Vefatının 10. yılında Aliya İzzetbegoviç anısına düzenlenen sempozyumun üçüncü oturumunun başlığı, Din ve Ahlak'dı. Oturumun konuşmacıları Cihangir İslam, Kazım Hacımeyliç, Hasan Ramazan Yılmaz ve Yusuf Ziya Gökçek'di.
Cihangir İslam konuşmasına, Aliya’nın ahlak anlaşıyışından satır aralarını aktararak başladı ve konuşmasına şöyle devam etti: Çok asil, ince ruhlu insanlar suça bulaşırken, aslında bomboş, ahlaken çorak insanların çok iyi vatandaşlar, örnek bireyler olarak toplumda dolaştığını görebiliriz. İşte bu yüzden İzzetbegoviç şunu söyler: “İki tip adalet vardır. Birincisi beşeri adalet, ikincisi ilahi adalet.” İnsan davranışlarında ve ahlakta aslında, meselenin insan davranışı olduğu epeyce tartışılmıştır ve tartışılmaktadır. Fakat zorla alıştırma yöntemleri ile biz insanlara sürekli iyiyi yapmayı öğretsek ve bunlara alıştırsak dahi, burada ahlaki bir sürecin içinde olmayız.
Bir insanın iyiye yöneltilmesiyle birlikte hatalar yapması, aslında Kur’an-ı Kerim’in de bizlere zaman zaman belirttiği gibi, hiç günah işlememesiyle mukayese ettiğimizde görebildiğimiz üzere, insanın günah işlemesi ve bundan tevbe etmesi gerektiğini görürüz. Sayın İslam’ın bu ifadeleri, insanın fıtratına daha uygun, daha gerçekçi bir yaklaşım olduğunu belirtmekle kalmıyor, ahlaki değerlerin nasıl oluşturulması gerektiği konusunda da bizlere yol gösteriyor. Konuşmacıya göre, insanın içinden gelen davranışları reddeden, onun yaratılışından itibaren yapmakta olduğu davranışlara engel olan bütün süreç ve uygulamalar aslında ahlaki değildir. Fizik bilimindeki birimler nasıl kanunların değişmezliğini gösteriyorsa, ahlakın dâhili, değişmez ölçütünü de, insanın fıtratından gelen özgürlük gösterir. Cihangir İslam, konuşmasına şöyle devam etti:
Ahlaklı ateist olabilir, fakat ahlaklı ateizm olamaz
Aliya İzzetbegoviç’e göre, ahlaki davranışın akıl ile ilişkisi yoktur. Eğer öyle olsa idi, bizler sadece tabiatla ilişki içerisinde kalır, öteye geçemezdik. O insanın ahlaki davranışı, insanın tabiat ile ilişkisi doğrultusundan ileride tercihler silsilesini kapsadığını söyler. Aklın ne iyi ve kötü, ne de güzel ve çirkin ayrımında söyleyeceği bir şey yoktur. İnsanoğlu, akıldan farklı bir meleke ile bu olgulara yaklaşmayı tercih eder. İşte, o meleke ahlaktır. Herkesin zaman zaman iç dünyasında yaşadığı akıl ve vicdan çatışmasını zaman zaman mukayese edecek, birbiri ile karşılaştıracak ve mukayese edecek bir mekanizma da yoktur elimizde. Günümüzde sıkça tartışılan ötenazi, insan genetiğinin, neslinin ıslahı, kürtaj ve benzeri konular hakkında verilecek olan karar, bilimsel değil ahlaki olmalıdır. Bilim bunun teknik, en az riskli, en çabuk, en az maliyetli kısımları ilgilenebilir, fakat bizler, böyle bir mesele ile karşı karşıya kaldığımızda, menfaat ve ahlak melekeleri arasındaki ayrımda tercih yapmak durumda kalırız.
Cihangir İslam, bu sözlerinin ardından sıkça tartışılan bir diğer meseleye dikkat çekti: “Dinsiz ahlak olur mu veya ahlak için dine gerek var mı?” Bu sorunun ardından İzzetbegoviç’ten bir alıntı ile devam etti konuşmasına: “Dindar bir insan ahlaksız olabilir. Samimi ahlaklı bir kişiyi de dinsiz görebilirsiniz.” Bu durum şuna benzer: Bizim inançlarımız, düşüncelerimiz ve kararlarımızla uygulamalarımız arasında otomatik bir geçiş yoktur. İnsan zihninde irade dediğimiz hadise, bir tür kırılma noktasıdır. Hayatımız boyunca inandığımız şekilde davranamayabiliriz. İşte, bu nedenle, bir dindarın ahlaksız davranışlarını görebildiğimiz gibi, bir ateistin de ahlaklı davranışlarını görebiliriz. “İnsanlar, dinden uzaklaştıktan sonra, ahlaktan da uzaklaşmak için sadece bir adıma ihtiyaç duyarlar” diyor İzzetbegoviç. Fakat çoğu zaman, bu adımı atmaktan geri durmayı tercih ederler. Ahlak dediğimiz melekenin sistematik ilerleyebilmesi için, ilahi bir kaynağa ihtiyaç duyduğumuzu söyleyen İzzetbegoviç şu şekilde ifadelerini noktalar: “Evet, bir ateist söylediğimiz gerekçelerle ahlaklı olabilir, fakat ahlaklı ateizm olmaz.” Ahlak dediğimiz alanın sonuçlarla ilgilenmemesi şu örnek ile açıklanabilir: Yanan bir evin içinde çocuk sesini duyup içeriye dalan bir adam, birkaç dakika sonra kucağında ölü bir çocukla çıkmıştır. Peki biz bu davranışın değerli olmadığını düşünebilir miyiz? Sonuçları ne olursa olsun, bu davranış ahlaken değerlidir. Cihangir İslam, ahlakın, yapılan davranışların sonuçlarına bakılmadan, sadece doğru olduğu için yapılması gerektiğini söyler.
Filozoflar masa başında yaşar ve hiçbir filozofun yazdıkları ile yaşadığı hayat arasında tutarlı bir değerlendirme yoktur. Felsefede bu durum tatışılmaz, sadece metin incelenir. Peygamberlerin hayatlarına baktığımızda ise, söyledikleri ile yaşadıklarının tutarlı olduğunu görürsünüz. Onlar sadece sözleri ile değil davranışlarıyla da insanları peşlerinden sürükleyebilirler. Cihangir İslam, İzzetbegoviç’i peygamberler yolunu takip eden bir şahsiyet olarak görüyor. Onun umudu ahiret günü geldiğinde Begoviç’i de peygamberlerin yanında görebilmesi yönündedir.
Aliya İzzetbegoviç: Allah’ın kulu
Oturuma Cihangir İslam’ın tebliğinin ardından, Kazım Hacımeyliç’in Aliya İzzetbegoviç’in İslam dünyasına bakışı üzerine fikirlerini dinleyerek devam edildi. Aslen hat ve sülüs sanatçısı olan Hacımeyliç, konuşmasının sonlarına doğru kendi tasarladığı merhum Aliya İzzetbegoviç’in mezar taşı hakkında detaylı bilgiler de verdi. Hacımeyliç konuşmasına, İstanbul hakkında düşüncelerini paylaşarak başladı: “Bizler İstanbula yabancı değiliz, İstanbulla beraber yaşadık, yaşıyoruz. Gün içerisindeki bütün oturumlarda Aliya İzzetbegoviç çok değerli hocalarımız tarafından çeşitli yönleri ile anlatılmaya çalışıldı. Bizler de anlamak için gayret gösterdik. Fakat şu noktanın altını çizmek istiyorum: Aliya İzzetbegoviç’i anlamak için, öncelikle Boşnakları anlamak lazım. Bunu anlamak için, hem kendisinin eserlerini hem de Bosna halkı için diğer kitapları okumak, üzerlerinde düşünmek gerekir. Bizler İzzetbegoviç hakkında bilgi sahibi olmaya çalışırken, biraz daha avantajlı olarak ailesi ve onunla beraber bu davaya emek vermiş arkadaşları ile birlikte olduk.”
Konuşmacı sözlerini kendi tasarladığı Aliya İzzetbegoviç’in mezar taşı hakkında bilgiler vererek bitirdi. Mezar taşını tasarlarken, İzzetbegoviç’in oğlu ile görüşen Hacımeyliç, kendilerine ne yazılmasını istediğini sormuş. Hacımeyliç mezar taşına “cumhurbaşkanı, annesinin, babasının adı’ gibi ifadelerin yazılmasını önermiş fakat kendisinin bir şey yazılmasını istemediğini, oldukça sade bir mezar taşı yaptırılmasını belirttiği yönünde cevap almış. Sadece İzzetbegoviç’in zaman zaman zikrettiği ve herkes tarafından oldukça değerli kabul edilen şu sözü yazmayı tercih etmiş: “Büyük Allah’a yemin ediyorum köle olmayacağız.” Ayrıca Aliya’nın, Allah’a iyi bir kul olmaya çalıştığını belirten Hacımeyliç, isminin başına Arapça “Abdullah” yazarak, onun bu kulluk bilincini izah etmeye çalıştıklarını belirtiyor.
Aliya: Sanat münferit bir yapıya sahiptir
Son olarak Hasan Ramazan Yılmaz ve Yusuf Ziya Gökçek söz aldı. H. Ramazan Yılmaz, Aliya’nın sanat anlayışı izah ederek tebliğine başladı. Yılmaz’ın ifadelerinden derlemeye çalıştığımız notlar şu şekilde: Aliya’nın sanata ilişkin değerlendirmelerini çoğunlukla, “Doğu ve Batı Arasında İslam” eserinin “Sanat Fenomeni” başlıklı bölümünde görüyoruz. Aliya burada sanatı, en temelde din ile olan birlikteliği üzerinden takip etmektedir. Burada dinin saf ruhaniyet ya da saf din olduğunu, dinden İslam’ın kast edilmediğini biliyoruz. Sanatın gayesini, tıpkı dinin gayesinde olduğu gibi, insanın tabiat ötesindeki ulaşacağı ilahi aleme ilişkin bir gaye olduğunu olduğu ifade eder. Aliya, sanata ilişkin müzakerelerini, aynı eserin diğer kısımlarında olduğu gibi zıddiyetler üzerinden gerçekleştirir.
Aliya, sanatın en önemli özelliğinin, müşterek bir yapıya değil de münferit bir yapıya sahip olmasını sıkça vurgular. Sanat tarihinin en önemli eserlerinin, farklı sanatçıların birlikte yapmış oldukları eserler değil de, sürekli tek bir sanatçının ortaya koyduğu eserler olduğunu ifade eder. Burada aynı zamanda sanatın vazifesi, insandaki, olaydaki, şeylerdeki münferit, müşahhas özellikleri görmek ve müşahedeye imkan vermektedir. Sanatçı da, aynı şekilde, eserlerindeki biricikliği görüp tasvir etmekle mükelleftir. Çağımızda sanat eserinin, kitlesel üretim ve kitlesel tüketim süreçleri içerisine tabi olduğunu biliyoruz. Aliya, böyle bir süreç içerisinde sanat eserine orjinalliğini veren unsurun, sanatsal tecrübe olduğunu vurgular. Sanatsal tecrübe, sanatçının eseri ile kurduğu ilişki, icra ederken yaşadığı ruhsal deneyime tekabül etmektedir.
Bunun yanı sıra, sanat eserinin farklı katmanlarından da söz etmek mümkündür. Burada eserdeki en temel katman, görünür gerçekliğe, sosyal gerçekliğe yer veren katmandır. Bundan sonra ise sembolik düzey, sembolik katman bir sanat eserinde yer alabilir. Daha sonra ise sanat eserinin ulaşabileceği ideal nokta, ruhsal deneyim katmanı olarak kendini göstermektedir. Yılmaz burada, önemli olması itibari ile manevi katmana dikkat çekdi. Konuşmacı, sanatçının, manevi katmana ulaşmak için dilin sınırlarını aşan, lisan üstü bir takım ifade vasıtalarına duyarlı olması gerektiğini belirterek, Aliya’nın sanat tarihinde dram, şiir, resim alanındaki ilk örneklerini incelediğini ve bu örneklerdeki maksatları, mahiyetleri değerlendirdiğini belirtti. H. Ramazan Yılmaz burada, Aliya’nın yaptığı değerlendirmeler sonucu üç başlığa ulaştığını söyledi ve bunları şu şekilde tasnif ett:
Sanat hem dini, hem estetiği, hem de faydayı kapsamalı
Bunlardan ilki, insanın tanrıya şükranlarını sunması, ikincisi ise, günlük hayat içerisinde var olan ilahi yön, sonuncusu ise, ebedi hayat ve bu hayata intikal eden insanın tasvir edilmesidir. Sanat ve dinin birlikteliğinİ çoğunlukla, Ortaçağ Hristiyan sanatındaki örneklerle açıklar Aliya. Burada rahip ve sanatkâr arasında benzerlikler kurarak, her ikisinin de zahire sırt çevirdiklerini ve mana alemine ulaşmak için çaba gösterdiklerini söyler. Konuşmacı Aliya’nın sanata yönelik düşüncelerinden iki sonucun çıkabileceğini ifade eder: Bunlardan ilki manevi sanat sınıflandırmasının genişliğidir. Sanatın ideal noktası olarak ifade edilen Antik Çağ, Uzak Doğu, Rönesans ve Ortaçağ sanatlarının tümünde bunu görürüz. H. Ramazan Yılmaz’ın ifade ettiği bir diğer sonuç ise, İslam’da, din ve dünya şeklinde iki farklı alan telakkisinin bulunmamasıdır. Bunun sanat eserine hem dini, hem estetiği, hem de faydalı olma kabiliyetini bir arada verir.
H. Ramazan Yılmaz’ın ardından son olarak Yusuf Z. Gökçek söz aldı ve konuyu sinema bağlamında değerlendirdi. Gökçek sunumuna, Aida Begiç hakkında bir takım bilgiler vererek başladı: Aida Begic, genç bir yönetmen. “Kar” ve “Sarayova Çocukları” olmak üzere kendisine ait iki filmi ve kolektif olarak çektiği “Unutma Beni İstanbul” isimli bir filmi vardır. Bunların dışında iki tane de kısa metraj filmi vardır. “Kar” filminde, savaş sonrası bir köyde Sırp katliamına maruz kalan bir adam ile etrafında kocaları ve çocukları öldürülen kadınların hayatına odaklanmaya çalışır. “Çocuklar”da ise, Saray Bosna’da tek başına yaşayan Rahim adlı bir genç kızın, ailesinden kalan tek hatıranın, 14 yaşındaki erkek kardeşinin bakım evine alınmaması için verdiği mücadeleyi anlatır. Tekrar “Kar” filmine dönecek olursak, bu filmde Bosna-Hersek’teki bir köyede yaşayan bir kadının hayatına odaklanılmaktadır. Bu karakterin, savaşın ardından bir başına kalması, ailesini tamamıyla kaybetmesinin ardından, bir umudun içinden konuşması anlatılmaktadır. Aida Begic’in zaman algısı, hakim paradigma içinde konumlandırdığımız olayların peşi sıra devam ettiği bir yaklaşımdır. Üstelik bunları yaparken, flash back kullanarak doğallığı bozmamaya çalışır. Bu sayede de, zamanın neden sonuç ilişkisi içerisinde, kronolojik modern işlevinden bir anlamda uzaklaştırmaya çalışarak, içinde bulunduğu anın geçmişe dair bir ruhsal deneyime dönüşmesini sağlar.
Abdullah Said Can haber verdi