurguladı Necdet Subaşı: “Bu dekor sorunluydu, bu dekor bidat ve hurafe içinde dolaşıyordu, İslam’ın özünü yakalamak konusunda çok karmaşık yerlerden geçerek kendini yapılandırmıştı.” İslamcılar’ın bu sorgulamalarını anlatırken “kibir”, “küçümsemek”, “dışarıda bırakmak”, “dışlama” gibi anahtar kelimeleri kullandı Subaşı.

Sonuçta İslamcıların, toplumla kendi aralarına koydukları mesafenin sonucu olarak ister istemez elitist-bürokratik mekanizmanın parçası olduklarını söyledi. Necdet Subaşı Hocanın, “İslamcılar; devlete yaklaştıklarında muhafazakâr, topluma yaklaştıklarında marjinal kalan bir söylem alanında hapsedilmiş oldular.” cümlesinin derinlikli ve arka planı yoğun bir bakış açısını bende çağrıştırdığını da ifade etmeliyim.

 

Sempozyum haberleri, 7. ve 8. oturumla devam edecek. Sempozyuma ilişkin diğer haberlerimizi ve başka İslamcılık tartışmalarını "İslamcılık" etiketimizden takip edebilirsiniz.

 

Sadullah Yıldız, notlarını bitirdi

YORUM EKLE