Estetik dokunuş hayatın her anını başka bir halete bürüyor. Bu dokunuş kitaplarda, kitap kapaklarında olursa peki durum nasıl olur? Bu sorunun cevabını kitap üzerine kurulu bir medeniyetten ve onun kitap kapaklarından başlayarak gösterdiği zarafetten anlamaya ve almaya çalışacağız.
Evvela medeniyetimiz “Oku” hitabı üzerine inşa edilince, bütün kitaplar da bir kitabın anlaşılması için okunmuş, onu anlamaya vesile olduğu için baş tacı edilmiş. Hâl böyle olunca ilimde süreklilik için yazılan metinlerin tekrarı, okunması, çoğaltılması gündeme gelmektedir. Yani önce kitabın muhafazası, bir kılıfa girmesi. Cild kelimesi Arapçada deri anlamına gelmekte. Ciltten murad kitabın muhafazası ve uzun ömürlü hâle gelmesi. O yüzden kitaba geçirilen kaba cild, teclid (ciltleme) işini yapanlara mücellid (ciltçi) denilmektedir.
Kitap cildinin atası Uygurlar
O vakitler kullanılan malzemenin deri olması hasebiyle cild kelimesi yaygınlık kazanmıştır. İlk cild örneklerini Uygurlar döneminde yani MS. VII. yıllarına ait Karahoço kazılarında rastlanan örneklerden anlıyoruz. Yani bugünkü manada deriyle kaplı bir kitap cildini ilk defa Uygurlular yapmıştır. Uygurlu sanatkarlar ciltçilikte Çin’i de etkisine alarak oradan İran’a geçmiştir. IX. yüzyılda da Halife Mutasım-Billah zamanında Samarra’ya giden Uygur Türkleri bu ülkelerde ciltçiliğin gelişmesine katkıda bulunmuşlar. Zamanla farklı coğrafyalar, farklı İslam medeniyetleri ile etkileşime giren cilt sanatında da farklı üsluplar doğmuş. Özellikle yazmalar üzerine süregelen ilimde zirve yapmış Taşkent, Buhara, İstanbul, Semerkand, Tebriz, Isfahan, Herat, Bağdat, Şam, Mekke, Medine, Kahire, Endülüs gibi şehirlerde okunan eserlerin kapaklarında mücerret bir medeniyet nakşı görmek mümkündür. Bununla beraber kaynaklarda Hatayi, Herat, Türk, Arap, Mağribi, Buharay-ı Cedid, Rumi gibi cilt üsluplarının bölgelere göre oluştuğunu görmekteyiz. (Aydın Çakırtaş, “Türk Cilt Sanatı”, El Sanatları Dergisi, (2009) sayı:7, s.114-119)
Cilt sanatının zirvesi
Türk cilt sanatı zirve dönemini Osmanlı ile yaşamış. Osmanlı döneminde de bu sanata ayrı bir ihtimam gösteren isim Fatih Sultan Mehmet olmuştur. Öncelikle sarayda şöhretli ressamlardan ve nakkaşlardan oluşan Nakkaşhane (Nakışhane) kurmuştur. Edirne ve Anadolu’da hatırı sayılır hattat, müzehhip ve nakkaşları bir araya getirmiş ve başlarına da dönemin ünlü nakkaşı Baba Nakkaş'ı koymuştur. Bu dönemde nakkaşhanelerden ortaya çıkan nadide ciltler içindeki yazmalar saray eşrafına hediye edilmiştir.
II. Beyazıd döneminde ise sarayda ilk defa mücellidhane açılmıştır. Osmanlı ciltçiliğinin başlangıcı olarak kabul edilen ve XII. yüzyıla tekabül eden dönemlerde Anadolu Selçuklu markasını görüyoruz. Ciltçilik sanatımızın özellikleri itibariyle bu dönem bir kıstastır ve ciltlerin özellikleri itibariyle çok büyük değişiklikler arz etmez. Kitap ve ciltçiliğe dair sanatların devam etmesi namına ise yirminci asrın başlarında geleneğe bağlı sanatların yaşatılması ve bu alanda öğrenci yetiştirilmesi amacıyla İstanbul’da Medresetü’l-Hattatin (1914-1924) kurulmuş, 1928’e kadar Hattat Mektebi adıyla çalışan bu kurum, 1929’dan itibaren Şark Tezyini Sanatlar Mektebi adıyla hizmet etmiştir. 1936 yılına gelindiğinde Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) bünyesinde Türk Tezyini Sanatlar Şubesi oluşturulmuş. (Ayşe Üstün, “Türk Tezhip Sanatı”, Türk Kitap Sanatları Sempozyumu Bildirleri, İsmek yay. 2007, s.33) Nihayet buradan da cilt sanatımızın en azından devamına dair hatırı sayılır önemli isimler çıkmıştır.
Anadolu Selçuklu cildinin özellikleri
Cilt sanatımızın esasını teşkil eden klasik bir Anadolu Selçuklu cildinin özellikleri şunlardır:
1. Kitabın alt ve üstünü örten ve kenar çıkıntıları olmayan alt ve üst kapaklar.
2. Kitabın arkasını örten bugünkülere benzemeyen düzlükte dipsırt.
3. Kitabın ağız kısmı örten, alt kapağa bağlı, üst köşe ucu üst kapakla kitabın iç kapağı arasına giren “mikleb” (miklâb).
4. Miklebin kapağa bağlandığı, miklebe hareket edebilme imkanı sağlayan “sertâb”’.
Bunun yanında yazma eserlerin ciltlerini yıpranmaktan koruyan “cilbend” adı verilen kap ile kitabın yapraklarını muntazam bir şekilde tutan örgü anlamındaki “şiraze”yi de ekleyebiliriz. Cilt kapağında yer alan ince işçilikte ise bir takım isimlendirmeler yer alır: Cilt kapağının etrafına çerçeve gibi ince yahut geniş bordürler çekilerek yapılan kısımlara “zencirek”, kapağın köşesine yapılan bezemeye “köşebend”, ortadaki bezemeye “şemşe” denilmektedir. Şemselerin alt ve üst kısmına eklenen unsurlara da “salbek” denir. Kapak ile sertâb, sertâb ile miklebi birbirine bağlayan, menteşe görevi yapan mukavvasız derili kısma “dudak” denilir. Bunun kapak ile sırt arasında olanına “muhat” ismi verilmiştir. Bunun akabinde ciltlerin tezyinatına geçilir, burada da zengin bir birikim bizi karşılar. Peşisıra üslup ve kompozisyon özellikleri takip eder. En nihayet cilt çeşitlerine sıra gelir: Deri, şemseli, (şemseli ciltler kendi içinde ayrılır: alttan ayırma şemseli, üstten ayırma şemseli, mülemma’ şemseli, mülevven şemseli, soğuk şemseli, müşebbek şemseli), zilbahar cilt, yekşâh cilt, zerdûz cilt, çârkûşe cilt diye uzar gider. (Ahmet Saim Arıtan, “Türk Cilt Sanatı”, Türk Kitap Medeniyeti, İBB. yay. 2008, s. 61-99)
Eski mücellitlerden geriye kalan
Bütün bu güzellikleri içinde barındıran ciltleri ve cilt ustalarını bugün ne yazık ki bulmamız çok zor. Zira hepsi bir zincirin halkaları olarak dağılmış bir vakıadan bahsediyoruz. Nakkaş, müzehhip, mücellid bir kültürle beraber varlardı ve bugün farklı saiklerle devam etmediler, edemediler. Bir ibret vesikası olarak Evliya Çelebi’nin o güne dair beyanına bakalım. Evliya Çelebi’nin aktardığına göre, XVII. yüzyılda yalnız İstanbul’da 10 cilt atölyesinde 300 ciltçi çalışırmış. Eski ciltlerin 10 altından 1000 altına kadar değer bulduğu devirler olmuş, kıymetli taşlarla süslü ciltler büyük fiyatlarla satılırlarmış.
Siz siz olun kitabınıza sahip çıktığınız kadar mücellidinize de sahip çıkın. Zira yakın gelecekte bizden sonraki kuşaklara müzelerde sergilenen ciltler dışında eser bırakamayacağız.
Kâmil Büyüker, eski ciltlere bakıp hüzünlendi