Esselamün Aleyküm!

Beyaz şeytanın gerçek sahiplerinden çaldığı, gasp ettiği, eski, köklü ve kadim olan ne varsa yok ettiği, eşyanın tabiatı ile beraber ismini de değiştirdiği Yeni Dünya’dan;

Ben Malcolm,

Aydınlanma çağının karanlık firavunlarının; toprağından, havasından, suyundan, dininden, dilinden, kültüründen; yani ruhundan kopardığı bir babanın oğluyum. Ecdadım geniş Afrika topraklarında eşyaya, nebatata ve hayvanata şefkatle ve her şeyin sahibine hürmet ve şükür ile yaklaşırken, aydınlanma çağının karanlığında büyümüş beyaz sırtlan sürüleri onu cebren ve hile ile zincire vurmuş, okyanuslar aşırarak modern zamanların zulüm piramitlerinde köleliğe mahkum eylemiştir. Beyaz şeytan hiçbir zaman ecdadımın sırtından kırbacını, karşısından da o meymenetsiz sırıtışını eksik etmemiş, adeta uşaklığın ruhumuzda yuva yapmasını istemiştir.

İşte böyle bir dünyaya gözlerimi açtım ben. Bütün siyahlar sanki beyaz efendilerinin pisliklerini temizlemek için vardı. Bize yeni dünyanın karanlık yüzü olma rolü veriliyordu. İşte ben de bu bataklığın içindeydim. Hiçbir aydınlık hiçbir ümit yok. Hasis kardeşler tarafından kuyuya atılmış Yusuf gibiydim. Ve ben onun gibi bir peygamber de değildim. Uzunca bir süre Yusuf’un, kuyunun, karanlığın ve aydınlığın Rabbi’nden habersiz boğuştum durdum kendi karanlığımda. Ta ki Yusuf’u yücelten, ruhundaki cevheri gün yüzüne çıkaran zindanlara düşene kadar.

Bunalan kararan ve bir çıkış arayan kalbime ilk ışık düşmüştü artık. Zindan bana medrese olmuştu. Okudum, okudum ve okudum. Doğunun ve Batı’nın bütün kelimelerini, bütün cümlelerini ve bütün kitaplarını okudum. Ve sonunda “kurtuluş sözcüğü”nü yani İslâm’ı buldum. Nihayet Afrikalı siyah insanların Rabbi’ne ulaştım.

İslâm zindanda ruhumu özgür bırakmıştı. Zindandan çıktıktan sonra bütün gücümle çalışmaya konferanslar ve sohbetler yapmaya başladım. İslâm’ı okuyup anladıkça ve yaşadıkça beyaz şeytana uşaklık yapan siyah kardeşlerimin olduğunu fark ettim. Nefislerine köle olmuş kardeşlerim, ruhumun özgürlüğünün önünde duruyordu.

Artık güneşin doğduğu toprakların ruhunu soluma zamanı gelmişti. Hac yolculuğum zihnimdeki bütün gölgeleri aydınlığa çıkardı. Bir beyazla yan yana oturdum, aynı sofrada yemek yedim ve omuz omuza namaz kıldım. Anladım ki siyah da beyaz da Allah’ındır ve can rengini Allahın boyası ile boyayanlar için ten renginin bir önemi yoktur. İslâm’ın ve Kuran’ın gerçek mesajını yeni dünyada ilan ederken büyük şeytanın korkusu gözlerinden okunuyordu ve bunu gizlemek için sinsi bir gülümseme takınıyordu suratına. Artık büyük şeytan adım adım beni takip ediyor taşıdığım mesajın kendi köle düzenini yerle bir edeceğini çok iyi biliyordu. İslâm davasının bütün erleri gibi benim için de şehadet şerbeti hazırlanıyordu. Bize düşen ölüm bize gelene kadar bütün gücümüzle cihad etmek ve o bize geldiğinde şehadet şerbetini kana kana içmekti. Ve öyle de oldu. Yorucu ve çileli bir hayatın sonunda konuşma kürsüsünde kurşunlarla şehid edilirken büyük şeytana “ESSELAMÜN ALEYKÜM” diyerek öyle bir tokat attım ki sesi eski dünyadan duyuldu.

Beyaz şeytanın, gerçek sahiplerinden çaldığı, gasp ettiği; eski, köklü ve kadim olan ne varsa yok ettiği, eşyanın tabiatı ile beraber ismini de değiştirdiği Yeni Dünya’dan Eski Dünya’ya; “ESSELAMÜN ALEYKÜM!!!”

Ben, kalemi tutan el, sözü söyleyen dil, kelimelerin ve kalplerin sahibine hamd eden fani; Güneşin ve medeniyetin doğup büyüdüğü topraklar; Harameyn’in hizmetkarı sultanların torunu, doğunun, batının, kuzeyin ve güneyin bütün şehirlerini İstanbul’da toplayan ve İstanbul’un kalbini de Harameyn’e bağlayan bir yolun yolcusu!

Büyük Doğu’nun üstündeki habis gölgeyi, çerağı çile olan bir kandille aydınlatan güneşin ışığına meftun bir pervane.

“Kudüs sevilmeden insanlığa girilmez!” diyerek çorak gönülleri yeşertmek için ömrünü feda eden bir yolcunun izlerinin yangını.

Solmuş güllere diriliş muştusunu yetiştirmek için bütün sürgünlerin süreği olan bir diriliş erinin mısralarıyla gönül bahçesini sulayan rençber.

Uzun yollara hüküm giymiş bir süvarinin matarasındaki tuzlu suyla tazelenen bir bahar.

Ey Malcolm! Nam-ı diğer Malik El Şahbaz!

Büyük beyaz şeytan hala büyük. Coğrafyamızda her gün yeni oyunlar, yeni tuzaklar kuruyor ve kırbacı medeniyetimizin, kültürümüzün sırtında hala şaklıyor. Ancak İslâm sancağı da düştüğü yerden kalkıyor. Artık o suratlarındaki uçarı sinsi gülüşlerinin yerini bir tedirginlik aldı firavunların. Foyası ortaya dökülen hokkabaz afallaması gözlerini kapladı. Ayasofya minarelerinden yükselen ezanlar, zalimlerin yüreğinde bir mazi korkusu tufanına yol açtı. Şimdi her şey bir rüzgâra bakıyor. Batı’nın tufanı koptu kopacak.

Ey Batı’nın En Yiğit Adamı!

Şehadetinden yarım asır sonra bile şehadet kürsüsünden verdiğin selama; Eski Dünya’dan, Anadolu’dan, İstanbul’dan ve İstanbul’un kardeşlerinden karşılık veriyoruz!

VE ALEYKÜM SELAM!!! 

Ali Sönmez