Prof.Dr. Teoman Duralı’yı tanıyanlar bilirler. Kendileri ülkemizin seçkin felsefe hocalarından olup bugün muhtelif kürsülerde vazifelerini başarıyla ifa eden pek çok ilim adamını yetiştirmiş, yazdığı kitaplarla sadece Türk felsefe tarihine değil, Türk entelektüel ve düşünce tarihine çok büyük katkıları olmuş bir âlim şahsiyettir. İki elin parmağını geçmeyen, bu memleketin problemlerini bilen ve daima kitabın ortasından konuşan hocamız son olarak 24 Nisan 2015 tarihinde İstanbul Medeniyet Üniversitesi’ne bağlı Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nde “Felsefe’nin Neresindeyiz?” başlıklı bir konferans verdi. Konferansın sonunda, bir zamanlar öğrencisi olan ve kendisinin konuşmalarını ve neşirlerini de ilgiyle takip ettiğimiz Prof.Dr. İhsan Fazlıoğlu tarafından kendilerine hediye takdim edildi.
İlerleyen yaşına rağmen, yirmili yaşlarda ilk kez ders anlatan bir asistanın heyecanıyla konuşan kıymetli hocamızın amatör ruhundan hiçbir bir şey kaybetmediğini gördük. Belki binlerce kez anlattığı şeyleri ilk kez anlatıyormuşçasına zevkle anlatan hocamızın bu iştiyakı, şüphesiz işini sevmesinden ileri geliyor. Ayrıca kâh davudî sesiyle salonu büyüleyip kâh latifeleriyle dinleyicileri güldüren hocamız, hepsinden önemlisi, orijinal perspektifiyle ve yoğun anlatımıyla ufkumuzu bir nebze olsun açmamıza yardımcı oldu. Konferansın başlığı her ne kadar günümüzde felsefenin hâl-i pür melâlini işaret ediyor gibi görünse de hocamız işin başından başlayarak temel kavramlar etrafında çok özet bir şekilde bize -bir saatlik mahdut bir sürenin el verdiği ölçüde- felsefenin serencamını sundu. O konferanstan bazı notları paylaşmak istedim.
Felsefenin gayesi düşünce aracılığıyla doğayı anlamak
Teoman Duralı, öncelikle felsefenin, öyle herkesin dediği gibi çeşitli tanımları olan, ne zaman başladığı belli olmayan, kaypak zeminde duran bir alan olmadığını; kurucusunun, yönteminin, tanımının belli olduğunun altını çizdi. Felsefenin zemini M.Ö. IV. yüzyılda Eflâtun tarafından kurulmuş, felsefe o zemin üzerine onun talebesi olan Aristoteles tarafından inşa edilmiş. Büyük İskender’in hocası Aristo’ya kervanlarla para göndermesi neticesinde Aristo’nun bu paraları ilim yolunda tüketerek bugünkü yüksek okulun başlangıcı olan “akademi”yi kurduğunun altını çizdi.
Felsefede esasın akıl olduğunu ısrarla tekrarlayan Duralı, öne sürülen her iddianın gerekçe istediğini, kanıtlanabilir iddialara sav (tez) adı verdiğimizi söyledikten sonra felsefede yer alan üç temel şeyden kısaca bahsetti ki bunlar kavram araştırması, yöntem bilgisi ve karşılığı bulunmayan kavramların mıntıkası (ideal kavram). İdeal kavramlar ise ikiye ayrılıyor: Matematiksel kavramlar ve dinî-ahlâkî kavramlar.
Konu felsefe olunca diyalektikten bahsetmemek olmaz. Diyalektiğin anayolunda tümdengelim ve tümevarım şeritleri olduğu gibi bunların içinde de analiz ve sentez yolları olduğunu söyleyen hocamız, diyalektikte son olmadığını ve bundan dolayı ulaşılan sentezin, yeniden tez olacağını ve eğer önünü kesersek buna “dogma” adı verileceğini söyledi.
Felsefenin hayata yön vermediğini, öyle herkesin orta öğretimde eğitimini görmesinin icap etmediğini belirten Duralı, üniversitelerde okutulmasının bile gereksizliğinden bahsetti.
Felsefenin gayesinin düşünce aracılığıyla doğayı anlamak olduğunu, tasavvufun ise duygular arası birliği sağlayıp hemhâlliği (empathy) amaç edindiğini anlatan hocamız, felsefe ve tasavvuf arasındaki farklara işaret etti. Nitekim hemhâl olmanın öğretildiği yerin dergâh olduğunu belirten Duralı, düşüncenin ise okul ve akademide öğretildiği gerçeğini bir kez daha tekrarladı.
Metafizik, felsefenin beyni ve yüreği
Metafiziğiin felsefenin ayrılmaz bir parçası olduğundan söz eden Duralı, kavramlar gerçekdışı olduğundan metafizikte yer aldığını ve iki şekilde dışavurulduğunu, bunların da duygularla birlikte ya da salt düşünce olarak gerçekleştiğini ibraz ettikten sonra gerçeklik ötesinin, yani fizikötesinin metafiziğin alanına girdiğini beyan etti. Duralı’ya göre metafizik, felsefenin beyni ve yüreği. Metafiziğin dinle hiçbir ilgisi yok. Ayrıca felsefenin başka bir alanla da yakın bir ilişkisi var ki o da felsefenin diğer yanı, metafiziğe malzeme sağlayan, dünya-doğa ortamı olan fizik. Metafizik de bu malzemeyi fabrika misali işliyor.
Bizi tek tek göstererek hiçbirimizin tam anlamıyla insan olmadığını söyleyen hocamız, insanın bir kavram olduğunu, bu nedenle insan dediğimiz şeyi birebir temsil eden bir mahlûk olmadığını, insan denen kavramdan her birimizin bir pay aldığını, sadece insanın değil, hiçbir kavramın bire bir karşılığı bulunmadığını izah etti.
Din ve felsefe ilişkisi
Akıl dediğimiz şeyi Tanrı'dan geleni anlayacağımız hale getiren bir mekanizma, bireysel olarak anladığımız sesi ise “vicdan” olarak tanımlayan Duralı, beynin, aklın seküler merkezi olduğunu ve inananlara göre aklın beyinle sınırlı olmadığını, ona da dimağ (mind) adını verdiğimizi söyledi.
Duyguların merkezinin gönül olduğunu, gönülle işi olanın felsefe değil, dinin zirvesi olan tasavvuf olduğunu anlatan hocamız, bir felsefeci olarak tasavvufa verdiği ehemmiyeti her fırsatta vurguladı.
Her bireyin kendi ruh yapısının onun kişiliğini oluşturduğunu, bunu da edebiyatın ele aldığını, edebiyatta ise bahusus roman ve tiyatro olduğunu söyleyen Duralı, şiirin daha ziyade düşünceye bulanmamış saf duygularımızı verdiğini, keza müziğin de böyle olduğunu düşündüğünü belirtti.
Düşüncenin, insanı değil, doğayı ve doğanın parçası olan insanın beşer tarafını izah ettiğini, insanın ruhunun ve psikolojisinin düşüncenin dışında olduğunu söyleyerek bu tesbitinde psikoloji ilmiyle uğraşanların alınmaması için tafsilâta girmedi.
Din ve felsefe ilişkisine de değinen hocamız, din ile felsefenin çatışmayacağını, sadece üst noktada ahlâk ile çatışabileceğini, dinin de bu noktada felsefeye “haddini aşma” diyeceğini belirtmesinin akabinde hiçbir inanç sisteminin tesadüfe ve rastlantıya ihtimal vermeyeceğini, bu yüzden tanrı tanımazlar için tam tersi tesadüf olması gerektiğini, zira zorunluluk olursa, bunun bir de müellifi olması gerektiğini ve bunun da Tanrı olacağını bize anlattı.
Aydınlanma çağı, kapitalizm ve felsefe-bilim’in sonu
Rene Descartes’ın Tanrı'nın ne olduğunu akıl ile açıklamanın yolunu açtığını söyleyen Duralı, normalde Tanrı'nın ne olduğunu dinin söyleyeceğini, böyle yapınca aklı en üst yönetici duruma getirmiş olduğumuzu, aklı en üst merci görmeye akılcılık (rationalism) dendiğini anlatmasının ardından aklın insanda bulunmasının, insana en yüksek değeri vermesiyle “humanism”in doğmuş olduğunun, bunun bir akıma bürünmüş halinin “aydınlanmacılık” olduğunun altını çizdi.
Teoman Hoca, ideoloji dediğimiz şeyin dogmalar eşliğinde yapılan öğretilerle inşa edilen dev bir sistem olduğuna ve ilk ideolojinin 1770’lerde görülen Adam Smith’in “capitalism”i olduğuna, ilâveten kapitalizmin sırtını sanayileşmeye dayadığına, sanayileşmenin ise suyunu teknolojiden aldığına, teknolojinin, İslâm medeniyetinden alınıp kullanışlı hale getirilmiş olduğuna dikkat çekti.
Felsefe-bilim münasebetinden de söz eden hocamız, bilime kavramlarını verenin felsefe olduğunu, felsefenin de, kavramları inşa etmek için bilimden güç aldığını söyledikten sonra felsefenin amentüsünün şüphe olduğundan, felsefî şüphenin günlük hayata intikal ettirilirse hastalık ortaya çıkaracağından, bu hastalığın en son merhalesinin paranoya olacağından bahsetti.
Dinleyecilerin, konferasın adından yola çıkarak felsefenin bugününe dair bir şeyler duymak beklentisi içinde olduğunu fark eden Duralı, 20. yüzyılın ortalarında, 70’lerde felsefe-bilimin öldüğünü ilân etti. Muhammed İkbal, Martin Heidegger gibi son temsilciler hayattan çekildiği için felsefe yapan kalmadığını, bugün bilim denince kastedilen teknoloji olduğunu hâlbuki ikisinin farklı şeyler olduğunu vurguladı. Zira Duralı’ya göre bilim, teknoloji gibi sadece ihtiyaç gidermeye yönelik iş görmez. Merakı gidermek, bilmek esastır. Teknoloji ise bilimi kullanıp iş görür. Gayeleri tümüyle farklı olmakla birlikte metodolojisini bilimden alır. Ezcümle bugün bütün dünyaya hâkim olan İngiliz-Yahudi medeniyetinin vazgeçilmez sistemi olan kapitalizmin felsefeye ve bilime ihtiyaç duymadığını, bize koyduğu hayat şartlarının da ne felsefeyle ne de bilimle uğraşacak zaman ve zekâyı bıraktığını açıklayarak günümüzde felsefenin ölü olduğunu bir kez daha ilân etti.
Ekrem Sakar izlenimlerini aktardı