Sarsılmaz bir denge üzerinde süren hayat, bu dengeyi her yerde yakalamak ister. Denge olmazsa hiçbir şey olmaz çünkü. Dengenin yokluğu, karmaşadır. İslâm’ın zekât gibi şahane bir ibadeti de aslında, kişiler arasında ekonomik dengeyi sağlamaya yönelik bir adım değil midir sonuçta? Ekonomideki zekâttan kaynaklanan bu denge, bir başka dengeyi de sağlar: Toplumsal dengeyi… Toplumun yoksul kesimleri, zekât ile kendilerine ulaşan zenginlere bir öfke biriktirmeye gerek duymayacaklardır böylelikle. Bu da toplumsal barışı sağlayacaktır.
Denge öncelikle kişinin kendi iç dünyasında, daha sonra da halka halka yayılarak çeşitli toplumsal katmanlarda kurulur. Kurulması zor olan bu dengenin bozulması kolaydır. Sözgelimi, toplumda adalet hissini zedeleyecek birkaç adımın atılması, adalet hissini zedeleyecek birkaç olayın yaşanması, bu dengeyi bozmaya yeter de artar bile.
Bu yüzden, özellikle din, temeli ilahi hükümlere dayanan o dengenin bozulmasına izin vermez. Gerekirse ceza mekanizmasını kullanır.
Ensar Vakfı Bursa Şubesinde İmam Nevevi’nin ‘Kırk Hadis’ sohbetlerine devam eden Mustafa Keleşoğlu’nun 8 Ocak Salı geceki sohbet konusu ‘İmanın İzzetini Korumak’ başlığını taşıyordu. İmam Nevevi’nin ‘Kırk Hadis’inin on dördüncü hadisi, tam da üstte söz ettiğimiz bu dengeyi sağlamaya yönelik bir hadisti. Hadis, dinin kendini korumanın yanında, toplumsal dengeyi sağlamak için de insanlara ceza verilebileceğiyle ilgili bir hadisti.
Mustafa Keleşoğlu, sohbetinin başında söz konusu hadisi okudu ve sonra bu hadisin neyi amaçladığını şu sözlerle anlattı: “Şu üç sebepten biri bulunmadıkça hiçbir Müslümanın kanı asla helal olmaz: 1. Başından nikâh geçmiş zinakârın, 2. Öldürülene karşı kısas olması gerekenin, 3. Dinini terk ederek cemaatten ayrılanın… Bu üç sınıf, recmle veya başka yolla da olsa kendine hayat hakkı tanınmayan sınıftır. İçinde yaşadığımız ortamda bunları izah etmekte zorlanıyoruz. Çünkü önce dinimizi anlatmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Birilerini de bu konuda ikna etmeye uğraştıkça, dinimizin değerinden taviz veriyoruz. Ama şu an bizim asıl konumuz bu hadisi anlayabilmek.”
Din iki dünyayı mamur etmek ister
Aslında dinin insanın her iki dünyasını da mamur etmeyi amaçladığına bir kez daha dikkat çeken Mustafa Keleşoğlu, dinin bu hikmetini “İnsan için aslolan bu dünyada zararda olmaktır. Cennette ise asla zarar yoktur. Bu dünyada sürekli zarar olacağı için insanın kendisini bu zarardan kurtaracağı şeyler yapması gerekir. Hz. Peygamberimiz (sas) ve ashabı, birbirinden ayrılırken Asr suresini okurlardı. Bunun sebebi, birbirlerine dünyada hep zararda olduklarını hatırlatıp bu konuda birbirlerini uyarmak istemeleridir. Çünkü dünya hayatı, durmadan bizi oyalayıp bizlerden bir şeyler alır. Dünya bizi belalarla kendine bağlar. Biz o belalardan kurtulmak için uğraşırken farkına varmadan dünyaya bağlanırız. Aynı zamanda heva ve heveslerimizle de dünyaya bağlanırız. İşte onlar bunun farkında oldukları için birbirlerini Allah kelamıyla uyarmaktadırlar. Bu, çok zarif bir uyarma biçimidir.” sözleriyle açıkladı.
Dinin, insanı çok iyi tanıdığını ve bu tanımayı yine insanın iyiliği için kullandığını söyleyen Mustafa Keleşoğlu, dinin bunu tehditle değil teklifle yaptığını da “Din, kendisine inanan insanları teklifleriyle dünyada zarardan kurtarır. Bunu da insanı hırpalayarak yapmaz. Din, insanın dünyada duygularıyla hareket ettiğini bilir. Eskiler insanın ‘Şehvet, gazap ve akıl’ kuvvelerinden oluştuğunu bilir. Şehvet, bir şeyleri elde etmenin itici gücüdür. Bu güçle insan, kendisine cazip gelen şeyleri elde etmesini sağlar. Gazap kuvvesi, insanın elde ettiği kazanımları korumasını sağlar. Din bunları bilir ve göz ardı etmez. O, bunları idare eder, kontrol altına alarak doğru yöne kanalize eder. Cahiliye ile İslam arasındaki en önemli fark, işte bu duygu farkıdır. Cahiliye insanı da bunun farkındadır ama o, bu duyguların kendisini götürdüğü yönden şikâyetçi değildir, halinden memnundur.” cümleleriyle kayda geçirdi.
Din insana bir teklifte bulunur
Dinin kişiye teklifinin, aslında bir külfet yüklenme, kendini kontrol edebilme teklifi olduğunu söyleyen Mustafa Keleşoğlu, bu külfetin dozajının az olduğunu bunun yanı sıra insanın yaptığı işlerden keyif almasını engelleyen bir teklif olmadığını da “İşte İslam, insana kendisini dünyada zararlardan koruması için bir teklifte bulunur. Din, bu teklifleriyle insanı hem dünyada hem de ahirette korur. Çünkü din, teklifiyle kişinin anını korurken aynı zamanda ahiret hayatını da korumuş olur. Din dışındaki bazı şeyler, insanı sadece dünya zararlarına karşı korumak ister. İnsanı dünya ve ahirette korumak isteyen sadece dindir. Teklif, külfet yüklenmek demektir. İşte din de insanın, hafif külfetler yüklenerek dünyada ve ahirette kazanç içinde olmasını ister. Bu külfetlerle insan dünyada huzurlu olacaktır. Huzur önemlidir çünkü ancak huzurlu insanlar güzel işler yapabilir.” sözleriyle açıkladı.
İnsanın yaratılışında birçok özellik bulunduğunu söyleyen Mustafa Keleşoğlu, dinin insanlara insanın bu özelliklerine göre teklifte bulunduğunu da şu sözlerle anlattı dinleyicilere: “Hz. Peygamberimizin (sas) üç sınıf insanın ölümünden bahsettiğini söylemiştik. Burada din, kendi hayatlarını önemsemeyen, umursamayan bu insanların hayatlarının devlet tarafından ceza olarak alınması iznini vermektedir. Bu insanların özelliği, kendi canlarına önem vermemeleridir. Kendi hayatlarına önem vermeyen bu insanlar, başka insanların canları için tehlike arz eder. Başka insanların hayatlarını koruma altına almanın yolu budur. Böyle yaparak Allah, şehvet sahibinin önüne engel olarak kendi şehvetini; gazap sahibinin önüne de kendi gazabını koymuştur. Onlara, şehvetinizi ve gazabınızı dizginlemezseniz canınızı kaybedersiniz, diyerek bir fren koymuştur. Din onlara, bu duygularını kontrol altına alma teklifini yapar. Bu kontrolü sağlayamayan insan, başkalarının hayatları için tehlikedir. Toplum için zararsız insan, dinin teklifine uyarak kendini frenleyen insandır. Dinin teklifine uymayıp kendini frenleyemeyen insan ise, zaten kendi hayatını ve başka hayatları umursamıyor demektir.”
Din sadece sınır koyar
İnsanın, dinin kendisine çizdiği sınır içinde kalarak da hem dünyada hem ahirette mutluluğu yakalayabileceğini de “Böylelikle din, insandaki bu duyguları kabul etmekle birlikte onları sınırlar. İnsana, bir orta yol teklif eder. İnsan bu orta yolu kabul ettiğinde hem kendisi hem ailesi ve hem de toplum kazanır. Burada önemli olan başka şey de müminlerin birbirlerine hürmet ederek iyi geçinmeleridir. Bu ülfeti sağlayan şeylerin başında dindaşlık gelir. Buradan Kenya’ya gitseniz, oradaki müminlerle hemen ülfet edebilirsiniz. Din, size bu duygu ortaklığını vermektedir. Diğer ülfet ettiğiniz insanlar da evlilik yoluyla yakınlık kurduğunuz insanlardır. Evlilik yoluyla birbirinden farklı iki aile ve bu aileye yakın olan diğer insanlar birbirlerine yakınlaşıyorlar. Bu yakınlaşma her iki tarafa da bazı imtiyazlar sağlayıp güç kazandırmaktadır. Peygamber Efendimiz evlilik yoluyla elde ettiği bu yakınlığı, dini tebliğ etmekte kullanmıştır mesela. Ama bu yakınlık aynı zamanda insana sorumluluk da verir. Evlenerek yakınlaşan çiftlerden biri, aynı zamanda bu yakınlıktan kaynaklanan gücün de sorumluluğunu üstlenir. Bu sorumluluk da onları yanlış yapmaktan korur. Buna rağmen ahlaksızlık yaparlarsa, şehvetin kendisini kudurgan hale getirdiği bu insanlar, kendilerine yapılan teklifi reddedip herkes için tehdit unsuru haline gelir. Bu tehdit de başkasının canına, ırzına kastetme boyutuna geldiği an cezayı hak eder. Hele de evlilik yoluyla o şehvet duygusunu frenleyebilecek durumda olan birinin, bu duyguyu frenlemeyip herkes için risk olması, toplumu tehdit eder. Bu risk herkese yöneldiği için, evli birinin zina yapmasının cezasını herkes verir. Din bu konuda o kadar hassastır ki, insanı zinaya yaklaştırabilecek her şeyi yasaklamıştır. Mesela tesettürün sebeplerinden biri de bu hassasiyettir.” cümleleriyle kayda geçirdi Mustafa Keleşoğlu.
Nikâh medeniyetin nişanesidir
İnsanı diğer varlıklardan ayıran bir özelliğin de onun medeniyet kurması olduğunu söyleyen Mustafa Keleşoğlu, toplumda ‘meleksi özellik’ taşıyanlarla ‘hayvansı özellik’ taşıyanlar arasında süregiden kavgayı da “Din, bu tip günahların her ne olursa olsun konuşulmasını engeller. Çünkü bir şeyden çok bahsetmek, onu yaygınlaştırır ve örnek kılar. Günümüzde medyanın yaptığı şey biraz da bu tip olayları örnek olabilecek şekilde sunmaktır. Bu bakımdan medya önemlidir ve sorumluluğu çok fazladır. Nikâh ise bir medeniyet ürünüdür. Nikâhsız yaşama, hayvanlar arasında olur. Hayvanların böyle bir kaygısı yoktur ama insanda böyle bir kaygı vardır. Bu kaygı onları nikâha iter ve din de nikâhı emreder. Medya burada da insanlara bir hayat tarzı sunar. Bu tarz, medeni olma veya hayvani olmaya yönelik bir tarzdır. Günümüzde sunulan hayat tarzının medeniyetten uzak bir tarz olduğunu görüyoruz. Bu da medyanın sorumluluğunu doğru kullanmadığını göstermektedir. Yine, bir toplulukta zina yaygınlaşırsa o toplulukta daha önce olmayan hastalıklar ortaya çıkar, diyor Peygamberimiz. Yine Peygamberimiz, kendisini şehvetten koruyanın dinini garanti etmeye varan sözler söylemektedir.” sözleriyle özetledi.
Canın ve canla birlikte namusun sorumluluğunun bizde olmakla beraber, onların bizde birer emanet olduğunu insanın iyi bilmesi ve bu bilgiye göre hayatını düzenlemesi gerektiğini “Bir insanı öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibidir, ayeti, insan hayatının ne kadar değerli olduğunu ifade etmektedir. Bazı insanlar da var ki öldürme arzuları çok kuvvetlidir. Bu insanlar mesela başka ülkelere, sadece bu arzularını gerçekleştirmek için savaşlara katılırlardı. Hala da bunu yapanlar var. Bir başkasının canını almayı kendinde hak gören, kendi canının alınmasını da hak etmiş demektir. Can, Allah’ın verdiği nimettir ve azizdir. Bu can ister bitkide olsun ister hayvanda isterse de insanda, fark etmez. Bu canı almak isteyen her kim olursa olsun, kendi canını vermenin iznini de vermiş olur. Can o kadar azizdir ki, kişinin kendine bile bu cana zarar verme hakkı verilmemiştir. Namus da böyledir. Allah, namus ve canı insana emanet olarak vermiştir ama bunlarla ilgili hakkı kendinde tutmaktadır. O yüzden insan, hakkı Allah’a ait olan namus ve cana zarar veremez. Dinini terk edip cemaatten ayrılan da karanlığı temsil eden, küfre geri dönmüş demektir. Çünkü din, zaten zararını gördüğü küfürden ayrılıp yeni bir dünya kurmuş olan insanlara aittir. Allah, küfre düşmandır ve insandan da bunu beklemektedir. Küfür, varlığı gereği dine karşıdır, ona savaş açmıştır. Mümin olduktan sonra bilinçli bir şekilde karşı tarafa geçip dine savaş açan kişi, böyle yaparak Allah’a savaş açmış demektir. Allah’a savaş açan, cemiyetle savaşmayı göze almış demektir. Din ve cemiyet de kendisini yozlaştırıp zayıflatmak isteyen bu insanları devre dışı bırakmak ister. İşte bu sebeplerden dolayı din, bu üç tip insanı cezalandırma konusunda devlete yetki vermektedir.” sözleriyle anlatan Mustafa Keleşoğlu, hayır dualar ederek sohbetini bitirdi.
Ahmet Serin