İnsan ruhunun meyli hep uzaklaradır. Ya vatanına hasret duyar ya sevdiklerine ya da huzur bulacağına inandığı yerlere kavuşmak arzusundadır. Şöyle bir insanlık tarihine baktığımızda Hz. Adem’in cennetten dünyaya hicretiyle başlayan bu süreç, yer ve kişilerin değişmesiyle birlikte halen yolculuğuna devam ediyor. Gelişemediğimiz yerden gürbüzleşeceğimize inandığımız başka diyarlara hicret etmek peygamber sünnetidir. Hicret denilince aklımıza ilk gelen kavram elbette ki muhacir ve ensardır. Muhacir Sancılar adlı kitabı ilk gördüğümde ilgimi çeken ismi olmuştu. Evet hicret sancılı bir süreçti ve yazar Şener İşleyen’in Efendimiz (sav) ve ashabının Mekke’den Yesrib’e uzanan yolculuğunda çekilen sancılara atıfta bulunduğuna emindim. Dünyada emsali görülmemiş bir kardeşlik sergileyen ensar efendilerimizin şefkatli ve cömert kucaklarını muhacir kardeşlerine açmaları, vatanlarını terk etmek zorunda kalan Ashab-ı Kiram’ın (r. Anhum) hüznüne mâni olamamıştı. Hz. Ebubekir ve birçok sahabe Medine’nin havasına alışamamış ve hastalanmışlardı. Hz. Bilal-i Habeşi’nin gözleri dolu dolu Mekke taraflarına bakarak okuduğu şiiri duyan Allah Resulü (sav) ellerini açarak “Ya Rabbi! Bize Mekke’yi sevdirdiğin gibi Medine’yi de sevdir” diye dua etmişti.
Şener İşleyen Konyalı bir yazarımız. Aynı zamanda çok iyi bir şair. Şairlerin yazdığı öykülerin şiir tadında olduğu muhakkaktır -ki zaten “Muhacir Sancılar” öykü kitabının editörlüğünü yapan ve arka kapak yazısı yazan şair/ yazar Mustafa Uçurum’un öykülerinden de bu tadı biliyoruz.
Şener İşleyen’in yazdığı yazıların temelinde ilahi aşk ve peygamber sevgisi yer alıyor ve bunun bereketi de eserlerine yansıyor. Zira İşleyen, ardında bir eser bırakma derdinde olan, bilincini kuşanmış bir yazar. Ümmet coğrafyalarında yaşanan ıstırapları insanlığa duyurmak ve harekete geçirmek niyetiyle eline aldığı kalemini yüreklerimize dokunduruyor…
Romanlardan hikâyeye
Aynı zamanda usta bir romancı olan Şener İşleyen ’in Pirahen, Rammah ve Buğlem adlı romanları uzun araştırmalar sonucu ortaya çıkan ve gönül diliyle yazılmış sıra dışı eserler. Zira Yusuf (as) ile Züleyha’yı anlatan Pirahen, bu konuda yazılmış eserlerden çok farklı bir şekilde ele alınmış. Ve yine Rammah romanında konu olarak birçok sahabe efendimizin içinden Hz. Vahşi’yi tercih etmesi yazar İşleyen ‘in farklı bir tarzının olduğunu ortaya koyuyor ve aynı zamanda “Vahşi nefsimizle biz ne Hamzalar öldürüyoruz” diyerek okuyucusunu düşünceye sevk ediyor. Yazarımızın ilk öykü kitabı olan ve on altı öyküden oluşan Muhacir Sancılar, adından anlaşılacağı gibi göçmen kuşlar misali yurtlarından ayrı kalmanın sızısını çeken insanların hikâyelerinden oluşuyor.
Bizler; “Vatanım vatanım benim güzel vatanım
Kardeşler buyursunlar ben her daim ensarım”
“Türküm, Kürdüm, Arabım, Gürcü, Çerkez, Boşnak’ım
Zulme düşman olmuşum, müminlerdir gardaşım” diyen
bir medeniyetin evlatlarıyız.
Yaşadığımız cennet vatanımız bulunduğumuz coğrafyada her zaman ensar yurdu olmuş ve zor durumda kalan ve bu münbit topraklara göç eden Müslümanlara bir ana gibi kucağını açmıştır. Balkanlar’dan gerek soykırım gerekse yıldırma politikaları sonucu topraklarımıza göç eden muhacirler, özellikle batı bölgelerimize yerleşmiş ve çok da güzel uyum sağlamışlardır. Onları beyaz tenleri ve renkli gözlerinden hemen tanır ve “Muhacir misiniz?” sorusunu sormadan geçemeyiz.
Göçmen yürekler, göç eden acılar
Kitabımızın ilk öyküsü “Göçmen Sızılar” banka kuyruğunda tanışan ve muhabbet eden Bulgar göçmeni Sülbiye Teyze ile Boşnak kızı Suzan arasında geçen diyalogdan oluşuyor. Öyküyü okuduğumuzda her ne kadar ensar yüreğimizi ve yurdumuzu bu nahif insanlara açsak da onların iç dünyalarında yaşadıkları sızıları es geçtiğimizi görüyoruz.
“Göçmen olmak ne büyük sızıdır bilir misin sen? Dışardan belli olmaz, deşer durur bedenini, kalbini, ruhunu. Meali vatansızlıktır bunun… Oralarda İslâmcı derler, Türkçü derler hor görürler, burada Bulgarcı derler, dışlarlar.”
Sırp mezaliminden kaçarak ülkemize sığınan Türkler’den olan Suzan’ın deyimiyle, “iki milletin bir zamanlar birbirlerine gösterdikleri engin hoşgörüyle yaşadıkları barış kokan o topraklara ifsat tohumlarını atan ve bu kardeşliğe kara bir leke süren bambaşka güçlerdi.” Ve bu güçler, Ebu Cehil gibi kıtalar dolanıyor ve masum kanı dökmekten, insanları sömürüp yurtlarından etmekten zerre haya etmiyorlar.
Kitabımızın ikinci öyküsü “Nehir ve Ebabil” de Hac yolunda kâinat kitabını tefekkür ederek yol alan Hayati’nin, okuduğu Süleyman kıssasından etkilenerek düşlere dalması, Ebabil isimli kuş ile bozkırlara, çöllere hicret edip oralarda suya hasret kalanların arasında kıymetlenmek isteyen nehirin arasında geçen konuşmalara ve hadiselere tanık oluyoruz. Nehirin bu yolculukta kendisine rehberlik etmesini istediği ebabil kuşu, ona yolun meşakkatinden ve buna sabretmenin zor olacağından bahsediyor. Nitekim de öyle oluyor. Nehir yolda birçok imtihanlardan geçiyor ve özüne dönmesi çok da kolay olmuyor. Yazarımız bu öyküsünde bir amaç için yola çıkacaklara çok önemli mesajlar vermiş ve bir yol haritası çizmiş. Sağlam bir niyet almak ve yol boyunca bu niyeti hep hatırında tutmak, hatalardan pişmanlık duymak, istikamet, samimiyet, tefekkür ve daha nice kıymetli azıklarla yola düştüğümüzde özümüzü bulacağımız ve menzile ulaşabileceğimiz çok güzel bir dille anlatılmış. Ben üzerime düşeni aldım ve kalbime not bıraktım doğrusu.
“Sahip olduklarınla kanaat etmeyi bil, yoksa çoğun tuzağında kaybolur azın. Kibirle akarsan, yol azığın yetmez sana aç kalırsın. Sevinçle, edeple ve tefekkürle ak! Sevgilinin hayaliyle, kâh koşarak kâh hüzün makamında…
Davanın dışındaki her şeyden arınacaksın, safi duygular besleyeceksin artık. Eğer berrak bir öze kavuşursan, her nefesin diri olur”
Endülüs… Şimdi ancak rüyalarını görmekle yetindiğimiz yitik sevdamız. Sekiz asırlık muazzam bir medeniyetin elimizden ve sonrasında yüreğimizden kayıp kayboluşuna şahitlik ediyoruz ve vefasızlığımız karşısında başımızı öne eğiyoruz.
“Flamenko” başlığını gördüğümde bizi nasıl bir öykünün karşılayacağını ilk başta kestirememiştim. Grup halinde İspanya turuna çıkan genç bir topluluğun üyesi Fatma’nın gördüğü bir rüya üzerine Endülüs’ü ziyareti tarihi bir sahne içerisinde biz okuyuculara sunuluyor. Asırlar sonra Flamenko dansının ritmi kulağında, Ebu Abdullah’ın sözleriyle bir sarsılış yaşıyor kahramanımız.
“Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi. Neler çekiyorlar. Ya Rabbi ne kaderdir bu. Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu? Alçalışın örtüsü kalın bir perde gibi sarmış dört bir yanlarını. Başsız, şaşkın, olup bitene hayretle gözleri büyümüş, bakışları korkulu. Sen de şahit olsaydın benim gibi onların yurtlarından koparılıp satılışlarına pazarlarda ey insanoğlu. O hıçkırıklar senin de aklını komazdı yerinde benim gibi.”
Dertlenmek için yaşanan zulümlere gözümüzle mi şahit olmalıydık, duyduklarımız yetmiyor muydu?
Bu şahitliği yaşayan ve bu zulümlere danslarıyla tepki veren ağıtlar yakan çingeneler kadar olamayışımız ve koskoca bir coğrafyayı kaderine terk edişimizin hüznü ve sancısı, çaresizce sarıyor bizi.
Kitabımızın en etkili bölümlerinden biri de “Naz Makamı”. Yazarımız Hac ibadetinden “Hac… İnsanoğlunun tâ Adem’den bu yana Allah’a seferi ve hicreti.” diye bahsediyor. Kulun Rabbi’ne tüm masivadan sıyrılarak nazlanacağı, halini arz edeceği, mağfiret dileyeceği arınma yurdu olan mübarek topraklara bir muhacir ruhuyla hicret edilmesi gerektiğini ne de güzel anlatılmış.
Hicret Allah’a ve Resulü’ne olduğu takdirde bir gidiş değil, bilakis bir dönüş olur. Özüne, ruhuna ve gerçek kimliğine. Elbette bazen kimliğinden uzaklaşanlar da olabiliyor. Hengâme adlı öyküdeki Etiyopyalı Cabir gibi. Ama yüreğinde iman pırıltısı olan bir gün muhakkak özüne dönüyor, yeter ki samimi bir ensar eli uzansın ve yüreğinden tutsun.
Kitabımızın tam da zamanımız Müslümanlarının hali pür melalini anlatan öyküsü “Umarsızca”yı okurken halimizden utanmadım değil. Sıcacık evlerimizde, çayımızı kahvemizi yudumlarken İslâm coğrafyasında yaşanan zulümleri, savaşlarda yıkılan evleri, şehitleri, yetim kalan masum çocukları ekranlarda bile görmeye tahammül edemeyip kanal değiştirmemiz ve sadece kınamaktan öteye gitmeyen tepkilerimiz acaba mahşer günü nasıl bir karşılık bulacak.
“Kınadım! Parmaklarım arasındaki derin derin içime çektiğim Amerikan sigarasının üflediğim dumanı ekranı boyarken griye, kanalı değiştirdim hemen… Çıkan pop müzik parçası dışarda okunan ezanı bastırırken umarsızca kınadım, onlara bunları yapanları.”
İşte bu satırları okurken “Turuncu Kafes”adlı öyküde Leyla’nın yıllar sonra öldü bildiği kocası Muktel’i karşısında gördüğünde “Neredeydin bunca zamandır?” diyerek göğsüne attığı yumrukların yıllarca zindanlarda işkence gören masum Muktel’in değil de o sorunun gerçek muhatabı olan bizlerin yüreğinde ince bir sızıya dönüştüğünü hissediyordum.
Kız çocuklarının kahramanı babalar, evladının başına bir sıkıntı geldiğinde göbek çukuru sızlayan analar, Müslüman mahallesine salyangoz satan din(i)darlar ve bir de “Allah’ı önce kendi kalbinde sonra iyi insanların kalbinde bulan” Adem’in elmas’ını buluyoruz bu kitapta.
“Muhacir Sancılar” kitabında yazarımızın yaşadığı duygu fırtınalarına ve hassasiyetlerine her bir satırda şahitlik ettik. Anladık ki coğrafya kaderdir ve alnımıza yazılan muhacir sancılarını, ensar yüreğimize bir emanet kabul edersek azaltabiliriz…
Muhacir Sancılar – Şener İşleyen – Az Kitap Yayınları