Türkiye Yazarlar Birliği Kayseri Şubesi ile Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin ortaklaşa düzenledikleri 2. Erciyes Yazarlar Zirvesi 21-22 Şubat tarihlerinde yapıldı.

Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı Oktay Durukan’ın bizzat ev sahipliği yaptığı programa, Türkiye Yazarlar Birliği’ni temsilen TYB Başkanı Prof. Dr. Hicabi Kırlangıç, TYB Onursal Başkanı D. Mehmet Doğan, TYB Başkanı başdanışmanı İbrahim Ulvi Yavuz, TYB Başkan Yardımcı Ferhat Koç, Genel Sekreter İbrahim Eryiğit ve Genel Muhasip A. Fatih Gökdağ katıldılar. Ayrıca TYB’nin on iki şubesinden Mahmut Bıyıklı, Bünyamin Yılmaz, Hüseyin Emin Öztürk, Cevat Akkanat, Mustafa Bâki Efe, Rüstem Budak, Mehmet Kurtoğlu, Melahat Ürkmez, M. Hanifi İspirli, Metin Zirek, İsmail Göktürk, Hasan Ejderha ve Kayserili yazarların katılımıyla gerçekleşen Zirve, “Romanlarda Anadolu” ve “Anadolu’da Roman” başlıklı iki oturumlu bir panelle gerçekleşti.

Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki’nin, Türkiye Yazarlar Birliği Genel Başkanı Prof. Dr. Hicabi Kırlangıç’ın ve Türkiye Yazarlar Birliği Kayseri Şube Başkanı Ahmet İlhan’ın açılış konuşmalarıyla başlayan programın “Romanlarda Anadolu” konulu ilk oturumunun başkanlığını Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eski Türk Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Atabey Kılıç yaptı.

Panelin ilk konuşmacısı “Romanımızda Anadolu Tarihi” başlıklı konuyla Sütçü İmam Üniversitesi Öğretim Üyesi İsmail Göktürk oldu.

Göktürk konuşmasını, “Tarihi gerçekliğin kurgulanması veya romanlaştırılmasının değeri ve “Anadolu’nun romanı yazıldı mı?”, başlıklarıyla sundu.

Çanakkale Savaşı’nı genç nesillere aktaracak şuur Akif’in şiiridir

Tarihi gerçekliğin kurgulanması konusunu anlatan Göktürk, “Tarih, toplumların başından geçen olayları zaman yer ve şahıs göstererek sebep sonuç ilişkilerine dayanan bir bilim dalıdır. Bu sebeple de belgelerle konuşur. Elbette ki soğuk ve sıkıcıdır ancak tarihten beklediğimiz fonksiyon bizim tarihsel misyonumuzu, milli kimliğimizi, atalarımızdan bize gelen bir takım değerler sistemimizi genç nesillere aktarmaktır. Bunu aktarmanın yolu bilimsel kitaplar değildir. Bunu bir tarihçi, sosyolog, psikolog titizliğiyle yazılmış tarih romanları aktaracaktır. Dolaysıyla tarihi malzemeyi terbiye etmek gerekir ve bu toplumsal terbiyeyi romancı yapacaktır. Cenab-ı Allah da Kur’an-ı Kerim’de, tarihteki geçmiş kavimlerin hayatlarından ibretler almamız için örnekler verir. Bunlardan “Allah’ın Günleri” olarak bahsedilir. Nitekim bizim geçmiş kültürümüzde mesnevi tarzı, gazavâtnâmeler, destanlar hep tarihi malzemenin bir öğretim metodu olarak kullanıldığı metinlerdir. Bunların bugünkü tarzı romandır.” dedi.

Tarihin bütün toplumlar için değerli olduğunu söyleyen Göktürk, “Biz tarihin çocuklarıyız. Batı’nın millet sisteminde fonksiyonel bir bütünleşme vardır; biz ise, değerler etrafında bütünleşiriz. Bu yüzden binlerce yıllık birikimin aktarılması gerekir. Bu yüzden tarihsel roman bizde değerlidir. Millî değerlere sahip olan insanların daha çok tarihsel romanlar okuduğunu görüyoruz. Demek ki gelecek nesillere bir kimlik ve ruh aktarmanın yöntemi olarak roman değerlidir. Nitekim Çanakkale Savaşı’nda kaç tane top kullanıldığını, kaç askerimizin savaştığını tarih tespit etmiştir. Fakat Çanakkale Savaşı’nı genç nesillere aktaracak şuur Akif’in şiiridir, Mehmet Niyazi’nin “Çanakkale Mahşeri” isimli romanıdır, bunların henüz yapılmamış filmidir.” diyerek sinemaların ve televizyon filmlerinin, değerlerin nesillere aktarımında önemli bir fonksiyona sahip olduğuna dikkat çekti.

“Bugünkü değerlerle geçmişi yargılamadan, geçmişin değerleriyle bugünü özdeşleştirmek gerekir” diyen İsmail Göktürk, bir romancının bir tarihçi kadar belgelere hâkim olmasının gerekliğinden bahsederken Kemal Tahir’in bir portre yazarken 3000 sayfalık notlar çıkardığını, İskender Pala’nın “Şahsultan” ve “Mihmandar” romanlarına birkaç sayfalık kaynakça eklediğini örnek verdi. Ayrıca kimi romancıların, “İkindi saatiydi, ezan okumak için imam balkona çıktı” diyecek kadar vakti, şerefeyi; halkının, milletinin, tarihsel değerlerini bilmediklerinden bahsederken Cemil Meriç’in tabiriyle, “entelijansiya” denilen bu tür aydın tipini aşmak gerektiğini beyan etti.

Tarihi romana tarih bilgisi gibi de bakmamak gerekir, diyen Göktürk, “Romancı, tarihsel bilgilerin arasındaki boşluğu kurguyla doldurur. Bunun en güzel örneklerinden bir tanesi Atsız’ın “Bozkurtlar”ıdır. Atsız, Göktürk Kitabeleri’nde geçen İlteriş Kağan’ın bir cümlelik isyan cümlesini alarak Kürşat diye bir kahramanı, kırk yiğidi, onların isyanlarını, ilişkilerini, duygularını romanlaştırmıştır. Başka bir bakış açıcı olsun diye verecek olursak, Doğu Perinçek’in Atsız’ın romanına karşı eleştirileri vardır. ‘Bunların hepsi hurafedir, uydurmadır!’ der. Hasbelkader bu romanı Doğu Pelinçek’in yazdığını varsaysak herhalde oradaki kahramanlar Çinliler olurdu; Kürşat da adi bir isyancı! Tarihi gerçekliğin kurgulanmasında yazarın kıymet hükümlerinin, değer yargılarının yansıması vardır.” diyerek Kemal Tahir ile Tarık Buğra’nın romanlarını da bu doğrultuda karşılaştırırken Buğra’nın değerler sistemini iyi bildiği vurgusunu yaptı.

Kültür Bakanlığı’nın Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun romanlarının filmleştirmesini beklediklerine de dikkat çeken İsmail Göktürk, Anadolu’nun romanının yazılmadığını söyleyerek değerlerimizin bilinmediğini, bir Şeyh Şamil’in, Maraş’ta bir Sütçü İmam’ın, Abdal Halilağa’nın henüz romanlaşmadığını belirtti. “Fatih devşirme miydi?” diye soran öğrencilerin, “Yesevi fakirleri” terimini dahi bilmeyen yüksek lisans öğrencilerinin varlığından bahsetti. Son zamanlarda piyasada sürüme yönelik tasavvuf üzerine yazılmış romanların olduğunu, değerlerimize yönelik yetkin eserler ortaya koymak için Anadolu sermayesinden bu konuya para aktarımı yapılmasının gerekliliğini vurgulayarak konuşmasını tamamladı.

Cumhuriyet dönemindeki romanlarda Anadolu insanı yobaz ve gerici farklı olumsuz özelliklerle donatılmış karakterlere sahiptir

2. Erciyes Yazarlar Zirvesi’nde, “Romanlarda Anadolu” konusunu çeşitli yönleriyle aydınlatmak, farklı görüşleri, farklı anlayışları ortaya koymak üzere söz verilen ikinci panelist, “Romanımızda Anadolu insanına Sosyolojik Bakış”alt başlığıyla edebiyatçı, Haberkültür İnternet Sitesi Genel Yayın Yönetmeni Mahmut Bıyıklı’ydı. Romana Anadolu insanının girdiği yerden başlayan Bıyıklı: “Türk romanına Anadolu insanı Nabizade Nazım’ın ‘Karabibik’ romanıyla giriyor. Edebiyat araştırmacılarının bazıları Ahmet Mithat Efendi’nin ‘Bir Gerçek Hikâyesi’nin ilk olduğunu söylüyor. Yine bazıları Nabizade Nazım’dan önce Mehmet Murat'ın ‘Turfanda mı Turfa mı?’ romanını da, Anadolu’nun girdiği roman olarak değerlendiriyor. Anadolu insanının ilk girdiği Nabizade Nazım’ın romanında hiç köye gitmeden ve köylüyü hiç tanımadan tasvirlere yer vermiş. Edebiyat eleştirmenleri bu durumu yerli yerince eleştirmişlerdir.” dedi.

Tanzimat’la birlikte Anadolu insanı romanda nasıl yer almamış, sorusuna cevap arayan Bıyıklı, “Batıcı aydın tipleri, yabancılaşmanın önünde giden insanlar, Anadolu insanını değil hayran oldukları, takip ettikleri Batılı yaşam tarzını ve Batılı kahramanları romanlarına almışlar. Mesela Halit Ziya’nın İstanbul’u anlattığı romanların hiçbirisinde ezan sesi, hiçbirisinde cami yoktur. ‘Cami şehir’ olan İstanbul’u anlatan bizim romancımız ezan sesini ve camiyi romanına almıyor. Cumhuriyet dönemine geldiğimizde Anadolu insanının en kanlı canlı olarak romana girdiğini görüyoruz. Ama Cumhuriyet döneminde de romana girmesi insana, ‘Keşke girmeseydi!’ dedirtiyor. Çünkü bu dönemde romana giren Anadolu insanı, bir atölye çalışması yapılıyorcasına, Osmanlı’dan sonraki devrin, insanların zihnine yaşayışlarına bakış açılarına yerleştirilmesi için, bir nevi güdümlü bir edebiyat tasviri ortaya koyuyor.” diyerek Cumhuriyet döneminde romanın geneline bakıldığında Anadolu insanının ya yobaz, ye gerici, ya da farklı olumsuz özelliklerle donatılmış karakterlere sahip olduğuna dikkat çekti.

Anadolu’nun romana neden geç girdiğinin istatikî verileri incelendiğinde, Cumhuriyet’in ilk döneminde yazı hayatına sahip olan çoğu edebiyatçı, yazar, aydının %79.5’i İstanbul’da, %7.1’i Anadolu’da doğmuştur. Servet-i Fünun döneminde ise İstanbul doğumluların oranı %73, Anadolu doğumluların oranı ise %11,7’dir. Cumhuriyet’ten, yani 1923’ten sonra ise bu oranlarda büyük bir değişim ortaya çıkmış, İstanbul doğumluların oranı %29, Anadolu doğumluların oranı ise %67 olmuştur” açıklamasını yapan Mahmut Bıyıklı sözlerine, “Anadolu doğumlu yazarların artmasıyla birlikte, Anadolu insanının hayatı da romanlarımıza girmeye başlamıştır. Batıcı, tırnak içinde söylemek gerekirse, Kemalist aydınların romanlarında Anadolu insanı, yeni düzene, yeni sisteme 23 sonrasını 23 devrini bilene entegre edilebilmek için, bir anlamda laboratuar çalışması yapılırcasına o insanlar kötülenerek, Batıcı hayat anlayışının idealize edildiği tipler kahramanlaştırılıyor. Somut örnekler vermek gerekirse, Yakup Kadri’nin ‘Yaban’ romanı bunun en güzel örneğidir. Yazar bu romanında, Anadolu inanan insanlarını o kadar aşağılar ki, onların geri kalmalarının tek sebebinin dini hayata sahip olmalarının, kök değerlerine sahip olmaya çalışmaları olarak görür. Şu cümle ibretlik bir cümledir. Yakup Kadri romanının kahramanı Ahmet Cemal’e sordurur. ‘Siz niçin Mustafa Kemal’den yana değilsiniz? Siz Türk değil misiniz?’ Cevap ise, “Biz İslam’uz efendum,’ der, ‘Türk değiliz!’ Ahmet Cemal aydın ve köylünün birbiriyle asla anlayamayacağını, barışamayacağını aydın ve köylünün zeytinyağı ve su gibi olduğunu sık sık ifade eder. Yakup Kadri ‘Yaban’ romanında Anadolu’nun geri kalmışlığından söz ederken, ‘Bunun sebebi, Türk aydını gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvanî duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru gök’ün arasında bir yabanî ot gibi bitti. Simdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabiî ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir hâlde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserin!’” diyerek devam etti.

Romanların görsel sanatlara uyarlandığına da dikkat çeken Bıyıklı, “Reşat Nuri’nin romanlarından yola çıkarak yapılan filmlerde Anadolu inanan insanları yobaz, kovulan, horlanan, dışlanan insanlar olarak gösterilir. Reşat Nuri Güntekin’in ‘Yeşil Gece’ romanı, bir proje romanıdır. Bu romanın yazılması sistemin kurucusu Mustafa Kemal tarafından istenmiştir. Romanda, direktifler doğrultusunda Anadolu insanına ilkel inkılâpların zihinlerine yerleştirmesine dair bir propaganda vardır. Roman, sanat edebiyat şiir propagandayı kaldırmaz. Aynı şey şiirde de böyledir. Örnek verecek olursak Abdurrrahim Karakoç’un sanat değeri olan şiirleri kalmıştır. Ancak 70’li yıllarda yoğun bir şekilde işlediği ideolojik şiirlerinden hiç birisi kalmamıştır. Fakat Türkçe var oldukça ‘Mihriban’ şiiri ebediyete kadar kalacaktır. Çünkü sanat öncellenmiştir.” dedi.

“Anadolu insanının Kemalist-Batıcı aydınlarda bu şekildeyken İslamcı ve milliyetçi aydınlarda farklılaşmıştır,” tespitinde bulunan Bıyıklı, “Milliyetçi aydınlarda Anadolu insanı vatanına sahip çıkan bu uğurda kanını dökmekten çekinmeyen, şehadeti şeref sayan bir kahraman olarak tasvir edilmiştir. İslami dünya görüşüne sahip yazarlarda ise Anadolu insanı gayet mübarek, dini hayata duyarlı, helal ve haramı gözeten ve Batı’ya karşı duran insanlar olarak tasvir edilmiştir. Objektif bakacak olursan, Anadolu insanı ne Kemalist-Batıcı aydınların tasvir ettiği gibi, ne hepsi yobaz, gerici, bağnaz, ne de Milliyetçi aydınların tasvir ettiği gibi, vatansever, vatan için şehit olmaya razı ya da İslamcı yazarların tasvir ettiği gibi mübarektir” diyerek, 40’lı yıllardan sonra köy enstitülü yazarların ortaya çıkışı ile Anadolu insanının romana daha çok girdiğine, Anadolu insanının yakın dönemde Mustafa Kutlu ile en naif, en duru, en doğal bir şekilde işlendiğine ve Tarık Buğra’nın romanlarındaki okuyan üreten düşünen insanlara dikkat çekti.

Mahmut Bıyıklı sözlerine İsmet Özel’in, “İnsan hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır” sözüyle tamamlarken, sıkça tarif edilen yeni Türkiye’nin yeni insanının, Anadolu insanını belli bir yere kanalize etmeden romanlaştırması temennisinde bulundu.

Roman, içinde geçen mekânda hayat bulur

“Romanlarda Anadolu” başlıklı panelin ilk oturumunun son konuşmacısı “Romanımızda Anadolu Coğrafyası” konusunu yazar Cevat Akkanat sundu.

Sözlerine romanda mekân olgusunun önemi, işlevi ve karakterlerin anlatımı sürecinde eda ettiği fonksiyondan bahsetmekle başlayan Akkanat, eserlerde mekân ve zamanın kullanılması mevzuunda şu düşüncelere yer verdi:

“Roman ve diğer anlatmaya bağlı metinlerde bazı temel unsurlar vardır. Olay, yer ve zaman bu temel unsurlarıdır. Biz, romanımızda Anadolu coğrafyasını anlatacağımıza göre, mekân üzerinde giriş bölümünde biraz durmak zorundayız. Yer, romanda anlatılan temel unsurlardan birisidir. Nihâyetinde romanda anlatılan olaylar bir yerde geçmeli veya karakterler bir yerde yaşamalıdırlar. Şahısların içinde bulundukları çevre, çevreyi algılayış biçimleri, karakterleri, mekân ile yansıtılabilir. Mekân, farklı boyutlarda ele alınabilir. Genellikle biz edebiyatçılar mekân deyince iki mekân üzerinde duruyoruz: ‘açık mekân ve kapalı mekân’ veya ‘geniş mekân ve dar mekân’. Açık mekân veya geniş mekândan kastımız; ülke, deniz, dağ, şehir, gibi gökkubbenin altındaki mekânlar. Kapalı mekânlar ise, şu anda içinde bulunduğumuz salon gibi, ev, hastane, oda gibi dört tarafı duvarla çevrili mekânlardır. Roman, içinde geçen mekânda hayat bulur. Mekân gerçek olabileceği gibi, gerçekdışı bir kurmaca da olabilir.”

Romanda mekan kurgusunun romanın akıcılığı ve karakterlerin olabildiğince gerçeğe yakın anlatılması hatta onların ruh hallerinin ve karakterlerinin yansıtılması açısından önemini konuşmasının geniş bir bölümünde açıklayan Cevat Akkanat, “Mekanın yaşadığımız dünyada elle tutulup gözle görülebilen somut bir yer olabileceği gibi hayali, ütopik, astrofizik, metafizik, duygusal da olabilir. Biz, bir romanı incelediğimizde mekânı bu bağlamlar içinde de ele almak zorundayız. Peki, mekân, muayyen, ütopik, fantastik, gerçek şekilleriyle ne işe yarar? Mekânın amacı, romanın cereyân ettiği çevreyi anlatmaktır. Roman kahramanlarını çizmek, onları belirlemek, baskın veya silik oluşlarını gündeme almak, toplumu yansıtmak, atmosfer yaratmaktır,” dedi.

Romanda olmazsa olmaz bir unsur olmanın dışında mekânın bazı roman türlerinde bahsedilmesi ve ismiyle geçmesi gereken bir zorunluluk olmadığını ifade eden Akkanat, “Örneğin, ruhsal ve polisiye romanlarda mekân önemlidir. Ama meselâ bir aşk romanında mekânın, romanın derinliğiyle o kadar ilgisi olmayabilir.” diyerek konuyu açıklık getirdi.

Okurun bir romanda özellikle aradığını ve beğenisini etkileyen en önemli faktör olarak kabul edebileceğimiz akıcılık olgusuna da mekân anlatımının etki edebileceğini ifade eden Akkanat, “Yine mekân, romandaki aksiyonun ilerlemesinde etkili olur. Örneğin, mekân değişikliğiyle durağanlık önlenebilir. Kahraman bir yerden bir yere gidince, romandaki akıcılık ve âhenk daha farklı bir boyuta dönüşebilir.” beyanında bulundu.

Sunumunun diğer bölümünü romanın Batı Edebiyatı’ndan Türk Edebiyatı’na giriş süreci ve daha sonrasında Tanzimat dönemi, Cumhuriyet dönemi ve yakın tarih evrelerinde gelişimini izah etmekle devam ettiren Akkanat, “Anadolu coğrafyası ilk kez Türk romanında ne zaman yer aldı? Eski halk hikâyelerini, mesnevîleri bir tarafa bırakacak olursak, roman Batı kaynaklı bir tür. Tanzimat döneminde Batı’dan almışız, o yıllarda bir acemilik döneminden sonra romana Anadolu da girsin mi girmesin mi tartışmaları olmuş. İlk romanlarda mekân genel olarak İstanbul. Ahmet Mithat Efendi İstanbul’un dışına taşmak istiyor ama İstanbul’un çok yakın çevreleri, kenar mahalleleri gibi alanları seçiyor. ‘Kır hasreti veya köy hasreti’ diyor Orhan Okay, Ahmet Mithat Efendi’nin bu İstanbul’un kenarına köşesine yönelik yazdığı eserlere. Köye, Anadolu’ya yönelik ilk roman öncülüğü gibi görülse de, bu pastoral sevgiden başka bir şey değil Ahmet Mithat Efendi’de. 1890’da yazılan, Nâbîzâde Nâzım’ın kaleme aldığı ‘Karabibik’ romanı, Anadolu’yu anlatan ilk eser olarak takdim ediliyor. Fakat buna herkes katılmıyor. Meselâ Câhit Kavcar, ‘Bir Gerçek Hikâye’ ve ‘Bahtiyarlık’ adlı eserleri, 1876’da ve 1885’de yazılan bu eserleri ön plana çıkarıyor, Orhan Okay tarafından da ‘Bahtiyarlık’ olarak görülüyor. Yalnız bunlar hikâyedir, roman değildir bunu da belirtelim. Demek ki, Câhit Kavcar ve Orhan Okay, Nâbîzâde’den daha önceki isimleri anıyorlar. Kayahan Özgül Hoca, bunun biraz daha öncesini alarak, ya da farklı bir roman boyutunu ele alarak, 1889 Ömer Ali Bey’in ‘Türkmen Kızı’ eserini, ilk Anadolu romanı olarak adlandırıyor.” sözlerine yer verdi.

İlk roman örneklerinde görülmeye başlayan Anadolu ve köy temasının üzerine yazılan eserlerin ve yazarlarının hakkında genişçe bilgi veren konuşmacı, romanımızda önemli bir yer tutan “Karabibik”, “Bahtiyarlık”, “Turfanda mı yoksa Turfa mı?”, “Küçük Paşa”, “Bir Gerçek Hikâye” gibi eserlerin içeriği ve konu edindiği Anadolu hayatı ve köy şartları hakkında etraflıca ayrıntı sundu.

Ayrıca yakın tarihimizde Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu ve daha sonra da Nurettin Topçu’nun başlattığı Anadolucu hareketine değinen Akkanat, konuşmasının genel beyanında ilk roman örneklerinden başlayarak günümüze kadar devam eden Türk Edebiyatı’nın roman serüvenini yıllara ve dönemlere bağlayarak izah etti.

İstifade ettiğim ve roman türüyle de ilgilenen bir şair-yazar olmam hasebiyle ayrıca dikkat ettiğim bu paneli, özelikle edebiyat tarihimizde roman türünden eserler vermiş ve romanı aziz gayretleriyle Türk Edebiyatı’na mâl etmiş üstadlarımıza ve unutulmaz kalem erbablarına bir yâd-ı cemîl olarak görüyor ve konuşmacılara takdirlerimi sunuyorum.

 

Sergül Vural yazdı