Anayasa Mahkemesi eski üyesi ve Turgut Özal Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanı Prof. Dr. Sacit Adalı, geçtiğimiz günlerde Eyüp Sultan gönüllülerinin konuğu olarak Mihrişah Sultan Sibyan Mektebi’nde bir söyleşi yaptı. Söyleşiden önce kendisiyle tanışmaktan şerefyap olduğumuz Sacit Adalı Bey, muhataplarına değer veren o samimi hallerinden anladığımız kadarıyla tam bir gönül insanı... Biraz sonra söyleşiye başlayınca da anladık ki üslubuyla, nezaketiyle, ses tonunu ayarlamasıyla, tam bir İstanbul beyefendisi...

Çocukluğu İstanbul’da geçmiş

Söyleşinin başında, İstanbul’un en mübarek semti olan Eyüp Sultan’da bulunmaktan duyduğu memnuniyeti dile getiren Sacit Adalı Beyefendi, çocukluğunun da İstanbul’da geçtiğini ifade etti. Eğridir gölündeki bir adadan İstanbul’a göç ettiklerinde kendisinin dört yaşında olduğunu söyleyen Adalı, çocukluğundan beri Koca Mustafa Paşa, Yedikule, Samatya, Kumkapı, Yenikapı, Aksaray ve Fatih’te oturduklarını, dokuz ev değiştirdiklerini ifade etti. İstanbul’un her tarafını bildiğini, hâlâ Suriçi’nde arabaya binmeden yürüyerek gezdiğini söyledi.

Çocukluk döneminden bahsederken; “Fukaralık diz boyuydu ve biz o devirde mutluyduk” diyen Adalı, şimdi ise durumun tam tersi olduğunu, insanların varlık içinde olduklarını fakat varlık sahiplerinin yokluğu bilmediklerini, oysa varlıklı olanların yokun varlığını bilmesi icap ettiğini söyledi.Sacit Adalı

Gönüller fethedilmelidir

Konuşmasının tamamında sevgi ve hoşgörü mesajları veren Adalı, bir gönül harekâtı yapmamız gerektiğini ifade etti. Bu konuda şunları söyledi: “Bugüne kadar çeşitli coğrafyaların el değiştirmesi hep silahlarla olmuş. Bugün fetih harekâtı devam ediyor. Fakat fethi toprak kazanmakla değil, kalp kazanmakla yapıyoruz. Fetih harekâtı, hasbi davranan insanların sayesinde yükselecektir. Birbirimizin kalbini kazanmaya çalışalım. Çünkü bugünün fetih harekâtı, kırılan gönülleri tamir etmekle olacaktır. Tarihimizle yüzleşelim, şu anda küs olduğumuz insanlarla yüzleşelim. Eğer biz karşımızdakinin gönlünü fethetmeye kalkarsak, o da bizim ve başkalarının gönlünü fethetmeye çalışacaktır. Belki de iç barışı bu şekilde sağlayacağız.”

İki türlü insanın olduğunu, bunlardan birinin “hesabi”, diğerinin “hasbi” olduğunu söyleyen Adalı, hasbi davrananın Allah rızası için insanlara iyi davrandığını, hesabi olanın ise birinden çıkarı varsa ona güzel davrandığını söyledi. Bu konudaki teessüflerini de; “Hasbilikten neden bu kadar uzaklaştık?” ve “Münasebetler neden bu kadar maddileşti?” cümleleri ile ifade etti.

Rum ve Ermenilerin âhını aldık

Sacit Adalı’nın çocukluğunun İstanbul’da geçmesi bir takım tarihî yaşanmışlıklara da şahit olması anlamına geliyordu. İstanbul’un tarihi ile ilgili ilk defa Mehmet Şevket Eygi Beyefendi’den duyduğum bir şeyi, bu söyleşide de Sacit Adalı Beyefendi’den dinledim. Bu gerçek şuydu ki 1950’lerde Ermenilerin ve Rumların âhını almamıza sebep olan bir takım olaylar yaşanmıştı.

Biz Müslümanlar elhamdülillah din, ırk vs. demeden bütün insanların hakkını savunan kimseler olduğumuz için Rum ve Ermenilere yapılan haksızlıkları da tıpkı kendimize yapılmış gibi sayarız. Kaldı ki bu memleketin geçmişinde Kürdü de, Alevisi de, İslamcısı da, tarikatçısı da zulüm görmüştür. Zulüm görmemiş hemen hemen hiçbir zümre yoktur.

İşte bu acı olayı Sacit Adalı şu cümlelerle anlattı: “Biz çocukken mahallemizde Rumlar, Ermeniler vardı. Aynı sokakta birbirimize gider gelirdik, çocukları ile oynardık. Benim arkadaşlarım Rum, Ermeni, Yahudi idi… 1955’te ben o sıralar on yaşındaydım. Yanımızda bir Rum evi, onun yanında da bir Yahudi evi vardı. 1955’teki 6 -7 Eylül hadiseleri çok önemlidir ve tam bir kırılma noktasıdır. Müslüman olduğunu ispat edemeyenlerin evlerini yıkıyorlar, kırıyorlar, döküyorlar, parçalıyorlardı. Dedemde bir tane fazla Kur’an-ı Kerim vardı, onu Yahudi komşumuza verdi; Rum olan komşumuza da bir bayrak verdi. Biz de evimizdeki ikinci bir Kur’an-ı Kerim’i pencereden salladık. Bugün gibi hatırlıyorum; yakıp dökenler, ‘Bunlar Müslüman, burayı geçelim’ dediler. Biz de komşularımız da bu sayede kurtulduk. Sonra gidip ilerdeki başka evleri yıktılar. İstiklal Caddesini, bu caddedeki bütün büyük mağazaları ve gayrimüslimlerin oturduğu evleri ve iş yerlerini paramparça ettiler. İstanbul, Lozan’dan sonra ana kırılmayı ve göçü 1955’ten sonra yaşamıştır.”

Dinleyicilerden bir delikanlının; “Bunları yapan kim” sorusuna ise Sacit Adalı; “Herhalde bugünkü derin devlet” diyerek cevap verdi. Kimin yaptığını bugün tam olarak söyleyemesek de bu korkunç zulüm maalesef ülkemizde yaşanmış bir zulümdür. Ve bize göre de bunlar gündeme gelmelidir.

Sacit AdalıBir arada yaşamak güzeldir

Eski İstanbullularla konuştuğumuzda bize mutlaka Rum ve Ermeni komşularından bahsederler. Hatta birçokları onların iyiliklerinden bahseder. Mesela bizim orucumuza nasıl saygı duyduklarını, eski İstanbullulardan az dinlememişizdir. Evet, biz geçmişimizde onlarla çok güzel bir şekilde birarada yaşamayı başardık. Tıpkı Asr-ı Saadet’te Medine’de gayrimüslimlerle bir arada yaşadığımız gibi… Esasına bakarsanız “bir arada yaşama” söyleminden bir dinler arası diyalog riyakârlığı ve cami-havra-kilise üçlüsü gibi bir garabet çıkartmayacaksak, ben bu söylemin benimsenebileceğini düşünüyorum. Çünkü bunun bizim inancımızda birtakım temelleri var.

Sacit Adalı Beyefendi de bu hakikati şu cümleler ile ifade etti: “Halbuki atalarımız beraber yaşamayı öyle bir güzel öğrenmiş ve öğretmişlerdi ki… Ben onu gördüm. Buradaki yaşı müsait olanlar da görmüştür. Biz beraber yaşamayı ne kadar çok severdik. Biz Yahudi’nin, Rum’un, Ermeni’nin gönlünü almaya mecburuz. Biz onlara iyi davranalım, onların da bize iyi davranmasını sağlayalım. Biz Rum’u, Ermeni’yi, Yahudi’yi veya beğenmediğimiz insanları attık veya kendileri korkarak gittiler. Bir empati yapalım, kendi kendimizi sorgulayalım; çok mu kazanç sağladık bu işten? Bu kırılan kalpleri tamir etmeye mecbur değil miyiz?”

Eskiden “ayıp” derlerdi, “günah” derlerdi

Bu acı olayı hatırlatan Sacit Adalı, konuşmasında geçmişteki bir takım değerlerimizden de bahsetti. Topluma şekil veren bir takım müeyyidelerden daha çok topluma çekidüzen veren bir takım sözlü ifadelerin olduğunu söyleyen Sacit Adalı, dinleyicilere “ayıp” ve “günah” kelimelerini hatırlattı. Sözlerine şöyle devam etti: “Eskiden bir ‘ayıp’ lafı vardı. Birisi ‘ayıp’ dediği zaman herkes kendisini toplardı. Bir de ‘günah’ denirdi. ‘Günah’ dendiğini şimdi hiç duyuyor musunuz? Bunları söylerseniz şeriatçı oluyorsunuz?”

Eskiden olan ama şimdilerde unuttuğumuz bir şey de oturma şeklimizle ilgiliydi. Bunu da Sacit Adalı şöyle hatırlattı: “Ben bağdaş kurmayı bilmem. Hep diz çökerek oturdum da onun için. Büyüklerimin yanında hep oturma usulüm diz çökmeydi.”

Sacit Adalı konuşmasında eskilerin kullandığı “Üslub-u beyan ayniyle insan” şeklindeki şahane ifadeyi de hatırlattı. Bununla ilgili olarak da; “Sizin konuşma tarzınız nasılsa siz o’sunuz işte. Ürkütücüyseniz, iticiyseniz, gerginseniz gerersiniz” dedi.

Dinleyicilerin arasında bulunan gençlere de çeşitli nasihatlerde bulunan Sacit Adalı şunları söyledi: “Yaşlılardan ziyade siz gençler örnek olma mevkiindesiniz. Dengeler şaştı; biz büyükler örnek olamıyoruz maalesef. Bizim yaştakiler birbirimizi yemeye alıştık. Siz ona sakın alışmayın.”Sacit Adalı

İnsanlara hata yapma hakkını tanıyın

Gençlik dönemini atlatanlar bilir ki gençlikte insan bazı hataları görür ve “bu niye böyle ki” diye kendi kendini yer. Daha sonraki yaşlarda da insan “hatasız kul olmaz” hakikatini kavrar ve hatalar karşısında daha fazla affedici olur. Bilmiyorum belki de bu süreç bende böyle olmuş da olabilir. Bu konuda Sacit Adalı şunları söyledi: “İnsanlara hata yapma hakkını tanıyın. Ama nedir? Hatada ısrar etmek şeytanidir. Aynı hatayı defalarca yapıyorsa o zaman kötü niyetli olduğunu söyleyebilirsiniz.”

İnsanların çoğunun medyanın yönlendirmesi ile kanaat sahibi olduğunu da söyleyen Sacit Adalı, bu konuda şunları söyledi: “Demokrasilerde çok rahat insanları sürü gibi gütme imkânı var. Bir söz vardır; ‘Pireyi deve habbeyi kubbe yapıyor’ diye. Ufacık şeyi büyütürsünüz, istediğiniz zaman koskoca bir şeyi hasıraltı edersiniz. Medyanın bize gösterdiğini görüyoruz sadece.”

Mecelle muazzam bir metin

Yeni anayasa süreci ile ilgili de konuşan Sacit Adalı, anayasanın çok kısa ve öz olması gerektiğini, çünkü dünyanın bin bir türlü halinin olduğunu, her meselenin anayasaya koyulamayacağını söyledi. Kendi fakültelerinde hazırladıkları anayasa taslağının ilk maddesinin; “İnsan haysiyet, şeref ve onur sahibidir” şeklinde olduğunu söyleyen Sacit Adalı; “Böyle dediğiniz zaman bütün haklar zaten bunun içine giriyor” dedi.

“Biz kuru bir hukuk içindeyiz, bir ruh, bir yürek yok. Söylediğini gönülden söyle, az söyle, gönülden söyle” diyen Sacit Adalı, Mecelle’ye olan hayranlığını da şu cümle ile ifade etti: “Mecelle o kadar muazzam bir metindir ki bir cümlesi için bir kitap yazarsınız.” Burada bir cümle de ben ilave etmek istiyorum ki: Mecelle’ye hayran olmayan bir hukukçu zaten düşünülemez.

Sacit Adalı meclise “Her Türk” diye başlayan madde yerine şöyle bir madde önerdiklerini söyledi: “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı, ortak tarihi, coğrafyayı ve medeniyeti sahiplenen insanlarla devletin arasında yapılan hukukî bir bağdır.”

 

Aydın Başar haber verdi