İLEM’in organize ettiği ve Üsküdar Belediyesi'nin katkılarıyla Bağlarbaşı’nda gerçekleşen Aliya İzzetbegoviç Sempozyumu’nun ikinci oturumunun başkanlığını Veli Karataş yaptı. Büyük şahsiyetleri anma ve anlama ikileminde ya sadece anma işleminin yapıldığını ya da yalnızca anlama çabası gösterildiğini belirten Karataş, Aliya’nın vefatının 10. yılı anısına organize edilen bu sempozyumda her ikisini de yapmak istediklerini belirtti. 3 yıl önce İlmi Etüdler Derneği’yle Bosna’ya gittiklerinde merhumun mezarının başında “Aşır” okunması istendiğini belirten Karataş, o an için, belki de duygularını ifade etmek maksadıyla, Ali İmran’ın 144-148. ayetlerini okuduğunu, o andan itibaren Aliya’nın, ayetlerde belirtilen “rabbanilerden” oluşunu düşündüğünü söyleyerek, bu ayetlerin Türkçe mealini okuyarak oturumun başlangıcını yaptı. Ayetleri okuyarak anma kısmını tamamlayan Veli Karataş, oturumun konuşmacılarını tanıtarak anlama kısmına giriş yaptı.
Bilge olmak ve farklılık
Oturumda ilk olarak Mustafa Aydın söz aldı. Aliya İzzetbegoviç’i rahmetle anarak sözlerine başlayan Aydın, etkinliği düzenleyenlere teşekkür etti. İzzetbegoviç’in siyasî yönünün yanında bilge insan-bilge kral oluşunu hatırlatan Aydın, Aliya’nın İslâm’dan bahsederken mükemmel bir çerçeve çizdiğini ve onun sıradan bir düşünür olmadığını belirtti. Aliya’nın “bilge” oluşundan yola çıkarak bu kavrama dair birkaç cümle söyleyen Mustafa Aydın, bilgenin, yalnızca herhangi bir konuda bir şeyler söylemediğini belirterek, “sosyolog”dan yahut “bilim teknisyeni”nden farklı olduğunu, olaylara disiplinler arası bakışla bakarak bilge olunduğunun altını çizdi. Aliya İzzet’in dünya görüşünü tanımlarken, “İnsanın iki tarafı var. Alet kullanan insan, kült sahibi insan.” cümlesini hatırlatan Aydın, bu tespitte “kült” kelimesiyle “rahmanî” olanın kastedildiğini belirtti. Aliya’nın insan-hayvan ayırımı, kültür-medeniyet, dil-materyalizm, ütopya-dram gibi ikili kavramlar üzerinde çokça durduğunu söyleyen Aydın, Aliya’nın bileşkelerin sentezden oluştuğunu düşündüğünü aktardı.
Ütopya-dram ikilemi Aliya için önemli ikilemlerden. Aliya’nın bilgeliğinin burada, herkesin kullandığı anlamdan farklı bir bakış açısı sunmasında başladığını belirten Aydın, bu iki kavrama değindi kısaca. Ütopyanın hayalde, kafalarda bir dünya tasarlanarak başladığını, Ortaçağ’da da düşünürlerin kavramı bu haliyle kullanmaya devam ettiğini belirtti. Herkesin ütopyaya bu şekilde yaklaştığını belirten Aydın, Aliya’nın kavrama bu haliyle bakmadığını söyledi. Konuşmacı ütopyadaki temel meseleyi ise şöyle özetledi: “insanî olanı, insanî olmadan; ilahî olanı da, ilahî olmadan kabul etmeye çalışarak kurulmak istenen bir düzen.” Dram kelimesinin ise, Antik Çağ’dan beri kullanulan bir kelime olduğunu söyleyen Mustafa Aydın, gerçek hayatı veren oyunlara dram dendiğini, dolayısıyla hayatın kendisinin dram olduğunu vurguladı.
Ütopya teknik, dram hayatın kendisi!
“İnsanlığın tarihi boyunca iki temel eğilimin, ütopya ve dramın, söz konusu olduğunu söylüyor Aliya.” diyen Aydın, ütopyanın içeriğini bilim-teknik gibi kavramların; dramın içeriğini ise, hayatın oluşturduğunu belirtti. Ütopya da dram da, Aliya tarafından yeniden biçimlendiriliyor. Bu bağlamda, gelişmiş ülkelerdeki mekanikliği belirten Aydın, insanın kendi doğasının kabul edilmediğini, “ütopya” gereği yeni bir dünya kurulduğunu söyledi. Tam da bu nokta da, aklımıza adem ve beşer kavramları geliyor.
Ali Ünal’ın Kur’an’da Temel Kavramlar kitabından insanın, adem ve beşer yönü arasında mücadele ettiğini anlıyoruz. Zira adem yönü kazanan kişi mü’min, beşer yönü galip gelen kişi ise dünyevîliği tam anlamıyla yaşayan bir insan oluveriyor. Ali Ünal, bu önemli ayrımı şu şekilde ifade ediyor kitabında: “(...) [T]opraktan yaratılan insanın beşeriyet yanı, Kur’an’ın ifadeleriyle, ‘unutkanlığının, nankörlüğünün, aceleciliğinin, haklı-haksız tartışmayı pek sevmesinin, bilgisizliğinin, zalimliğinin ve zayıflığının’ sembolüdür. Bu olumsuz nitelikleri bastıracak olan da insanın ademiyet yanıdır...” İnsan birlikteliğinde dramın, topluluk olduğunu söyleyen konuşmacı, Aliya’nın bu düşüncesi ile ütopya kavramına karşılaştırmalı bir bakış açısı ile yaklaştı ve burada yüz yüze gelmeden kurulan ilişklerden bahsetti. Bu bağlamda Aydın, konuşmasının devamında, medine-şehir ikilemine de atıfta bulunularak, meseleyi daha da anlaşılır kılmaya çalıştı.
Mustafa Aydın, dramın beraberliği esas alan mantalitesinin, ütopya aklınca kabul edilmediğini belirtti. Dolayısıyla ütopyanın birlik olmadan, yani “Benliğinizi bırakıp gelin!” mantığıyla olaylara yaklaştığını söyledi. Yapılan gözlemler, tüm farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışan bir mantaliteye sahip ütopyada; farklılıklarla beraber yaşamanın ise, dramın mantığına uyduğunu söyledi. Aydın’ın bütün bu açıklamalardan şunu anlıyoruz: Dram seni sen olarak kabul ederek bir oluşum hazırlamaya çalışırken ütopya, seni senden arındırarak ve kendi kalıplarına sokarak bir oluşum hazırlamaya çalışıyor. Ütopya-dram ikilisinin bulunduğumuz dünyayı iyi tanımamıza yardımcı olacağını belirten konuşmacı, bunun bizler için “esaslı bir ufuk” açtığını kaydetti. İnsanî olguların erimeye başladığının görülmesi gerektiğini söyleyen Aydın, ütopyanın bir savaş açtığını, söz gelimi komşuluk kavramını eksen aldığımızda ütopyanın, sürekli olarak bir “yabancı” üretmeye çalıştığını, komşuyla tanışılmaması gerektiğini istediğini belirtti. Anlattıklarından karamsar bir tablo çıkarmak istemediğini söyleyen Aydın, dramın insan fıtratına uysa da bunun tek başına yetmediğini, durumun “iradi bir kabul” gerektiğini de hatırlattı.
Oturumun ikinci konuşmacısı ise, Mahmut Hakkı Akın. Aliya’nın özellikle ilgilendiği konunun siyaset felsefesi olduğunu belirten Akın, konuşmasının Mustafa Aydın’ın konuşması ile tamamlayıcı mahiyette olduğunu söyledi. Karl Popper’ın, “Yeryüzünde cennet üretmeye çalışanlar, hayatımızı cehenneme çevirmeye çalışanlardır!” sözünü hatırlatarak konuşmasına başlayan Akın, hayatın mekanikliği ve salt düzeni aşan bir yapısının olduğunu, olanın bizim hesap edemediğimiz olaylarla alâkalı olduğunu, aksi takdirde her şeyi tahmin ederek yaşabileceğimizi ve beşerler olarak bizlerin, hayatı tanzimin mümkün olacağını söyleyerek ekledi: “Aliya bunu savunmuyor.” Dramın, aslında, hesap edemediğimiz bir hayatta yaşamak olduğunu söyleyen Hakkı Akın, aksi takdirde insan aklıyla tamamen izah edilebilecek bir hayat yaşayacağımızı ama bunun gerçekte bunun mümkün olmadığını söyledi.
Düşünmemizin dualizm mantığıyla ilerlediğini, ya/ya da’yı hatırlayarak belirtti. Aliya’nın düşüncesinde Allah ile insan arasındaki ilişkiyi görebilmemiz gerektiğini belirten Akın, Allah ile insan arasındaki sözleşmenin dünya hayatındaki imtihanla alakalı olduğunu, imtihan dünyasında yaşıyor oluşumuzunda bununla ilişki olduğunu söylerek sözlerine şöye devam etti: “İnsan daha sefil hale gelebilir, yahut daha üst bir mertebeye çıkabilir.” Akın, Aliya İzzet’e göre “insan” gerçekliğini en iyi açıklayanın İslâm aklı olduğunu da sözlerine ekledi.
İnsanı, Allah ile yaptığı sözleşme farklı kılıyor!
Allah ile insanın yaptığı sözleşmenin insanı diğer bütün varlıklardan farklı kıldığını belirten konuşmacı, bu sözleşmeye uyup uyamamamız ile ilgili olarak bir imtihanla karşı karşıya olduğumuzu ve o yüzden hesap edemediğimiz bir hayatı yaşadığımızı aktarıp ekledi: “İnsanın da bir dualizm olduğunu söylememiz lazım: bir tarafı nefsani ve hayvani olup diğer tarafı ruhanidir.” Bizi diğerlerinden ayıranın siyaset olabileceğini belirten Akın, siyaseti yalnızca insanın yapabildiğinin doğru olduğunu fakat öte yandan, ahlaklı siyaseti de yine yalnızca insanın yaptığının da hatırlanması gerektiğini belirtti.
Aliya İzzet’in, daha iyiyi ortaya koyacak bir siyaseti düşünen bir çıkış siyaseti olduğunu söyledi. Siyasetin dünyevi bir tarafının olabileceğini, lakin iyinin kaynağının yalnızca bu dünya olmadığını da ekledi. “Aliya, 3 düşünce sisteminin olabileceğini belirtiyor: Bunlardan ilki olan materyalizm, maddeci felsefelerden kaynaklanır ve bu noktda Yahudilikle bağlantı kurar Aliya. İkinci sistem olan maneviyatçılık yani Hristiyanlıktır. Düşünce sistemlerinden sonuncusu ise, İslâm’dır.” diyen Akın, dualizmi kabul eden ve sadece dualizmin bir yönüne ağırlık vermeyen İslâm’ın, diğer düşünce sistemlerine alternatif bir konumda olduğunu hatırlattı. İnsanın siyasal bir varlık olmasının onun yükselmesini sağlayabileceği gibi, aynı zamanda düşmesine de sebep olabileceğini söyleyen Mahmut Hakkı Akın, buna neden olanın da siyasallığın doğrudan güçle alâkalı olması olduğunu belirtti.
Siyasetin bu dünyada karşılaştığımız sorunları çözmek için kullandığımız bir “araç” olduğunu, bize bu dünyada lazım olduğunu ve bu hasapla insanın siyasal bir varlık oduğunu belirten Akın, siyasetin kaynağıyla alâkalı açıklamalarda bulundu. Aliya’ya göre, ancak siyasetin kaynağı ahlâk olursa, ahlâki gerekçelerle temellenmiş bir siyaset mevcut olur. Bunun tersi durumdaysa, sürekli olarak çeşitli statülerin üretildiği ve kula kulluğun açığa çıktığını hatırlatan konuşmacı, ne kadar ahlaklı siyaset yapmaya çalışılsa da eninde sonunda sıkıntılar çıktığını belirtti ve güç ilişkisi devreye girdiği zaman, insanların itaat ilişkilerinin nasıl düzenleneceği meselesinin de devreye girmeye başladığını söyledi. Dünyada, örneğinin az olduğu bir durumu Aliya’da gördüğü için ayrıca hatırlatma gereğinde bulundu Mahmut Hakkı Akın: “Dünyada istisna olarak örnekleri çok azdır ki, bugün hakkında konuştuğumuz insan da bunu başardığı için zikretmemiz gerekir. Güce sahip olanın, gücünü devrettiği/paylaştığı görülmüş bir şey değildir. Bir iktidar sahibinin, bunu küçük bir çocuğun elindeki bebek gibi de düşünebilirsiniz, iktidarını yahut gücünü başka biriyle paylaştığına çok sık rast gelmeyiz. Aliya İzzetbegoviç’i ben koltukta, cumhurbaşkanı olarak ölmediği için ayrıca seviyorum.” Akın, neden böyle dediğini ise, “kendi iktidarından vazgeçebilme iradesini görme basireti” ile açıkladı.
Aliya İzzetbegoviç’in düşüncesine hakim olmadan, onun siyasi pratiğini ve hatta Bosna Savaşı’nı anlamanın mümkün olmadığını belirten Akın, güzellemelerden öteye gitmeyen bir durumun mevcut olmasının kendisini üzdüğünü belirtti. İzzetbegoviç’in ise her türlü yaklaşımında -Batı’ya, Doğu’ya yahut İslâm’ın temel metinlerine, Asr-ı Saadet’e yaklaşırken- iyinin peşinde olarak yaklaştığını söyleyen konuşmacı, Aliya’nın “toptancı” bir bakış açısından uzak durmaya çalıştığını kaydetti. Elbette taraf olunması gerektiğini söyleyen Akın, adaletli olmanın temel düstur olması gerektiğini belirterek şunları ekledi: “Aliya İzzetbegoviç’te siyaset felsefesinin ahlâk ve insan anlayışıyla tutarlı bir şekilde amacı adalettir.” Ahlâk sözleşmesinin İslâm’da, Allah ile yapıldığını hatırlatan konuşmacı, İslâm’da ütopya diye bir şeyin söz konusu olmadığını, hayatın mekanik olmamasıyla ilişkilendirerek, Allah olduğu için hayatın mekanik olmadığını söyledi. “Bizim bir ütopyamız var. Cennet, yeryüzünde olduğu takdirde cennet olma özelliğini yitirir. Cennet, yeryüzünde değildir.” diyen Mahmut Hakkı Akın, Aliya’ya göre ‘“men etmeye ve salih amel işleme”ye (bu dünyada yaşamak durumundayız, ve dünyayı daha iyi bir yere getirmek durumundayız zira) dönülmezse, İslâm’ın olması gereken siyaset felsefesine ulaşılamayacak ve olanla olması gereken arasındaki mesafe açılmaya devam edeceğini belirtti.
İslâm’ın amacı ütopya değil!
Konuşmasının sonunda, Aliya İzzetbegoviç’in siyaset felsefesinin insanî/ahlâkî bir gaye güttüğünü belirten Akını, merkezinde tamamen İslâm olan bu anlayışın amacının ütopya olmadığını vurgulayarak, bu amacın, İslâm’ın şuur inşa ettiği bir toplum modeli olduğunu söyledi. Söz konusu modelin temelinin, Allah ile insan arasında gerçekleşmesi gereken ve her bir insana bireysel sorumluluk yükleyen bir sözleşmeye dayandığını belirterek konuşmasını tamamladı.
Oturumun son konuşmacısı ise, Aliya İzzetbegoviç’in Bir Siyasi Projesi Olarak SDA başlığıyla Tarkan Tek idi. Müslüman bir kişilik olarak Aliya’yı vefatının 10. yılında konuşuyor olmanın önemli bir şey olduğunu belirten Tek, Aliya’nın Demokratik Hareket Partisi’nde neler yaptığını, geçmişin günümüze gelerek dinleyicilere aktardı.
Osmanlı’dan çeşitli şartlar sebebiyle ayrılan Bosna Sancağı’nı yöneten iktidarların, Bosnalı Müslümanlara yaşattıkları sebebiyle Mehmet Sapaho adındaki bir alim (İzzetbegoviç’in siyasetinin oluşmasında Sapaho’nun etkili olduğunu belirtti Tek) tarafından kurulan Yugoslavya Müslümanlar Organizasyonu’nun, Müslümanların kültürel olarak var olmaya çalışmalar başlattığını hatırlatan Tek, Mehmet Sapaho’nun ölümü ve 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcının bu organizasyonu sona erdirdiğini belirtti. Konuşmasında Mladi Müslümani-Genç Müslümanlar Hareketi’ne de değinen Tarkan Tek, 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde ortaya çıkan bu örgütün, daha çok çağdaş İslâm dünyasının sorunlarını ve dünyadaki gelişmeleri gündeminde tuttuğunu aktardı. Aliya, Genç Müslümanlar Hareketi’nde aktif bir şekilde rol alıyor. Bu tanışıklık, ileride kurulacak Demokratik Hareket Partisi’ne temel oluşturuyor ve hapse girmesine sebep de oluyor; zira Aliya o sıralar, Genç Müslümanlarla beraberdir. Hapisten sonra Genç Müslümanlarla çalışmaya devam eden İzzetbegoviç, İslâm dünyasının sorunlarına kafa yormaya devam eder ve iki nadide eseri ortaya çıkar: İslâm Deklerasyonu ile Doğu ve Batı Arasında İslâm. Bu çalışmaları soruşturmalar açılmasına sebep olan Aliya, arkadaşlarıyla beraber siyasi bir atmosferde yargılanır. Yargılanma süreci dünya kamuoyunda Saraybosna Davası olarak literatüre giriyor ve hapis cezalarıyla sonuçlanıyor.
Tek, süreci anlatmaya devam ederken Yugoslavya’nın yaşadığı iç sıkıntılara da değindi ve hapishanedeyken çalışmalarına başlayan Aliya ve arkadaşlarının, hapis sonrası siyasi projelerini hayata geçirdiklerini belirtti. Aliya’nın özgür bir Yugoslavya hayali 1990 yılında, Genç Müslümanlar’daki ruh ile SDA’yı (Demokratik Hareket Partisi) kurduğunu söyleyen Tek, İzzetbegoviç’in hatıratında söylediği şu sözleri aktardı: “Hapisteki arkadaşlarıma niyetlerimden bahsetmiştim. Onu bir Müslüman partisi olarak düşündüm. Partinin, Yugoslavya’daki Müslüman halkı bir araya getirmekte güçlük çekmeyeceğini ve onlara yapılacak açık bir davetin bunun için yeterli olacağına emindim. Kurulacak olan parti, Müslüman kültür çevrelerinden bir parti olmalıydı. Ve aynı zamanda Balkanlar’daki Müslümanları siyasi olarak bir araya getirmeliydi.”
27 Mart 1990 yılındaki kuruluş toplantısında, konuşmacının ifadesiyle, “tarihe geçecek olan” ve kuruluş ilanı olan Kırklar Bildirisi’nin Aliya tarafından okunduğu, SDA’nın 40 yıllık tek parti sisteminden sonra 40 kadar entelektüelin kurduğu ve sisteme muhalif ilk parti olması hasebiyle tarihe geçtiğini belirten Tarkan Tek, bu parti ile çok partili sisteme geçildiğini ve muhalefetin yine bu partiyle varlık bulduğunu hatırlattı. Devamında meydana gelen süreci anlatan Tek, Aliya’nın cumhurbaşanı seçilmesinden bahsederek, o dönem ülkenin yaşadığı sıkıntıları anlattı. 11 yıl SDA’nın başında ve 10 yıl da Cumhurbaşkanı olarak görev yapan Aliya’nın, “adalet, özgürlük, doğruluk” kavramlarıyla siyasetini gerçekleştirdiğini söyleyerek, devletin insan için var olması gerektiğini düşünen Aliya’nın, devleti hiçbir zaman bir birikim aracı olarak görmediğini belirtti. Cumhurbaşkanlığı süresince akrabalarını devletten uzak tutan Aliya’nın siyaset anlayışında eleştirinin her zaman var olduğunu hatırlatan Tek, partinin bir kongresinde fotoğrafının salona asılması üzerine Aliya’nın söylediği şu sözleri hatırlatarak konuşmasına son verdi: “Bunu abartılı bir tevazu olarak görmeyin ama benim fotoğrafımın asılması değerlerimize uygun değildir. Kahve molasında lütfen onu kaldırın.”
Konuşmaların sona ermesinin ardından her bir konuşmacı toparlama konuşmalarını yaptı ve soru cevap kısmından sonra oturum sona erdi.
Esad Eseoğlu aktardı
Foto: Muhammet Enes Tanuğur