7. Edebiyat Mevsimi tüm hızıyla sürerken arada bazı özel oturumlar da yapılıyor. “Sezai Karakoç ve Diriliş Dergisi” başlıklı oturum da bunlardan biriydi. Perşembe öğle sonrasında, Türkiye Yazarlar Birliği’nde Prof. Turan Karataş ve Yüksel Kanar’ın konuşmacı, Mahmut Bıyıklı’nın da moderatör olarak katıldığı oturumda anlatılanlardan notlar aktarıyoruz.
‘Bizimkiler’in düzenlediği etkinliklerin eleştirisini yapan bir insan evladı veya merci var mı acaba? ‘Bizimkiler’ böyle şeylere ihtiyaç duyuyor mu? Bu etkinliklerde konuşulacakların (İhsan Fazlıoğlu’nun deyişiyle) “söz fetişizmi”nden öte geçip geçmeyeceğini hesap ediyor muyuz? Kültürel iktidara laf atmayı biliyoruz da rüşt şöyle dursun, bir kültürel varlığımızdan bile söz edilebilir mi? İşe yarar şeyler konuşmaya hevesimiz ve cesaretimiz var mı? Okuyor muyuz? Emin miyiz?
Bunları söylemesem olmazdı. Konuya geçeyim.
Prof. Turan Karataş hocayı başka bir vesileyle daha Sezai Karakoç’u anlatırken dinlemiştim. Şimdi vakti biraz daha kısıtlı olduğu için bunu hissettiren bir konuşma yaptıysa da hoca, yine de bir önceki kadar lezzet ve keyif aldım oturumdan. Turan hocanın meseleyi -aşina olmaktan sonraki aşama- sevmek gibi bir özelliği dinleyiciyi cezbediyor bence. Kendisinin Sezai Karakoç’la ilgili bir de kitabı var bu arada.
Her derginin karakteri ve şahsiyeti olmalıdır
Karataş, “aslında Sezai Karakoç’un dergiciliği değil de dergileri” dedi. Bu tercihinin, Karakoç’un görüşünden kaynaklandığını söyledi: “Biz dergicilik mi yapıyoruz muhterem!” minvalli bir tepkisi varmış bu deyişe üstadın. Karakoç’un Diriliş’ten önce de çıkardığı ve edebiyatla ilgilenenlerin dahi az bildiği bir dergisi daha varmış: Şiir Sanatı. 1955’in başında iki sayı yayınlanabilmiş ve üstadın henüz fakültede öğrenciyken kendi imkânlarıyla çıkardığı bir dergiymiş: “Daha sonraları Kemal Özer aynı adla bir dergi çıkaracaktır ancak o bundan farklıdır.”
Sezai Karakoç, her derginin bir insan gibi olduğunu söylermiş. Bu ne demektir? “Yani her derginin bir insanın olduğu gibi karakteri ve şahsiyeti olmalıdır. Eğer kendimize mahsus bir karakterimiz yoksa sıradan bir insanız demektir; bakışınız, duruşunuz -Güray Süngü’nün deyişiyle- yürüyüşünüzle. Çünkü dergiler de insanlar gibi farklı bakar, görür ve düşünür. Aslında her dergi, hayata, insanlara, süregiden yaşamalara yeni ve farklı bir bakıştır.”
Bu bakımdan Karakoç’un dergisi demek, onun ne düşündüğünü ortaya koyan dergi demektir. Keza Mustafa Kutlu’nun dergisi, Nurettin Topçu’nun dergisi, Necip Fazıl’ın dergisi demek de olduğundan fazla bir şeyleri ima ve ifade ediyor ve “onların müktesebatıyla tezahür ediyor. Dergi demek bir de görüş birliği demektir. Bir dergi, ‘ayın seçkisi’ gibi olamaz. Biraz şöyle biraz böyle bakış olmaz. Bir duyarlılık ve düşünce bütünlüğü lazım. Bu da günümüz dergilerine bir eleştiri olsun.”
Aynı zamanda Diriliş’i hazırlayan, Sezai Karakoç’u Diriliş’e hazırlayan bir mektep olarak da görülebilecek Şiir Sanatı’nın, Cemal Süreya’nın ilk şiirlerini yayınladığı dergi olması itibariyle de önemli olduğunu belirtti Karataş: “Mektep kelimesini bilerek kullandım; ekol ya da okul değil. Bunlar daha hafiftir. Mektep kelimesi daha ağır, kapsamlı ve derinlikli.”
“Şimdi o heyecanı duyan gençler var mı”
Sezai Karakoç, Diriliş’in 1960’ta çıkan ilk sayısında “bizim dergimiz olmadığı için böyle bir dergi çıkarma ihtiyacı hissettik” diye yazmış. Zira o tarihte Büyük Doğu dahi yok. O tarihten 1992’ye kadar 32 yıl boyunca aralıklarla çıkmış dergi.
Tam burada ‘dergi’ dedikten sonra bir parantez açtı ve önündeki genç kitleye bakarak derkenarlar düştü Turan hoca. Elbette ki karşısındaki insanların kahir ekseriyetinin, anlattığı şeylere tamamen nostaljik ve uzak bir dünyanın insanları olduğunu biliyordu ki o da eski ve uzak şeylerden bahseder gibi Şevket Eygi’yi andırır bir edayla devam etti: “Diriliş’le fakültede öğrenciyken tanıştım. Tek yaprak gazete gibi çıkardı ama o yine bize göre bir dergiydi. Çünkü dergi, gazeteye göre ağır ve manalı bir şeydir. Gazete günlük tüketilir. Dergi öyle değildir.
O zamanlar, bu dergilerin çıkma vakitlerini heyecanla beklerdik. Kitabevine giderdik, büyük bir coşkuyla alır ve okurduk. Tek yaprak olmasına rağmen o gün bitiremezdik. Şimdi bu heyecanı duyan gençler var mı; biraz kaygılıyım doğrusu.”
30 yıllık fakülte hocalığı sırasında öğrencilerine, bir edebiyat dergisine abone olmayı mecburi kılan ve aksine sınıf geçirtmeyen Karataş, “edebiyat dergilerinin heyecanlarını duymadan asla edebiyatı sevemez, öğrenemezsiniz. Çünkü mutfak orası. İlk heyecan orada.” dedi.
Siyasî darbeler ve başka sebeplerden birkaç defa kapanıp tekrar açılan Diriliş dergisi, “Türkiye’deki birçok dergi gibi ya da onlardan farklı olarak öz sermayeyle çıkan bir dergidir” diyor Turan Karataş: “Sezai Bey, 60’ta devlet memuruyken çıkarıyor, memuriyetten ayrılınca dergi satılır ve kitaplarından para gelirse çıkıyor. İlan konusunda da hassasiyet var; düşüncemizle uygun düşmeyen ilanlar yayınlanamaz gibi bir prensibi var derginin. Destekleyici bir sermayesi olmadığı için kapanıyor dergi.”
Peki Diriliş olmasaydı?
Turan hocanın dikkat çektiği noktalardan biri de açılış-kapanışlarını 7 dönem olarak özetlediği derginin, her dönem başında yeni bir kadroyla okuyucunun karşısında olması. Böylece her çıkışında Diriliş, kendi duyarlılığıyla özdeşleşen gençleri alıp onlara mektep olmuş. Bu mektep oluşa dair hocanın paylaştığı gözlemi şöyle: “Bir edebiyat dergisi-ocağının başında eğer büyük bir kafa, donanımlı ve oraya gidip geleni eğiten, tabir doğruysa yapıp ettiklerini tornadan geçiren bir gönüllü varsa dergi hem edebiyat tarihine geçiyor hem de kalıcı oluyor.”
Peki Diriliş olmasaydı? Diriliş olmasaydı Sezai Karakoç, Sezai Karakoç olmaktan bir şey kaybeder miydi? Turan Karataş bu soruya hayır cevabını veriyor emin olarak. “Fakat bugün yazı ve kalemle bir şekilde ünsiyeti olan insanlar galiba daha az beslenmiş olurdu. Orası bir buluşma ve bereketlenme ocağı oldu. Sezai Karakoç aralıklarla başka gazete (Yeni İstiklal, Milli Gazete, Bab-ı Ali Sabah) ve dergilerde yazı da yayınladı.” Ama daha sonraları Karakoç’un -Turan hoca bunu yazılı olarak görmediği notunu ekliyor- başkasının patron olduğu dergi ve gazetede yazmamak üzere zihninde karar aldığını söyledi hoca. Çünkü Karakoç, o tarihlerden sonra eğer Diriliş’i çıkarırsa eserlerini yayınlamış, çıkarmazsa yayınlamamış. Meşhur bir şair için ne asil ve zor bir duruş.
“Ben Sezai Bey'inki gibi bir yeteneğe sahip olsam...”
2000 yılında şairin bütün şiirleri bir kitapta toplandığında “Gün Doğmadan” adıyla, fevkalade bir ilgi gören eserin geliri eline geçtiğinde, ilk söylediği şey yıllardan beri yeniden çıkarmak fikrini tekrarladığı Diriliş dergisini finanse etmekle alakalı olmuş. Bilgiyi Turan hocaya nakleden kişi, yıllardır kirada oturan üstadı artık küçük de olsa bir ev alması gerektiği konusunda zor ikna ettiklerini ama nihayetinde başardıklarını söylemiş.
Turan Karataş hoca, “aslında Sezai Karakoç hakkında bir kitap yazmış olmak beni besledi” diyor ama üstadın “bazı hâllerinden” şikâyet edenleri dinlemek de sanki ona bir parça bezginlik vermiş. Onlara “ben Sezai Bey'inki gibi bir yeteneğe sahip olsam dönüp sizin yüzünüze bakmam” diyormuş. Kendisini de içine katarak “sizin benim gibi insanlardan beklenilen ilişkiyi o insandan beklememek lazım” diye devam ediyor ve ekliyor: “Kardeşim, bu adam sanatkâr. Kafasında o an neyin çözümüyle uğraşıyor bilinmez. Biz burdan çıkınca sigarayı ne zaman yakacağız, ne yiyeceğiz filan düşünürüz. Onun yanına git; masada bir haber okumuştur, İslam dünyasının hâl-i pürmelâli üzerine düşünüyordur. Şimdi gidip de bu adamla bugüne dair neyi konuşabilirsin?”
Sezai Karakoç, kendisi hakkında dönen hurafelere cevap yazsa dört beş kitap çıkarabileceğini söylermiş. Biri gelmiş ziyarete, “efendim sizi ziyarete geldim” demiş, “ben türbe miyim?” diye cevaplamış; ‘hurafe’lere örnek için bunu zikretmiş üstad. Mahmut Bıyıklı, son kurban bayramında da yediden yetmişe başucunun dolu olduğunu söyleyip gençlere “Necip Fazıl’a yetişemediğimizi ancak Sezai Karakoç’un yanı başına gidip oturmak için fırsatımız olduğunu” hatırlatıyor: “İlla bir şey sormak da mecburi değil.”
Sadullah Yıldız nakletti