İstanbul, üzerinde bugün yer almakta olan birçok kıymetli eserin yanı sıra yitirdikleriyle de anmamız gereken bir şehir niteliği taşır. İki büyük medeniyete başkentlik yapmakla imparatorlukların özel bir ihtimam gösterdikleri bu şehirde, geçenlerdeki bir yazımda bahsettiğim gibi çeşitli felaketler veyahut özellikle yakın tarihimizde gerçekleşen esefle andığımız belediyecilik faaliyetleri sebebiyle birçok eserin ortadan kalkmış olduğu vâkidir.

İkinci beşlide yer vereceğim yapılar da bugüne ulaşmasını iştiyâkla isteyeceğim -biliyorum ki birçok İstanbul meftûnunun da isteyeceği- eserlerden oluşacak. Belki bugün bu eserlerin yokluğu sebebiyle önemli bir boşluk hissetmiyor gibi olsak bile, bu yapıların eğer bugün var olsaydılar İstanbul'un kent kimliğine yapacakları bambaşka ve derinlikli katkılar sebebiyle yoklukları büyük bir teessür duymamızı gerekli kılıyorlar.

Dolmabahçe Sarayı Tiyatrosu

İlk olarak anacağım eser Dolmabahçe Sarayı Tiyatrosu olacak. Tiyatro bir edebî tür ve bir sahne sanatı olarak kökleri antik döneme değin uzayan bir etkinliktir. O zamanlardan modern zamanlara Batı sanatının önemli bir parçası olagelmiş tiyatro ile Osmanlı'nın tanışması ise çok geç bir döneme tesâdüf eder. Dolmabahçe Sarayı; Osmanlı'nın değişen dünya koşullarından etkilenerek -mutfak, eğitim, yönetim bunlardan sadece birkaçıdır- Topkapı Sarayı'nı terketmesinden sonra kullandığı, Batı sanatı etkisinin yoğun bir şekilde hissedildiği yapılardan biridir.

Değişen dünya ahvâli saray ve erkânının zevk ve beğenilerine de yansımış olmalı ki bu saraya bağlı olarak yanına bir de tiyatro binâsı tahsis edilmiştir. Tiyatro'nun açılışı resmi olarak 1859'da gerçekleşmiş ve bu açılışta opera ve bale gösterisi ile keman konseri verilmiştir. Ayrıca Şinasi’nin “Şair Evlenmesi” adlı ilk Türk tiyatro oyununun da burada oynanmış olduğunu belirtmek gerekir.

Önde saray tiyatrosu, arkada Dolmabahçe Sarayı

Ancak bu tiyatronun kaderini de tıpkı bilinen ilk tiyatro binâmız olan Naum tiyatrosu gibi bir yangın belirlemiş ve 1863 yılı gibi yapıldıktan kısa bir süre sonra yanmış ve tamamiyle işlevsiz kalmıştır. Yapıldığı dönemde hem imparatorluk dâhilinde hem de başka ülkelerde ilgiyle karşılanan bu yapı, Fransa'daki Versay tiyatrosuna denk sayılıp 300 kişilik kapasitesiyle dikkat çekiyor ve bilhassa iç mimarisinde kullanılan süslemelerden övgüyle bahsediliyordu.

Yandıktan sonra uzun bir süre işlevi dışında depo ve saray ahırı olarak kullanılan bu yapı, en sonunda buraya bir futbol stadı (bugün İnönü Stadı veya Vodafone Park olarak bildiğimiz) yapılmak sûretiyle tamamiyle ortadan kalkmıştır.

Saray Tiyatrosu'nun bugüne ulaşması gerçekten çok heyecan verici olurdu. Hem Dolmabahçe Sarayı ile birlikte bir kompleks olarak düşünüldüğü takdirde bütünleyici ve ihtişamlıydı, hem de Batılılaşma bağlamında birçok ilklerin gerçekleştirildiği bir yer olarak sembolik önemi hâiz bir mekândı. Hele böyle şâşaalı bir tiyatronun bir de bugüne aynı işlevleri sürdürecek bir biçimde varmış olması heyecanımızı katmerlemiş olurdu.

Âhlar vâhlar içinde devam edelim o hâlde.

Kırkçeşme Suları

İkinci olarak Kırkçeşme Suları'nı zikredeceğim.

Kırkçeşme Tesisi'ne ait Fatih-Saraçhane'deki çeşmeler

İstanbul'un çeşmeler ve sebiller yönünden zenginliği birçoğumuzun mâlûmudur. Âdeta bir su medeniyeti olarak tebellür eden Osmanlı zamanında, çeşmeler; meydan çeşmesi, köşe çeşmesi ve padişahların bizâtihi vakfettikleri anıtsal formda olan çeşmeler gibi birçok formda karşımıza çıkar.

Kırkçeşme Suları ise şehrin büyük çaplı su sorunun halletmeye kararlı olan Kânûni tarafından Mimar Sinan denetiminde tamamlanması istenen bir projeydi. Kazım Çeçen bunun hakkında bize şunları söyler: ''Bu tesisler, o döneme kadar inşâ edilen tesislerin en mükemmeli olduğu gibi mühendislik bakımından Mimar Sinan’ın en önemli yapısı ve hacim yönünden de en büyük eseridir. Nitekim Süleymaniye Külliyesi 35 milyon akçeye, Kırkçeşme tesisleri 50 milyon akçeye mal olmuştur.''

Kırkçeşme Tesisi'nin Fatih'te de sıra çeşmeleri vardı. Bozdoğan Kemeri’nin Haliç tarafına bakan ve Gazanfer Ağa Medresesi’nin yanında bulunan bu sıra çeşmeler yakın tarihimize kadar sağlam bir şekilde ulaşmış olsa da Atatürk Bulvarı açılırken taşları numaralandırarak sökülmüş ancak bir daha ihyâ edilmemek sûretiyle ortadan kalkmıştır. Bilhassa çeşmelerden üzerinde çifte tavus kuşu kabartması olanı, şehirde daha birçok yapıda görmenin mümkün olduğu şehrin dokusunu Bizans ve Osmanlı'nın yüzyıllar boyunca birlikte oluşturduğunu gösterir niteliktedir.

Sinan'ın bir mimar olduğu kadar mühendislik zekâsını da açıkça gösteren bu çözüm üretici yapı, bugüne kalmış olsaydı ne de iyi olurdu diyeceğimiz onlarca eserden yalnızca biri.

İncili Köşk

Değineceğimiz diğer eser İncili Köşk adını taşıyor. İstanbul'un nüfuzlu kişileri, vakıf eserlerinin yanında, konaklamak üzere köşkler ve kasırlar da inşâ ettirmişlerdir. Haliç’i ve Boğaz’ı süsleyen bu eşsiz yapılardan bugüne ulaşamayanların sayısı burada değinemeyeceğimiz kadar çoktur. Ancak devrin sultanı III. Murad'ın dahi ''N’olaydı, şu kasr Sarây-ı Âmire dâhilinde yapılmış olaydı.'' diye iç geçirdiği İncili Köşk bunlardan özel bir öneme sahip.

İncili Köşk'ün bir gravürü

XVI. yüzyıl sonlarında Sarây-ı Hümâyun’a ait bir köşk olarak yapılan bu yapı, Sinan Paşa Köşkü olarak da bilinmekteydi. Yemen fatihi olarak da marûf olan Koca Sinan Paşa tarafından yaptırılan bu köşk, Topkapı Sarayı'nın en dış kısmında Marmara surları tarafında yer almaktaydı.

Sinan Paşa'nın bu köşkü, Rumeli demiryolunun Sirkeci’ye getirilmesi tasarlandığında, Abdülaziz'in demiryolunun tam sahilden ve sarayın bahçesinden geçirilmesine izin vermesi sebebiyle ortadan kalkmıştır. Cumhuriyet dönemi çalışmalarıyla içinden 16. yy'a ait çok güzel İznik çinilerinin çıkartılmış olduğu bu köşkün bugün yalnızca kâidesi mevcuttur.

Oraya her yolumu düşürdüğümde Osmanlı'ya tam 5 kere sadrazamlık etmiş bu cevvâl adamın padişahları dahi gıpta ettirecek köşkünü bugün de ayaktaymış gibi tahayyül etmek, bana hüzünle karışık bir şekilde inanılmaz bir heyecan verir.

Direklerarası

Tarihimizin en şenlikli hatıralarını barındıran yerlerden biri olan Direklerarası'na gelmiş bulunuyoruz. Bu mekân 1826 yılında Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından sonra (çünkü burası Yeniçerilerin kışlalarının bulunduğu merkezlerden biriydi) kültür faaliyetlerinin merkezi konumuna gelmiştir. Burası o yıllarda bugünkü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi binâsının bulunduğu yerden başlayarak Şehzadebaşı Camii’nin önünden Saraçhanebaşı’na uzanan bir alanı kapsıyordu. Direklerarası olarak anılmasının sebebiyse, aslında burada bulunmakta olan Damat İbrahim Paşa'nın külliyesine bağlı dükkânların önünde yer alan revak dizileridir. Çayhânelerin, hayalhânelerin yani ortaoyunu, meddah ve karagöz gibi geleneksel seyirlik oyunların yapıldığı yerlerin ve kıraathâneler gibi çeşitli sosyalleşme alanların yoğunlukta olduğu bu bölge özellikle Ramazan aylarında sahurlara kadar devam eden bir coşkunun ve eğlencenin merkezi konumundaydı. Cumhuriyetin ilk yıllarına gelindiğinde alafranga âdetlerin gittikçe yaygınlık kazanması kültür ve eğlence merkezi olarak Beyoğlu'nu ön plana çıkarmış ve bu bölge de yavaş yavaş eski önemini kaybetmiştir.

Nevşehirli İbrahim Paşa Camii’nden Direklerarası

Direklerarası'ndan geriye bugün İbrahim Paşa Külliyesi’nin yalnızca birkaç dükkânı kalmış, onların da revakları yerinde bulunmamaktadır. Bugün artık Ramazan etkinlikleri için her ilçenin kendine ait iftarlık ve eğlencelik alanları bulunmaktadır. Buranın eski hüviyetine kavuşması artık beklenebilir bir şey olmasa bile, İbrahim Paşa Külliyesi’nin dükkânlarını yeniden revaklarıyla birlikte hayal edip tarihi dokusunu bir nebze olsun yeniden kazandığını düşünmek ve burada en azından minyatür şeklinde olsa da hem tarihsel önemine dikkat çekme hem de eski âdetleri yaşatmak anlamında ramazan eğlencelerinin düzenlenmesi ne hoş bir şey olurdu diye düşünmeden edemiyoruz.

Saray-ı Atîk

Bir diğer eser Saray-ı Atîk. Fatih'in şehrin fethinden sonra ikâmeti ve yönetim merkezi olarak seçtiği bölge, bugün İstanbul Üniversitesi'nin merkez kampüsünün sınırları içinde bulunmaktaydı. İstanbul'da inşâ edilen ilk Osmanlı sarayı olan bu yapı, Topkapı Sarayı'ndan önce yapıldığı için ''Atîk'' yani ''eski'' diye nitelenmiştir. Topkapı Sarayı'nın asıl isminin ise ''Saray-ı Cedîd'' olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Matrakçı Nasuh'un Minyatüründe Etrafı Duvarlarla Çevrili Saray-ı Âtik

Saray hakkında bize ayrıntılı bilgiler veren Tursun Bey, tarih’inde bu sarayla ilgili olarak; padişahın iki denize ve iki karaya bakan bir yer seçip burada dört köşeli, duvarları sağlam bir saray yaptırdığını, bir kısmını harem-i hâs için ayırıp bir kısmını kendi istirahâti ve iç oğlanlarına tahsis ederek kasırlar, köşkler inşâ ettirdiğini, saray alanının bazı yerlerinin divan ve taht için ve bir tarafının da av sahası olarak ayrılıp çeşitli hayvanlarla doldurulduğunu belirtir. Evliya Çelebi ise sarayın 12.000 arşın uzunluğunda bir surla çevrili olup burçsuz kulesiz dört köşe bir binâ olduğunu kaydeder.

Tarih içerisinde birçok yangına mâruz kalıp yenilenmek durumunda kalan Eski Saray’a, padişahın ikâmet yeri olarak Topkapı Sarayı'nı seçmesinden sonra, vefât eden veya iktidardan düşen padişahın maiyeti; kadınları, kızları, vâlide sultanlar ve câriyelerin Harem Dairesi’nden alınarak gönderilmesi âdet olmuştur. 1826’da seraskerlik makamına devrine kadar önemini koruyan Eski Saray, aynı tarihte Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra seraskerliğe tahsis edilmiş, daha sonra yerine bugün İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü tarafından kullanılmakta olan binâ yaptırılmıştır.

Birçok hatırayı taşıyan, şehrin ilk Osmanlı sembollerinden olan bu yapının bugün ayakta olması gerçekten hoş olurdu. Ancak bu, tarihi boyunca bütün zaman dilimlerinde dinamik ve değişikliklere dünya üzerinde hiçbir şehirde olmadığı kadar açık olan bu şehrin tuhaf bir kaderi olmalı belki de.

Oktay Türkoğlu