Osmanlı Türkçesinden Türkiye Türkçesine kazandırdığı eserlere dikkat çeken eğitimci Emir Hüseyin Yiğit Bey’le Osmanlı Türkçesi, çevrimyazı, İsmail Dervişoğlu, Büyüyen Ay Yayınları ve Süleyman Nazif üzerine konuştuk.
Hüseyin Bey, öncelikle bizi kırmayıp söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederek başlayalım. Kimdir Emir Hüseyin Yiğit? Biraz özgeçmişinizden bahseder misiniz?
Bilakis ben teşekkür ederim söyleşi teklifiniz için. Ailesi 1974 Barış Harekatı’ndan sonra Adana’dan Kıbrıs’a göç etmiş bir ailenin çocuğuyum. Kıbrıs’ta doğdum, büyüdüm, ilk, orta ve lise eğitimimi Kıbrıs’ın Lefke isimli şirin ve yeşille iç içe olan bir kasabasında tamamladım. 1996’da girdiğim Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden 2000 yılında mezun olduktan sonra İstanbul’da edebiyat öğretmenliğine başladım, halen de bu mesleği sanatın, edebiyatın, kültürün merkezi bu güzel şehirde sürdürmekten dolayı bahtiyar olduğumu söylemeliyim.
Edebiyat tahsili gördünüz, öğretmenlik yapıyorsunuz. Üniversite mezunlarının ve öğretmenlerin kahir ekseriyetinin kitap okumadığı bir dönemdeyiz. Nasıl başladı sizdeki kitap sevgisi, okuma ilgisi?
Aslında büyüdüğüm çevre kitaba ulaşmanın kolay olduğu bir çevre değildi. Okuma serüvenim diye bir şeyden bahsedeceksem bunun daha çok gazete merkezli başladığını söyleyebilirim. Çocukluk ve gençlikte evimize gazetenin girmediği bir gün olmamıştır. Okuma alışkanlığımın gazete ile başladığını ve daha çok da gazeteyle geliştiğini düşünüyorum. 80’li 90’lı yılların gazetelerini bugünün gazetelerinden seviye/ içerik kalitesi/ nitelik bakımından daha yukarıda gördüğümü söylemeliyim. Lise öğrencisi bir genç olarak Tarık Buğra’nın Pazar yazılarını okuyordum gazeteden. Mesela değerli araştırmacı-yazarlarımızdan Beşir Ayvazoğlu’nun yazılarını okuyordum. Bir de tabii ilkokul mezunu olmasına rağmen babamın güzel bir kütüphanesi vardı ve babam iyi bir gazete okuru olduğu için biz de iyi bir gazete okuru idik. Yoksa şunu çok iyi hatırlıyorum ki kasabada bir kütüphane vardı ve bir gün bu kütüphanenin kapatıldığına şahit oldum. Kütüphanesi kapatılan bir kasaba… Kasabaya üniversite açılıyor ve kasabanın kütüphanesi kapatılarak öğrenci yurdu yapılıyor. Trajikomik. O kasabada bir gün çöpten Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ahmet Haşim isimli biyografisini bulmuştum. O yıllarda Abdülhak Şinasi’yi bilmem mümkün değil tabii ama Ahmet Haşim’i bilmemek ihtimal dahilinde değil. Ahmet Haşim’le ilgili bendeki ilk bilgi melankolik oluşu ve kendini çirkin buluşudur. Belki her gencin melankoliye yatkınlığının olmasından, Ahmet Haşim çok ilgimi çeken bir şair olmuştu. Bu, benim için o yıllara dair çok değerli bir hatıradır. Fakat şahsî kütüphanemin oluşması tamamen üniversite ile başlamıştır.
Eski yazıya ilgi nereden geliyor?
Biliyorsunuz üniversitelerin Edebiyat, Tarih, Arşivcilik (şimdi adı değişti bu bölümün sanırım), hatta Müzikoloji ve Konservatuar bölümlerinde Osmanlı Türkçesi dersleri gösteriliyor. Tabii eski yazıyı öğrenmek çok küçük yaşlarda nasip oldu. İlkokul üçteydim sanırım elifbadan Kur’an’a geçtiğimde. Yaz tatilinde camilerde yapılan Kur’an kursları sayesinde öğrendim eski yazıyı, eskimez yazıyı. Bu durum bana Osmanlı Türkçesi derslerinde büyük bir kolaylık sağladı elbette. Kütahyalı Salih Kalkan hoca o yıllarda Kıbrıs’ın Güzelyurt ilçesinde imamlık yapıyordu ve benimle birlikte bütün kardeşlerim onun emekleri sayesinde eski yazıyı, Kur’an-ı Kerim’i okumayı öğrendik. Tabii Salih Kalkan hocanın değerli hocalarımızdan Ahmet Kalkan’ın kardeşi olduğunu İstanbul’da üniversiteyi okurken öğrendim.
Peki bu çevrimyazı işlerine nasıl başladınız?
Çevrimyazı olarak hazırladığımız ilk eser Pendnâme-i Attâr Şerhi idi. Bir gün Ömer Lekesiz’in Kadıköy’deki kitapçı dükkanına gitmiştik Muhammet Altaytaş’la. Ömer Bey’le sohbet esnasında Ömer Bey bize bu eseri gösterdi. Konu nereden oraya gelmişti hatırlamıyorum tam olarak. O eserden biraz okuduk, çok hoşumuza gitti, ilgimizi çekti. Muhammet Altaytaş’la bu eseri Latinize etmeye karar verdik. Daha sonra da günümüz okurunun eserle arasındaki mesafeyi kapatmak adına dipnotlandırdık ve bu şekliyle Mustafa Kirenci hocamızın öncülük etmesiyle Büyüyenay Yayınları’ndan neşredildi. Daha sonra ise İsmail Dervişoğlu hocamla tanıştım. İsmail Hoca uzun yıllardır bu işlerle iştigal etmekteydi. Onun teşvikleri sonucu başka eserlerin çevrimyazılarını yapma fırsatı buldum. O gün bugündür öğretmenlikten arta kalan zamanımın çoğunu eski eserleri çevirerek doldurmaya gayret ediyorum.
Efendim ne gibi zorlukları var bu işin?
Lügatte kahramanlık olmaz derler. Lügatte kahramanlığın olmayacağını öğretiyor bu iş size. Bir eserin sadece çevirme aşaması bir, bir buçuk ayda tamamlanıyor. Daha sonra kontrol ediyorsunuz, ben bu yanlışı nasıl yaptım, bunu nasıl böyle okudum dediğiniz birçok hata ile karşılaşıyorsunuz. Osmanlı Türkçesi’ni okurken çok titiz olmak durumundasınız, fakat bu titizlik de yetmiyor tabii. Çeviriyi bitirdikten sonra bir hatta iki defa kontrol etmek gerekiyor eseri. Sözlük her an elinizin altında olmalı bu işi yaparken. Bildiğiniz kelimelere bile emin olmak için bakmak zorundasınız. İnsan en çok da biliyorum dediği kelimelerde tökezliyor. Kim demişti hatırlayamadım, bilmediğiniz kelimelere bir kere, bildiğiniz kelimelere iki kere bakın diye.
İşin bir diğer yönü de şu ki çeviriyi anlayarak yapmak zorundasınız, çevirdiğiniz cümleleri anlamadan çeviriyorsanız okuma hatası yapma ihtimaliniz o kadar artıyor. Bu sebeple sözlük elinizden hiç düşmüyor, tabii bu vesileyle o güne kadar hiç rastlamadığınız yüzlerce, binlerce kelimeyle tanışmış oluyorsunuz. Eseri bitirdikten sonra günümüz okurunun o dile uzaklığını göz önünde bulundurarak ya sadeleştirme yapacaksınız ya da günümüz okuru için “yabancı” kelimelerin anlamlarını dipnotlarda göstereceksiniz. Benim tercihim dipnotlandırmaktan yana oldu şimdiye dek. Zira sadeleştirme faaliyetinin eserin üslubunu ve zenginliğini büyük oranda, belki de tamamen ortadan kaldırdığını düşünüyorum. Sadeleştirme bana “ihanet” gibi görünüyor. Eserin müellifine, müellifin üslubuna ihanet. İtalyanların “mütercim haindir” sözünü de bu bağlamda düşünülebiliriz.
Şimdi bakıyorum da beş eser kazandırmışsınız kazı çalışmaları sonucunda. Dördü ortak bir çaba sonucunda çıkmış ortaya. Süleyman Nazif’in Fuzûlî’si ise yalnızca şahsi çabalarınızla ortaya çıkmış.
Sizin deyiminizle kazı çalışmaları sonucunda Muhammed Nuri Nakşibendî’nin Pendname-i Attar Şerhi, Mehmed Ali Aynî’nin Şeyh-i Ekber-i Niçin Severim ve Ahlâk Dersleri, Süleyman Nazif’in Fuzûlî ve Ahmet Midhat Efendi’nin İlhâmât ve Taglîtât eserleri gün ışığına çıkmış oldu. Neşredilenlerin dışında üzerinde çalıştığım birçok eser var fakat ikmal edilmeleri zaman aldığı için ortaya çıkmaları için uzun süre beklemek gerekiyor.
Hemen şunu da soralım. Böylesi eserlere ilgi var mı ki kazı çalışmaları yapmaya cesaret edebiliyorsunuz? Bir de yaptığınız çalışmalar pek popüler işler de değil? Nasıl oluyor?
Bu hususu çeşitli meclislerde arkadaşlarımızla biz de konuşuyoruz ve dertleşiyoruz. İnsanı bu türden işleri yapmaya sevk eden en önemli âmil, işin manevî haz tarafı. Bu işle meşgul olurken duyulan manevi hazzı tarif edebilmek çok güç. Tabii bir de daimî bir öğrenme süreci içerisindesiniz. Bundan a’lâ zevk mi olur bizim gibi okuma sevdalıları için. Hem bu eserlere ilgi yok hem de popüler eserler değiller. Bu yıl Türkiye yayıncılıkta dünya sıralamasında 6. sırada imiş diye haberler çıktı. Türkiye’de yayınlanan eser sayısının artmasına rağmen basılı eserlere ilginin arttığını düşünmüyorum, hele de bu türden eserlere. Bakıyorsunuz ülkemizde İlahiyat, Edebiyat, Tarih v.b. bölümlerde okuyan ve mezun olan belki yüz binlerce insan var fakat bu tür eserler bin tane bile alıcı bulmuyor. Ne demek lazım bilmiyorum. Biz milletçe sözlü kültür döneminden yazılı döneme tam olarak geçemedik sanırım. Yahut bütün kabahati teknolojiye mi yükleyeceğiz bilemiyorum. 80 milyonluk bir ülkeyiz, kazara bile olsa bin tane satılması lazım değil mi (!). Bu işin toplum nazarında tümden karşılığı yok da demek istemiyorum elbet, karşılığı var lakin çok az. Türkiye’de dindar/İslamî kesimde yaygın bir söylemdir, harf inkılabıyla bin yıllık tarihimizden, köklerimizden ve kültürel mirasımızdan koparıldığımız. Fakat bin yıllık kültürel mirasımıza ilginin de çok düşük seviyede kaldığı apaçık ortada. Söylemle eylem arasında bir samimiyetsizlik olduğunu söylersek mübalağa etmiş olmayız kanaatindeyim.
Merhum İsmail Dervişoğlu’ndan da bahsedelim biraz. Kimdir Dervişoğlu, nasıl tanıştınız?
İsmail Dervişoğlu hocamızla Pangaltı Lisesi’nde üç yıl birlikte çalıştık. Onu ilk defa orda tanıdım. İsmail Hocayla tanışmamıza vesile olan ise kıymetli şair-yazar dostumuz Ali Ayçil’dir. Benim için çok geç bir tanışma oldu diyebilirim. Onun teşviklerinin çok büyük etkisi oldu bu yola girmemde. Tanıştığımızda hastalığının ilk zamanlarıydı tabii. Şubat 2015’te rahmet-i Rahman’a kavuşana kadar da çok sıkı bir irtibatımız oldu. İsmail Dervişoğlu bu işlere çok büyük emekler vermiş bir araştırmacıydı. Çok titiz bir araştırmacıydı. Ondan birçok şey öğrendim. Yakın tarihle ilgili engin bir birikime sahipti. Beraber geçirdiğimiz zamanlarda bunun birçok örneğine şahitlik ettim, birçok arkadaşımız da şahitlik etmiştir. Yeri doldurulması çok güç olan insanlardan biridir İsmail Hoca. Birlikte iki çalışmamız yayınlandı fakat üç beş çalışmamız da akîm kaldı. Belki zaman içerisinde o çalışmaları yayınlamak fırsatı çıkar. Kendisini rahmetle anıyorum.
Allah rahmet eylesin efendim. Hüseyin Rahmi Yananlı merhum var bir de? Onunla nasıl tanıştınız?
Merhum Hüseyin Rahmi Yananlı ile şahsî bir tanışıklığım olmadı maalesef. Merhumu şahsen tanımayı çok isterdim fakat nasip olmadı. Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim isimli eserin çevirisini İsmail Bey’le birlikte hazırladık, Hüseyin Rahmi Yananlı da o eserin sadeleştirmesini yapmıştı yıllar evvel. Mustafa Kirenci’den çeviri ile sadeleştirmenin birlikte yayınlanmasının daha uygun olacağı teklifi sonucu o eser o şekilde yayınlandı.
Evet, hepinizi bir araya getiren Büyüyen Ay Yayınları ve arkasındaki Mustafa Kirenci Bey...
Büyüyenay Yayınları çok çalışkan bir genel yayın yönetmenine sahip. Mustafa Bey öncülük etmemiş olsa bu eserleri yayınlayacak kaç yayınevi çıkardı merak ediyorum. Mustafa Kirenci’nin, eserlerin son şeklini almasında büyük katkısı olmuştur her zaman. Birçok eserin onun tavsiyeleri ve düşünceleri neticesinde şekillendiğine bizzat şahit oldum. Ayrıca onun bizleri teşvik etmesi de bu işe devam etmemizde bizim için önemli bir motivasyon kaynağı oluyor.
Gelelim Süleyman Nazif’in Fuzûlî çalışmasına. Öncelikle Süleyman Nazif’i biz Mehmed Akif hakkında Akif’in sağlığında kaleme aldığı biyografik eserle tanıyoruz. Sonra Tercüman 1001 eserden çıkan Batarya ile Ateş adlı eserinden. Kimdir Süleyman Nazif?
Süleyman Nazif’in eserlerinden bazıları yeni yazıya aktarılmış. Malta Mektupları, Hz.İsa’ya Mektup, İki Dost, Mehmed Akif biyografisi gibi. Fuzûlî hakkında kaleme aldığı biyografinin daha evvel hiç çevrilmemiş olması bizi bu eseri hazırlama konusunda cesaretlendirdi. Bunda yine Mustafa Kirenci’nin talebinin söz konusunu olduğunu söylemem lazım. Süleyman Nazif’le ilgili konuşurken Mustafa Kirenci onun Fuzûlî eserini hazırlamak gerektiğinden bahsedince böylesi bir çalışmaya girişmiş olduk.
Süleyman Nazif vatan ve millet âşığı bir şair-yazar. Bir lisan ve üslup ustası. Bu hakikati döneminin tüm kalemleri teslim ediyor. Fakat buna rağmen bugünün gençlerinin ve okurlarının büyük oranda kayıtsız kaldığı bir büyük edip. Bu milleti millet kılan unsurlara karşı kayıtsız kalmayan bir yazar. Süleyman Nazif’in Fuzûlî’ye bakışı da bu yönde. Fuzûlî ve eserleri bu milleti millet yapan birer unsur onun gözünde. Büyük şair Fuzûlî’ye böyle bir bakışa daha önce Fuzûlî ile ilgili okuduğumuz eserlerde maalesef rastlayamıyoruz. Bu eseri günümüz okuyucusunun nazar-ı dikkatlerine sunarak hem Fuzûlî’ye hem de Süleyman Nazif’e vefa borcumuzu yerine getirmişsek ne mutlu bize.
Süleyman Nazif’in birçok eseri var günümüz Türkçesine aktarılmayı bekleyen. Bu kadar eser arasından Fuzûlî üzerine yoğunlaşmanızın sebebi nedir acaba?
Konusu bakımından en ilgi çekici olanı buydu belki. Fakat esas garipsenmesi gereken husus böylesi kıymetli ve derinlikli bir eserin bugüne kadar nasıl olup da çevrilmediğidir. Buradan şunu da anlamak mümkün ki kim bilir daha nice kıymetli eser kütüphanelerin tozlu raflarında keşfedilmeyi beklemektedir. Eğer kendimde o azmi ve çalışma gücünü bulabilirsem Süleyman Nazif’in diğer eserlerinin de neşredilmesi için gayret edeceğim.
Nasıl, yorucu oluyor mu böylesi çevrimyazı eser yayınlamak?
Elbette yorucu bir sürecin sonunda ortaya çıkıyor bu eserler, fakat üzerinde o kadar çalıştığınız, emek harcadığınız eserin yayınlandığını görmek en büyük mutluluk kaynağı oluyor. Her yeni eserde heyecanınız azalmak yerine bilakis artıyor.
Peki efendim, mutfakta neler var? Ne gibi eserler üzerine çalışıyorsunuz, şu aralar?
Üzerinde çalışmayı sürdürdüğüm çeşitli eserler mevcut. Kimisi tek başına hazırlamaya çalıştığım kimisi ise bu alanda çalışan diğer bazı araştırmacı arkadaşlarla birlikte çalıştığımız eserler. Tabii bir eserin hazırlanması süreci eserin ebadına göre değişiyor. Fakat basım süreci daha sancılı oluyor. Çevrimyazı olarak hazırlanan bir eserin kitaba dönüşmesi altı ayla iki sene arasında bir süreye yayılabiliyor. Ahmet Rasim’in bugüne kadar yayınlanmamış yazılarını, Süleyman Nazif’in uzun zaman önce yayınlanmış ve yayınlanmamış kimi eserlerini üzerinde çalışmayı sürdürdüğüm eserler arasında sayabilirim.
Peki geçtiğimiz aylarda yapılan Osmanlıca tartışmaları konusunda neler söylemek istersiniz? Nedir Türk milletinin Türkçeyle imtihanı?
Bir kere bu isimlendirmeler konusunu konuşmak gerek. Osmanlı zamanında Lisan-ı Osmanî de denmiştir Lisan-ı Türkî de. Şemseddin Sami’nin lügatinin adı Kamus-i Türkî değil mi? Türkçe demiş, niçin Osmanlıca dememiş, düşünen var mı? Cumhuriyet devrinde Osmanlıca şeklinde bir tabiri Ahmet Rasim’in 1926’da kullandığını gördüm yazılarından birinde. Bugün üniversitelerimizin bütün Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde bu dersin adı Osmanlı Türkçesi’dir. Yahut dilbilim kitaplarında da böyle isimlendirilir. Neticede asırlarca gelişerek, zenginleşerek ve yontularak mükemmel bir lisan, mükemmel bir Türkçe meydana gelmiş. Bugün bu Türkçe’yi Osmanlıca diyerek sanki yabancı bir milletin diliymiş gibi reddedenler var. Öncelikle bu konuda büyük bir cehalet hüküm sürüyor. Sadece alfabesi farklıdır, alfabesi farklı olan Türkçe’den bahsediyoruz.
Şunu da unutmamak gerek, bu toprakların Türkçesi bu alfabeyle doğmuş ve gelişmiştir. Burda bir üvey evlat varsa o da Latin harfleridir, kimse özbeöz Türk ve İslam olan harflerimizi üvey yerine koymaya çalışmasın. Harf inkılabı gerçekleştirilip peşinden dil devrimi denilerek Türkçe üzerinde büyük bir operasyon yapıldı, uydurma bir dil kurmaya çalıştılar ama bir yere kadar başarılı oldular. Menşei Kur’an olan, İslam olan kelimeleri tamamen tasfiye edemediler, edemezler zira milletin dilinde kökleşmiş kelimelerdi birçoğu.
Osmanlıca derslerinin liselere gerek seçmeli gerekse mecburi olarak konulmasını önemli bir gelişme olarak görüyorum. Kim ne kadar öğretecek, kim ne kadar öğrenecek, yeterli ve verimli olacak mı tartışmalarından öte gençler daha erken bir dönemde tanışmış olacaklar bu yazıyla, bu dille. Çok geç kalınmış bir adım tabii. Biliyorsunuz yıllarca Attila İlhan ve Zülfü Livaneli gibi isimler Osmanlıca’nın liselere ders olarak konulmasını savundular. Attila İlhan Kemalist, Zülfü Livaneli de solcu değil mi? Fakat şimdi Osmanlıca dersine karşı çıkanlar daha çok Kemalistler ve solcular oluyor. O kadar etki altındayız ki ister istemez Osmanlıca diyoruz hâlâ özbeöz Türkçemize. Asıl mesele bozulan algımızın, bakışımızın sıhhatli bir hale gelmesi, algılarımızın düzeltilmesidir.
Efendim bu güzel söyleşi için teşekkür ediyor, hayırlı çalışmalar diliyorum.
Ben de teşekkür ederim.
İsmail Demirel sordu