Emevîler'i şeytani bir devlet gibi göstermek yanlış

12. Eyüp Sultan Sempozyumu'nun dördüncü oturumundan Levent Öztürk ve Adem Apak'ın tebliğlerinden notlarını paylaşıyor Sadullah Yıldız...

Emevîler'i şeytani bir devlet gibi göstermek yanlış

Gerisine ne yazık ki katılamadığım 12. Eyüp Sultan Sempozyumu’nun bu yıl bendeki macerası, ikinci günün ikinci, etkinliğin ise dördüncü oturumuyla nihayete erdi. 7 Kasım 2015 Cumartesi günü gerçekleşen bu oturumda ilk olarak Prof. Levent Öztürk’ü, “Hulefa-i Raşidin Döneminde Anadolu Fetihleri” başlıklı sunumuyla dinledik.

Hz. Ebubekir döneminde başlayan fetihlerde Herakliyus’un geri çekilmesi, tekrar toparlanıp Yermük’e gelmesiyle başlayan süreç, Müslümanlar’ın büyük başarısıyla Bizans ordusunun dağılması şeklinde sonuçlanmış. Bu dağılan ordu tıpış tıpış memleketine dönmemiş elbette.

Güneye doğru Kudüs’e, kuzeye doğru da Humus ve Halep bölgelerine kaçmış ordu. İslam ordusu, kaçan Bizanslılar’ı Şam ve Humus’a kadar izlemiş ve (ilk günkü oturumda Ahmet Önkal hocanın anlattığı) geri çekilmek zorunda kaldığı Humus’a da bu sayede yeniden girmiş. Halep’ten kaçmayı başaran askerler sebebiyle Ebu Ubeyde b. Cerrah, Antakya’yı dahi kuşatmış ve ele geçirmiş. Levent hoca, bu fethin ardından Anadolu’da hızlı ve birbirini takip eden çok sayıda fethin de gerçekleştiğini söyledi; Hz. Osman devrinde Doğu Anadolu’nun tamamına Gürcistan-Tiflis’e varıncaya dek.

Antakya’dan başlayan Anadolu seferleri Malatya civarına ve zayıf bir rivayete göre de Malatya’ya kadar uzanıyor. Sonra Gaziantep’e giden İslam ordusunu Ebu Ubeyde, Halid b. Velid komutasında Maraş’a gönderiyor, Pazarcık-Göynük’e. Doğanşehir’in ele geçirildiği biliniyor ancak bu esnada Antakya’nın isyanı dolayısıyla tekrar şehrin hâkimiyet altına alınması söz konusu oluyor. Amanos dağlarında yaşayan Ceracime adlı bir toplulukla dahi anlaşma yapılmış. Urfa-Harran-Ceylanpınar-Silvan-Nusaybin hattını ele geçiren İslam ordusu, soluklanmaya pek de vakit bırakmadan Erzincan-Bitlis bölgesine yöneliyor, Iyad b. Ganem’in komutasında.

Doğuda olduğu gibi Anadolu’nun biraz daha batısında da ilerlemiş Müslümanlar. Bunun birkaç yıl içinde yapılabilmesini coğrafî şartların kolaylaştırdığını söyledi Öztürk.

Müslümanlar ilk dönem anlaşmalarını daima korudular

Peki fetihlerde uygulamalar nasıl işlemiş? Levent Öztürk’ün konuya ilişkin şerhleri şöyle: “Bildiğiniz üzere Hz. Peygamber döneminde cizye uygulaması, Hz. Ömer’in son dönemine doğru da ele geçen topraklardan haraç alınması uygulaması var. Burada şuna vurgu yapmak gerek: Hz. Ömer’in savaşla alınan yerleri barış hukuku çerçevesinde mütalaa ederek esirleri öldürmeyişi, Kur’an-ı Kerim’in esirlerle ve insan şahsiyetiyle alakalı hükümleri çerçevesinde anlaşılmalıdır.

Hz. Ömer bunları köle olarak dağıtabilirdi ya da öldürebilirdi fakat 1-2 milyona yakın insanın yok edilmesini asla düşünmedi. İslam’ı kabul etmişlerse Müslümanlar’la kardeş olmuşlardır, kendi dinlerinde kalmışlarsa cizye ödemekle mükellef kılınmışlardır.” Ve enteresan: Ganimet olarak değerlendirilmesi gereken toprakları Hz. Ömer tarafından onlara geri verilmiş ve topraklarından haraç alınmış. Ayrıca basiretli halife, şehri boşaltanların topraklarını Müslüman askerlere ıkta olarak dağıtıp bunlardan da haraç alınmasını emretmiş.

Gayrimüslimlerle yapılan anlaşma maddelerinde cizye miktarlarının düşük tutulduğu ve can, mal, mülk emniyeti ve garantisinin sağlandığı, bunların ihlal edildiği zamanlarda valilere varıncaya dek görevlilerin cezalandırıldığı bilgisini zikreden Levent hoca, 2-3. yüzyıldan kalma kilise ve başka yapıların ayakta kalabilmesinin, Müslümanlar’ın fethettikleri yerlerde bu uygulamalarını asırlarca devam ettirdiklerini gösterdiği notunu ekledi ve devam etti: “Bunu aşmaya çalışan yerel yöneticiler de zaman zaman olmuş ancak bu hususta sorulmuş bir soruya Evzaî verdiği cevapta, yapılan anlaşmayı bozan kişinin bizzat hasmı olduğuna dair Efendimiz aleyhisselamın hadisini zikrediyor. Yani Müslümanlar bu vaat-vaidin gereği olarak ilk dönem anlaşmalarını daima korumuşlardır.”

Burada dikkat çekici husus, şehirlerde isyan çıkıp Müslümanlar’ın elinden çıktıklarında anlaşmaların ilk hâlleriyle korunmuş olmaları.

Eyyüb el-Ensârî, kalkıp tek başına İstanbul’a gelmedi

Oturumun ikinci konuşmacısı Prof. Adem Apak hocaydı. Hocadan “Emeviler’in Fetih Siyaseti” başlıklı bir sunum dinledik. Oldukça geniş bir muhtevası olan Emevîler mevzusunun ancak bazı ana hatları üzerinde durabildi Adem hoca. Hatta konudan bir ara epey bir uzaklaştı fakat en az konumuz kadar önemli bazı hassasiyetlere değinmek maksadıyla ve iyi ki yaptı bunu.

Hulefa-i raşidin devrindeki fetihlerin hedeflemesini ve bir anlamda stratejisini çizenin bizzat Allah Resûlü olduğunu söyledi Apak. Hendek savaşı esnasındaki kayayı parçalama mucizesi sırasında, yapılacak fetihleri “Kisranın sarayını görüyorum” diyerek işaretlemiş oldu Resûlullah. Nitekim bunun fiilî ilk adımı Mute, ikinci esaslı adım ise Tebük seferi olmuş. Dolayısıyla evvela Arap yarım adasının üst tarafına çıkılacak ve sonra da Sasani ve Bizans imparatorlukları hedef alınacaktı. Emevîler’in fetih siyasetini Peygamber’in gösterdiğinden ve ashab-ı kiramın uyguladığından ayrı düşünmenin bu sebeple mümkün olmadığını söyledi Adem hoca ve birtakım noktalara zihinleri berraklaştırmak için temas etti.

Garip bir tecellidir; tarih kitapları Abbasîler tarafından yazıldığı ve Emevîler devrinde Müslümanlar’ın hafızaları ve hatıralarını zehirleyecek pek çok hadise gerçekleştiği için negatif anlamda bir Emevî algısı oluşmuştur.” Bu bugün dahi şiddetle sürmekte. “Bu durum Müslümanlar’ın, Emevîler’in fetihlerine de şaşı bakmalarına sebep olmuş. Dünyalık elde etmek ve işgal etmek şeklinde olumsuz bir bakış açısı duyuyoruz ama diğer yandan, İstanbul’un fethi söz konusu olduğunda sanki buna başkaları yeltenmiş gibi... Bu bakış açısı tarihe, hakkaniyete ve ilme uymaz; zira Eyyüb el-Ensârî, kalkıp tek başına İstanbul’a gelmedi.”

Her devletin kendine göre kusurları olabileceğini ancak 90 yıl süren Emevîler’i şeytan imparatorluğuymuşçasına lanse etmenin tarih anlayışına ve ahlaka sığamayacağını söyledikten sonra pek çok müsteşriğin de Emevîler hakkındaki bu yaygın kanaati dillendirdiğini, -belki de bu sebeple- Müslüman aydınların da sağlıklı değerlendirmelerde bulunmadığını söyledi hoca: “Muaviye, sonra da Süleyman b. Abdülmelik zamanında İstanbul’u muhasara eden, Bizans’ı tehdit eden ve bu coğrafyanın uzak gelecekte Müslüman beldesi olmasının ilk adımlarını Emevîler attı. Ayrıca Araplar’dan sonra Türkler’in Maveraünnehir bölgesinde İslam’la tanışmasının vesilesidir Emevîler. Batı’da ise uzun süre direnen ancak sonra İslamlaşan Berberîler, İspanya’nın fethinin yolunu açmışlardır.”

Emevî fetihleri, neden Anadolu’yu bir yurt olarak düşünmedi?

Türkmenistan’da görev yaptığı sıralarda Adem hoca, Ceyhun nehrine de gitme fırsatı bulmuş. Himalayalar’dan akan o deli nehre vardıklarında mihmandarı, 10 metreden fazla yaklaşmamaları ikazını yapmış, öyle sert ve büyük dalgaları varmış ki, insanı sürükler götürürmüş: “O nehri gördükten sonra bir istilacı kafanın onun karşısına geçmesinin büyük cesaret olduğunu düşünüyorsunuz. O toplumu, o insanları nehrin karşısına manevî bir dinamikten başkası geçiremez. Yoksa Araplar, istemedikleri kadar coğrafyaya hâkim olmuşlardı oraya gelinceye kadar. Nil, Mezopotamya… Dünyalık bir sıkıntıları yoktu. Yeri gelince Allah’ın, kâfiri bile İslam’a hizmet ettirebileceğini söylüyoruz ama Emevîler’in hizmetini onlara çok görüyoruz.”

Doğuda Çin’e, batıda ise Fransa’nın ortalarına kadar ilerleyen Emevî fetihleri, neden Anadolu’yu bir yurt olarak düşünmedi peki? Belki Doğu Karadeniz hariç, Anadolu’nun birçok şehri geçiş güzergâhlarında olan bu fatihler neden Anadolu’da durmamış ve yerleşmemişler? Adem Apak, bunun sebebinin Toros silsileleri olabileceğini ve iklimle bu durumun izah edilebileceğini söylüyor ve devam ediyor: “Eğer arada Toroslar olmasaydı yani Urfa Ovası’ndan Konya Ovası’na geçiş engelsiz olsaydı Anadolu’nun bir ucundan diğer ucuna Araplar da burayı yurt edinirdi. Zira Araplar, Anadolu’yu yurt olarak düşünmedilerse İstanbul’da ne işleri vardı? Buna iki cevap var: İstanbul’un kerameti ve stratejik önemi. İstanbul, Bizans demektir. Orayı ele geçirmeden Şam’ın güvenliği mümkün olmazdı.”

Bilhassa Muaviye zamanında Anadolu’dan geçip İstanbul’u muhasara eden Araplar, niçin bu şehri alamamışlar; Adem hoca bunun da iklimle açıklanabileceğini ifade etti ve devamla, Bizans savunmasının normalden daha güçlü bir derecede olmasıyla açıklanabileceğini, nitekim Emevîler’den sonra başka milletlerin de İstanbul’u kuşattıklarını ancak surların aşılamadığını söyledi.

Emevîler’in her anlamda zirvede olduğu zamanı temsil eden Velid b. Abdülmelik devrinin ardından kardeşi Süleyman b. Abdülmelik’i İstanbul seferiyle ve kardeşi Mesleme b. Abdülmelik’i de Anadolu seferleriyle duyuyoruz. İstanbul muhasarasını ısrarla sürdüren ve artan kayıplara rağmen geri çekilmeyen orduyu geri çeken isim, sonraki sultan Ömer b. Abdülaziz olmuş. Zaten bu Hz. Ömer misali sultanın başa gelir gelmez en mühim icraatı askerî faaliyetleri mümkün mertebe durdurmak ve elde edilmiş coğrafyadaki İslamlaşmaya ağırlık vermek üzerine olmuş ve uzak beldelerdeki ordularının hepsini memleketine getirmiş.

 

Sadullah Yıldız aktardı

YORUM EKLE

banner36