Hac veya Umre vazifesini yapıp da Endonezyalı Müslümanlardan övgüyle bahsetmeyen yoktur. Gerçi o yörenin halklarını fiziki olarak birbirinden ayırmak, hele de bir Türk için çok zordur. Dolayısıyla ister Malezyalı olsun ister bu coğrafyanın diğer ülkelerinden, hepsinin görünüş, davranış ve ahlakı birbirine benzer. İbni Haldun’un coğrafyanın, ahlak ve kişilik üzerinde etkisiyle alakalı söylediklerini burada yeniden hatırlamakta fayda var. Zira bu coğrafyanın insanları, dinleri ne olursa olsun, karakter özellikleri birbirine yakındır. Bu da coğrafya ve ortak kültürle açıklanabilecek bir durum olsa gerek. Hal ve hareketlerindeki sükûnet ve nezaket, onların öne çıkan en bariz özellikleridir. Elbette her kural gibi bunun da istisnası olsa da itibarın nadire değil de ekseriyete olduğu fehvasını göz önüne alarak bu tespiti yapıyoruz.

Yaklaşık 5-6 asır önce davetçiler ve Müslüman tüccarlar vasıtasıyla İslâm’la tanışarak hidayete eren bu coğrafyanın geçmişinde yüzyıllar boyu Budist, Hindu ve Putperest olarak yaşamış bir halk var. Bu coğrafyanın bazı kesimlerinin İslâm’la tanışmaları İslâm’ın ilk asrına kadar geriye götürülebilse de toplu İslâm’a geçişler, yaklaşık 14. ve 15. yüzyıllarda gerçekleşmiş. Böyle bir geçmişe rağmen neredeyse toptan hidayet yolunu seçmeleri, onları diğer Müslüman milletlerden ayıran en bariz vasıfları olsa gerek.

Onların bu güzel ahlakları, bana Peygamber Efendimizin yumuşak huyluluk anlamına gelen rıfk hadisini hatırlatıyor. “Bir iş rıfk ile yapılırsa rıfk mutlaka o işi güzelleştirir.” (Müsned, VI, 58, 112; Müslim, “Birr”, 78; Ebu Davud, “Cihad”, 1) Hadiste zikredilen rıfk kelimesi terim olarak “iyi huyluluk, uyumlu, geçimli ve nazik olma, yumuşak davranma” manalarına gelir. Bir işin güzellik ve çirkinliğini rıfk şartına bağlamış Peygamber Efendimiz. Bu tespitleriyle aynı zamanda güzel ahlakın, güzel insan ve kâmil bir mümin olmanın da olmazsa olmaz şartının bu olduğunu haber veriyor. Demek ki bizlerin de Endonezyalı kardeşlerimizden öğreneceğimiz nebevî hikmete ait, ab-ı hayat değerinde erdemler var. Yaşadığımız hayatta sert tabiatlı insanlarla yumuşak huylu insanları karşılaştırdığımızda, arkadaş ve dost olarak kimi seçeceğimiz bu hikmetin açık bir göstergesidir.

Barış ve davet yoluyla İslâm’ı seçenler, bugün İslâm coğrafyasının belki de neredeyse yarısını oluşturmaktadır. Batı Afrika, Asya ve Güney Asya’nın çoğu, Balkanlar ve bugün yavaş yavaş İslâm’ın her geçen gün güçlendiği Avrupa ve Amerika, savaşın değil barışın meyvelerini devşirmektedir. Avrupa’ya son yıllarda İslâm coğrafyalarından gerçekleşen mülteci akını, daha önce işçi göçüyle gelmiş olanlarla birlikte yaşanan tüm olumsuzluklara, çile ve dramlara rağmen birçok güzel gelişmeye de gebedir.

Hadis-i şerifte çölde susuz kalmış bir köpeğe merhamet edip suladığı için affedilen insan örneği, özellikle de Avrupa insanı bağlamında, bize yol göstermelidir. (Buhârî, Enbiya 54; Müslim, Selam 155) Binlerce insan bu kalabalıklar içinde çölde susuz kalmış bir köpekten daha fazla hakikat ve merhamete susamış, çaresizlik içinde bir yudum su verecek birini beklemektedir. İslâm/hidayet pınarından sunacağınız bir yudum ab-ı hayat hepsine yeniden hayat bahşedebilecektir.

İslâm hakkında medya üzerinden oluşturulan tüm algı operasyonlarına rağmen her gün onlarca insan, İslâm olan fıtratlarına avdet etmektedir. Birileri bundan son derece rahatsız olsa da demografik gelişmeler, geleceğin İslâm ve insanlık adına daha güzel günleri beklediğini muştulamaktadır. Diasporadaki Müslümanlar, bu durumu zamanı ve mekânı gerektiği gibi kuşanarak fırsata dönüştürebilirler. Bu hem kendi salah ve felahımız için hem de susamış binlerce insan için ânın vacibi değil midir?

Mâlâyânî, boş tartışma ve heveslerden vazgeçerek hep beraber Allah’ın ipine sarılabilsek, bu yolda üzerimize düşen sorumlulukları bihakkın yerine getirebilsek daha güzel olmaz mı? Bunu eğer bu topraklara bir şekilde göçmüş ve geçmişi İslâm olanlar beceremezse, bu bayrağı mühtedi Müslümanların dalgalandıracağından hiç şüpheniz olmasın. Bu alanda üzerlerine düşeni aktif olarak yapmaya çalışan birçok mühtedi kardeşlerimiz var. Bunlar Avrupa’nın her bölgesinde organize bir şekilde, özellikle de İslâm’a davet ve İslâm’ı seçmiş kardeşlerimizin ihtiyaçlarını giderme konusunda örnek çalışmalar yapıyorlar. Öyleyse damdan düşenin halinden yine damdan düşmüş olan anlar.

Bu anlamda Batı’da davet sancağının öncü temsilcilerden biri de Yusuf İslâm’la birlikte pek çok projeyi hayata geçirmiş olan Abdulhakim Murat (T.J. Winter)’tır. Batı’da İslâm adına yapılması gerekenlerin ne olduğu başta olmak üzere İslâm’ın tarih boyunca nasıl yayıldığı konusunu da ele aldığı kitabında, ihtidanın birçok İslâm coğrafyasında -velev ki oralara fetih yoluyla girilmiş olsun- davet ve ikili ilişkiler sonucunda vuku bulduğunu söylüyor. İhtidaların genellikle iki önemli sosyal grubun gayretleri neticesinde gerçekleştiğinin altını çiziyor. Bunlardan birincisi seyyar Müslüman tüccarlar. İkincisi de daveti kendilerine şiar edinmiş sufiler.

Endonezya başta olmak üzere Hindistan’dan Keşmir’e, Balkanlardan Bosna’ya ve Batı Afrika’nın en ücra köşelerine kadar İslâm davetinin hep bu sufi ve seyyar tacirler eliyle ulaştığını söylüyor. “Post-modern Dünyada Kıbleyi Bulmak” adıyla dilimize kazandırılan kitabı, sadece bu konular hakkında değil, modernite ile birlikte Müslüman zihinleri bulandıran pek çok konuya da bütüncül bir perspektifle açıklık getirmeye çalışıyor. Kadın konusundan mezheplere kadar ümmetin birçok idrak bunalımı yaşadığı yaraya, “ümmeten vasatan” düstur ve bilgeliğiyle parmak basıyor.

Ne güzel ve aynı zamanda ne garip, İslâm coğrafyalarına belki de en çok zulmetmiş bir topluluğun içerisinden, davetin beşiği olan topraklarda bile mumla aradığımız bir olgunlukla yaklaşabilen, Müslümanlara zor zamanda kendi değer ve kimliklerini yeniden hatırlatan, bilge kral Aliya İzzetbegovic kıvamında bir haykırış. Rabbim bizleri de bu sese kulak veren ve destekleyenlerden kılsın! 

Kılıçla fetihten ziyade gönül fethiyle hidayet yolunu seçmiş milletlerin, İslâm’la olan ilişkileri sanki daha otantik ve sağlıklı olabiliyor. “The Preaching of Islam” adlı kitabın yazarı Thomas Arnold’un tespitlerinden birisi de tarihçilerin, İslâm’a geçen Hristiyanlardan hiç kimsenin zorla değil, gönüllü olarak bunu tercih etmiş oldukları hakikatidir. Dolayısıyla ona göre hiçbir Hristiyan’ın zorla İslâmlaştırılmadığı, adeta tüm tarihçilerin ittifak ettikleri bir konudur.

Bu bağlamda İslâm fetihlerinin farklı bir yorumu için, meşhur mühtedilerden felsefeci Roger Garaudy’nin “İslâm Medeniyetinin İnsanlığa Katkısı” adıyla Türkçeye kazandırılmış olan kitabına bakılabilir. Bu kitabını daha henüz Müslüman olmadan önce kaleme aldığını da unutmamak gerekir. Farklı şarkiyatçıların görüşlerine de kitabında yer veren Garaudy, İslâm fetihlerinin asla bir sömürgecilik ya da yıkım ve barbarlık olarak nitelendirilemeyeceğinin altını çizer. Tam tersine bu konuya işaret eden pek çok Batılı bilim adamının da şehadetiyle fetihlerin, fethedilen coğrafyaların her yönden gelişmesine katkı sağlayan bir medeniyet transferi olduğunu söyler. Hatta başlıklarından bir tanesi “Rönesans’ı Hazırlayan İslâm Kültürü” adını taşımakta olup Avrupa’daki Rönesans hareketini ve Aydınlanmayı hazırlayan en önemli unsurun İslâm Kültür ve Medeniyeti olduğunu iddia eder. Elbette bunu dillendiren yegâne Batılı bilim adamı olmamakla birlikte Garaudy gibi meşhur bir felsefecinin bu hakikatleri ortaya koyması hem Batı hem de İslâm düşünce dünyası için dikkate alınması gereken çok önemli bir tespittir.

Davet yoluyla İslâmlaşma denklemini Türklerin Müslüman oluşlarıyla ilişkili olarak da kurabiliriz. Karahanlıların Müslümanlığı seçmesi bir yenilgi ve mağlubiyet sonucu değil, bir tercih neticesidir. Daha sonra İslâm’ın bayraktarlığını yaparak Anadolu topraklarını İslâm’a açan Selçuklular da aynı şekilde kendi rızalarıyla İslâm’ı seçmişlerdir.

Farklı bir İslâmlaşma tecrübesi de galibin mağlubun dinine teslim olması şeklindeki Moğol örneğidir. Moğollar, diyarlarını yerle bir ettikleri İslâm coğrafyalarının düşman dinine, kılıçla değil, hem de galip oldukları bir dem de davet yoluyla teslim olmuşlardır.

Bu bağlamda unutamadığım bir örnek de savaş öncesinde ailece ziyaret etme fırsatı bulduğumuz Şam-ı şerifle ilgili bir hatıramdır. Şam’da bize mihmandarlık eden dostumuz, bu şehirdeki en eski Hristiyan topluluğunun yaşadığı yerleri ve mabetlerini gezdirdi. Buraları gezerken bize aktardığı tarihi bir bilgi hala kulaklarımda küpedir. Şam’ın kadim Hristiyan bölgesinin, barış yoluyla değil kılıç zoruyla savaşarak fethedildiğini ve bugüne kadar da Hristiyan kaldığını bildirdi. Şam’ın kılıç yoluyla değil de barış ve anlaşma yoluyla fethedilen diğer kısmının ise, tamamen hidayete ererek Müslüman olduklarını söyledi. Yani barışla kazanılan yerler, İslâm’a girmekte veya diğer bir ifadeyle İslâm’ı öğrenip kabul etmekte, kanı dökülerek kılıç zoruyla fethedilmiş yerlerden, daha şanslı gözüküyorlar. İslâm her hâlükârda kılıç zoruyla kimseyi din değiştirmeye zorlamasa da kanı dökülmüş insanlarla arasına kan meselesi ve düşmanlık girebiliyor. Bu sebeple tarih boyunca Müslümanların İslâm’ı yaymaya çalışırken barış ve davet yolunu tercih ettiklerini genel bir tespit olarak söyleyebiliriz.

İslâm ve barış anlamındaki silm kelimesinin aynı kökten gelmeleri de tesadüf değildir. Bunun en güzel örneklerinden biri silm kelimesinin hem barış hem de selamet yolu İslâm anlamında kullanıldığı şu ayet olsa gerek.

“Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslâm’a) girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” Demek ki barış yolu İslâm’ın yolu, savaş ve düşmanlık ise şeytanın yoludur. Savaş, İslâm’ın ancak başka çare kalmadığında kerhen başvurmak zorunda kaldığı istisnai bir yöntemdir. İslâm tarihi de bu misallerle doludur. Bunun en güzel yaşayan canlı örneklerinden birisi de ziyaret etiğimiz Endonezya halkıdır. Böyle uzun bir girişten sonra asıl söz konusu etmek istediğimiz Endonezya ziyareti esnasında elde ettiğimiz intibalara geçebiliriz.

Adalar Ülkesi

Sumatra, Borneo, Cava, Selebes ve Yeni Gine olmak üzere beş büyük ve toplamda 17 bin ada üzerine kurulmuş olan Endonezya aslında bir adalar ülkesidir. Kelimenin etimolojik anlamı da adalar ülkesi anlamına gelmektedir. Dünyada 280 milyonu aşan nüfusuyla en kalabalık dördüncü ülke vasfına sahip bu ülke, aynı zamanda İslâm ülkelerinin de en büyüğüdür. Nüfusun yaklaşık yüzde 90’ı Sünnî olan Endonezya, ümmetin farklı bir yüzü, farklı bir rengidir. Böyle olmasına rağmen bu coğrafya halkının ne Batı’da ne de İslâm coğrafyalarında hak ettiği ilgiye mazhar olduğu söylenemez.

Elbette ilgiyle kastettiğim hak ettikleri değer manasında. Yoksa belki bin yıldan beri birileri her zaman buraları sömürmek için elinden gelen her türlü hinliği ve hainliği yapmış. Portekizler, İngilizler ve Hollandalılar hep bu toprakların korkulu rüyası olmuşlar. Bugünlerde G20 toplantısına ev sahipliği yaparak dikkatleri üzerine çekmiş olması, belki bu makûs talihin dönüşüne işarettir. Ya da maddeden başka hiçbir değeri olmayan, doymak bilmeyen kapitalist aç sırtlanların iştahını kabartmaya hala devam etmektedir. Kim bilir bunu bizlere zaman gösterecek.

Muasır İslâm düşüncesinde “Edeb” nazariyesiyle yeni bir kimlik ve eğitim modeli sunan bu coğrafyanın meşhur düşünürlerinden Naquib al-Attas’ın bir Çin kaynağına dayanarak verdiği bilgiye göre Hicri 55 (674-75) yılında Doğu Sumatra’da (Son-Fu-chi = Sriwidjaya = Palembang) bir Arap şeyhinin yönettiği bir yerleşim merkezinden bahsedilmektedir. Bu kayıt Müslümanların bu coğrafyadaki varlıkları hakkında bilinen en eski tarihi belgedir. Bu ilk Müslüman yerleşimciler, yerli halktan ziyade, buraya gelen ve daha çok ticaretle uğraşan Arap ve Fars diğer Müslümanlardan oluşuyordu.

Müslümanların bu coğrafyada en erken yerleştikleri Palembang bölgesi 1440 yıllarında Arya Damar ve Raden Rahmet’in çalışmaları sonucunda, güneydeki Lampung bölgesi ise XV. yüzyılın sonunda İslâmiyet’e girdiğini öğreniyoruz.

1409 yıllarında Malaka hükümdarı, Müslümanların yoğun davet faaliyetleri sonucunda İslâmiyet’i kabul etti ve Kuzey Sumatra’daki Pasai sultanının kızıyla evlendi. Malaya yarımadasındaki ilk Müslüman devlet Malaka, İslâm’ın Cava ve daha doğuya doğru yayılmasında daima en önemli merkez olmuştur. Bu konuyla ilgili diğer bir örnek te Malakalı bir prensesle evli bir seyyidin oğlu olan Şerif Muhammed Kabungsuan’ın 1475’te Filipinler’deki Mindanao adasına giderek orada İslâmiyet’i yaymış olmasıdır.

XIV. yüzyılın başlarında el-Melikü’s-Salih’in torunu el-Melikü’z-Zâhir’in hükümdarlığı sırasında Pasai, takımadalarda İslâm eğitiminin verildiği ilk merkez oldu. 1345-1346’da Pasai’yi ziyaret eden İbn Battûta, sultanı dinî müzakereleri seven ve fetih yoluyla çevresindeki yörelere İslâmiyet’i yaymak isteyen bir hükümdar olarak tanıtır.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan destek

Açelilerin tarih kayıtlarına göre İslâmiyet, Sumatra adasının kuzey uç bölgesine 1112 yılı dolaylarında, Şeyh Abdullah Ârif isminde Arap asıllı bir âlimin çalışmaları sonucunda girmiştir. Açe (Aceh) Sultanlığı’nın 16. yüzyılda Portekiz istilasına karşı koymak için Osmanlı İmparatorluğu’ndan destek istediği tarihen sabittir. Osmanlı’dan 1900’lü yıllara kadar pek çok kez yardım almış olan Açe Sultanlığı, 19. yüzyılda da Osmanlı idaresi altına girmek için girişimde bulunmuştu. Maalesef askeri ve iktisadi anlamda zor durumda olan Osmanlı Devleti, Avrupa ile ilişkisini bozmaya cesaret edemediği için, Açe’nin bu isteğine olumlu yanıt verememiştir. Yani Osmanlı’nın bu topraklarla bağı bilindiğinden çok daha kadimdir. Belki de bu coğrafyaya ve halkına duyduğumuz gönül bağımızın bu kadim dostlukla bir ilişkisi vardır. Bunun izlerini sürmek de yeni neslin boynunun borcu olsa gerek.

80’li yıllarda Açe-Sumatra ismini ve Moro Müslümanlarının mücadelesini Selamet Haşimi ismiyle birlikte duymuştuk. O zamanlar Afganistan başta olmak üzere İslâm coğrafyalarındaki hareketlilik, dar medya ve iletişim imkânlarına rağmen, yine de ümmetin kanayan bir yarası olarak hep ilgi odağımızdı. 

Bu coğrafyanın İslâmlaşması hakkında kendisine müracaat ettiğimiz İslâm Ansiklopedisinde bu konu hakkında daha geniş bilgi bulabilirsiniz. Özetle yazımızın başında ifade ettiğimiz gibi bu coğrafya halkları, fetihler yoluyla değil, daha çok yerli halkın ve sultanların gerek davetçiler ve gerekse Müslüman tüccarlar aracılığıyla İslâm’ı seçmeleri neticesinde gerçekleşmiştir.

Bu bağlamda anlatılan en güzel hikâyelerden bir tanesi de kumaş tüccarlığı yapan bir Müslüman hakkındadır. Anlatıldığına göre dükkân sahibinin olmadığı bir esnada alışveriş yapmaya gelen bir müşteriye, beğendiği kumaş, olması gereken rayiç ücretten fazla bir fiyata satılmıştır. Durumun farkına varan Müslüman tüccar, hemen çırağını müşteriyi bulmak için seferber eder. Gerçekten de müşteri bulunur ve fazla ödediği miktar geri ödenir. Şimdiye kadar eşi benzeri görülmemiş bir dürüstlük örneği olan bu hadise, kulaktan kulağa yayılarak en nihayetinde o toprakların Kral’ına kadar ulaşır. Huzura çağrılan Müslüman tüccar, bu yaptığının İslâm dininin bir emri olduğu ve bu yüzden böyle davranmak zorunda olduğunu açıklar. Hikâyeye göre bundan çok etkilenen Kral İslâm’ı araştırarak, nihayetinde İslâm’la müşerref olur. Kralın Müslüman olduğunu duyan tebaası da ona uyarak, toptan İslâm’a geçerler.

Bu hikâye gerçek olmasa bile Müslüman tüccarların dürüstlüğünün, bu topraklarda yerli halkı etkilediği ve İslâmlaşmalarına vesile olduğu kesindir. Bu güzel hikâye ister istemez Peygamber Efendimizin dürüst tüccarlarla ilgili müjdesini hatıra getiriyor. Tirmizi ve İbn-i Mace’de geçen bir hadis-i şerifte, “Doğru sözlü ve güvenilir dürüst bir tüccar peygamberlerle, sıddıklarla ve şehitlerle birlikte haşr olunacaktır.” buyurulmaktadır.

İslâmabad öğrencilik yılları, diğer İslâm coğrafyaları gibi Endonezya’dan gelen öğrencilerle tanışmamıza ve o topraklar hakkında biraz daha bilgi sahibi olmamıza vesile oldu. Öğrencilik yılları bitince en azından kendi adıma, hem o topraklardan hem de orada tanıştığımız dostlardan kopmuş olduk. Zira o zamanlar bugünkü iletişim imkânları yok denecek kadar azdı. Cep telefonları tedavülde değildi. İnternet denilen ağla henüz tanışmamıştık. Yeni neslin bunları tasavvur etmesi elbette çok zordur. Yegâne iletişim imkânı sabit ev telefonları, telgraf veya mektuplardı.

Kader...

Yazgıdan kaçamazsınız. Kader beni de tekrar Endonezya’yla hem de Avrupa üzerinden yeniden bir araya getirdi. Goethe Enstitüsü’nde Almanca kursunda tanıştığım Sumatra adasının Palembang şehrinden Agus’la başlayan Endonezya bağı, hep oraya bir gün gidebilme niyetimi de gönlümde yeşertmiştir. Aslında bu ülkeyle ilk tanışıklığım mezkûr İslâmabad’daki öğrencilik yıllarına kadar geriye gitse de o zor şartlarda gurbeti ve yokluğu paylaştığımız arkadaşlar zaman içerisinde unutulup gitmişlerdi. Agus kardeşim bu ülkenin yeniden gündemime girmesine vesile oldu. Bu ülkenin tipik tüm özelliklerini ve güzelliklerini üzerinde taşıyan Agus’la yıllar önce 1998 yılında Mannheim Goethe Enstitüsü’nde başlayan bu dostluk bugüne değin pekişerek devam etti.

Karlsruhe Üniversitesi’nde yiyeceklerle alakalı faydalı bakteriler üzerine doktora yapan Agus kardeşimle Almanya’da öğrenciliği süresince hep irtibatta kaldık. O, bizim çocuklarında tombul sevecen Agus amcalarıydı. Yeni sezona girmiş, ailece seyredebileceğimiz filmleri getirerek bizim çocukların gönlünde sarsılmaz bir taht kurmuştu. Endonezya’ya döndükten sonra da zaman zaman bazı ilmî araştırmalar için Almanya’ya geldiğinde hep görüştük. Bir gün Endonezya’da da görüşeceğimiz üzerine konuşur, bunun hayaliyle de mutlu olurduk. İhtimal dâhilinde olmakla birlikte ne o, ne de ben bunun yakın bir zamanda gerçekleşebileceği hakkında bir fikre sahip değildik.

Ve “Hayallerimiz 2022 Ekim ayında gerçek oldu!” diye biraz abartılı bir ifadeyle asıl konumuza giriş yapalım. Nasipte onun ülkesinde, hem de dünyanın en kalabalık metropollerinden biri olan başkent Cakarta’da tekrar görüşmek varmış. Bu yazım da bu fırsatın nasıl oluştuğu ve o ülkenin güzel insanlarıyla, eski dostlarla, adet ve görenekleriyle neler yaşandığı hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum.

Bir gün bizim Enstitü müdürü, Türkiye’deki karşılığıyla Fakülte dekanımız, telefonla arayarak “Müjde Endonezya’ya gidiyorsun, hem de istersen eşini de götürebilirsin” diyerek hiç gündemde olmayan bir haberle bizi ters köşe yaptı. Kısa adı Fibaa (Foundation For International Business Administration Accreditation) olan bir Alman Akredite Firması kendisini arayıp Endonezya’da bir İslâm üniversitesinin akreditasyonu konusunda uzman olarak kendisinden yardım istemişler. O da kendisinin müsait olmadığını, ama bu konuda yetkin tanıdığı bir uzmanın olduğu bilgisini vermiş. Beni arayarak böyle bir sorumluluk alıp almayacağımı sorunca zaman olarak ta ders dönemine denk gelmediği için tereddütsüz kabul ettim. Daha önce böyle bir sorumlulukla Kosova Priştina İslâm Üniversitesi’ni akredite eden komisyonun başında görev almıştım. Konunun hepten acemisi değildim.

İngilizcemi yeniden aktif hale getirme zamanı zaten gelmişti. Öyle demeyin dostlar, otuzunuzdan sonra ortak bir dil familyasına ait ikinci bir dili öğrendiğinizde birinden diğerine geçmek zannedildiği kadar kolay olmuyor. Pek çok ortak kelime işinizi daha da zorlaştırıyor. Biraz ısındıktan sonra problem büyük ölçüde çözülse de yine de daha çok kullandığınız dil ve telaffuz şekli her an sizi cümle yapısı İngilizce ama telaffuzu Almanca, ya da tam tersi garip bir dilin temsilcisi yapabiliyor. Bu hatanızı fark ettiğinizde zaten iş işten geçmiş oluyor. Ama genellikle karşı taraf sizi anladığı için ciddi bir iletişim problemi yaşanmıyor. Bizim Almanyalı Türklerin Türkçe konuşurken bolca Almanca kelime kullanmaları gibi bir şey.

Tekrar konumuza dönecek olursak, Akredite Kurumu Fibaa ile önce mail sonra da telefon üzerinden görüştük. Detaylar aşağı yukarı belli olmuştu. Ekim ayının 18-20’si gibi bilfiil oraya giderek Cava adasının Cogcakarta şehrinde bir devlet üniversitesi olan “Sunan Kalijaga İslâm Üniversitesi’ni denetleyerek akredite edecektik.

Sanki bu bir lütufmuş gibi eşimin tüm masrafları bana ait olmak şartıyla yanımda gelmesine engel olmadığını söylediler. Gerçi böyle bir yolculuk her zaman ele geçecek bir imkân da değildi. Dolayısıyla biz de birlikte gitmeye karar verdik. Yıllardır tek başıma yaptığım ilmi seyahatler sebebiyle eşim de zaten epeydir söylenip duruyordu. Haksız da değildi. O evliliğimiz boyunca hiç yüksünmeden altı çocukla birlikte benim yükümü de çekendi. Gerçi Pakistan’da başlayan gurbet hayatımız boyunca her fırsatta mutlaka birlikte bir yerlere gitmiş olsak da elbette resmi ziyaretlerde ben tek başıma gidiyordum ve evin tüm yükü bizim afacanlarla birlikte ona kalıyordu.

Gurbet, bir de yakın akrabalar olmayınca yükü birkaç kat daha artan çileli bir nimettir. Çocukları bir saatliğine birilerine bırakıp bir yere gidemezsiniz. Ama elhamdülillah -vadettiği gibi- her zorluğun yanında mutlaka Rabbim kolaylığını da veriyor. Gurbetimizi Rabbim kendine kurbiyete vesile kılsın.

Bunun tek istisnası 2001 yılında bir vesileyle ben Hacca gideceğim zaman evini bize açan Halime (Döndü) Ana’nın “Çocuklara ben bakarım siz birlikte gidin!” diyerek bizim çocuklarımıza bir ay bakmasıdır. Ahmed henüz bir yaşında bile değildi. Allah ondan ve yıllar önce dâr-ı bekâya göçmüş olan eşi rahmetli Halit abimden razı olsun. Almanya’ya geldiğimiz ilk yılların zorluklarını onların da desteğiyle kolayca atlatıvermiştik.

Evet konu dağılmadan tekrar sadede gelelim. Hemen telefona sarılarak Agus’a durumu bildirdim. Endonezya’ya geleceğimizi ve mümkünse görüşebileceğimizi haber verdim. Elbette o da çocuklar gibi sevindi. Detaylar konuşulduktan sonra önce Başkent Cakarta’ya gidip, sonrasında asıl Akredite işimizin olduğu Cogcakarta’ya geçmenin doğru olduğuna karar verdik. Biletlerimizi ona göre 13-22 Ekim olarak planladık.

13 Ekim’de Frankfurt Havaalanında başlayan yolculuğumuz 22 Ekim günü sabahında yine aynı yerde bitecekti. O gün büyük oğlumuz Muhammed Emin bizi havaalanına bıraktı. Yolculuğumuz Cakarta’ya kadar toplam 20 saat sürecekti. Dubai’de aktarma yapıldıktan sonra direk Cakarta’ya uçtuk. Valizleri bekleme faslı, vize ve diğer giriş işlemleri derken artık Endonezya’nın başkentindeydik. Agus’un bizi burada karşılayarak otele geçmemiz planlanmıştı.

Evet gerçekten Agus bizi bekliyordu! Evet ufak bir yanlış anlaşılma her şeyi berbat edebilir, bütün program altüst olabilirdi. Hanıma fark ettirmesem de bütün bu kaygılarla Cakarta’ya giriş yapıyorduk. Benzer sebeplerle Agus da bizim kendisini bulamayacağımızdan endişe ettiğini ve buluştuğumuz için çok mutlu olduğunu söylüyordu. Hemen taksiyle şehir merkezindeki Santika Otel’e doğru yola çıktık. Yıllardır sadece telefonla görüşebildiğimiz Agus’la, hem de kendi ülkesinde bir araya gelebilmiştik. Rabbime ne kadar şükretsek yine de azdır.

Arap Birleşik Emirlikleri (Emirates) Havayollarıyla nerdeyse tüm gün süren bir yolculuktan sonra artık dinlenmekten başka bir düşüncemiz yoktu. Agus, ertesi gün kahvaltımızı yaptıktan sonra şehrin önemli yerlerini bize gezdireceğini söyleyerek kendi odasına geçti.

Gezimizin ilk durağı “Milli Anıt”

Ertesi sabah kahvaltı için Otel’in lobisine indiğimizde kültürler arası farkın yemek konusunda da ne olduğunu yeniden müşahede etmek durumunda kaldık. Pek çok çeşide rağmen bizim gözlerimiz zeytin, peynir, bal, reçel gibi alışageldiğimiz kahvaltılıkları arıyordu. Burası ise ne Türkiye ne de Avrupa ülkesiydi. Kahvaltısı da kendine hastı. Çeşit çeşit sebzeler, et dâhil olmak üzere pirinç pilavı tüm ihtişamıyla arzı endam ediyordu. Biz ise sabah sabah onların güzelliklerini fark edecek durumda değildik. Alışkanlıklar ve kültür insanın hem zenginliği hem de aynı zamanda mahrumiyeti olabiliyor. Yine de yumurta herhalde tüm kültürlerin ortak paydası olsa gerek. Yumurta yanında yiyebileceğimize inandığımız birkaç parça yiyecekle farklı bir kültürün sabah kahvaltısına vira bismillah dedik.

Gezimizin ilk durağı “Milli Anıt” dedikleri, tepesinde 30 kilo ağırlığında altın olan 132 metre yüksekliğinde, epeyce geniş bir kuleydi. 1975 yılında inşa edilen Monas adındaki bu anıt yapıyı ziyaret etmek için bağımsızlık anlamına gelen Merdeka Meydanı’na gitmek gerekmekteydi. Etrafı parklarla düzenlenmiş, dünyanın en geniş meydanlarından birinde kurulmuş olan bu anıtı Endonezya’yı bağımsızlığına kavuşturan ilk Cumhurbaşkanı Sukarno’dan sonra 1967 ile 1998 yılları arasında ülkeyi demir yumrukla yöneten Suharto yaptırmıştı. Kuleye çıkmaksızın etrafında birkaç resim çekerek gezimizin ikinci durağı olan, yine yakın geçmişte yapılmış “İstiklal Mescidi” adıyla meşhur, Endonezya’nın en büyük camisini ziyaret etmek üzere hareket ettik. Mescid denilmesi elbette Arapçada Mescid-i Nebevi gibi cami anlamında, yoksa Türkçede kullanıldığı anlamda küçük namazgâh manasına değil.

Enteresan olan caminin dışardan ön cepheden bakıldığında bildik kubbe ve mimari özellikleriyle diğer binalardan ayırt edici bir görünüme sahip olmayışıydı. Ya da bana öyle gelmişti. Minaresi olmakla birlikte sanki camiden bağımsız bir yapı gibi duruyordu. İçine girdiğinizde ise muhteşem bir kubbe ve farklı bir mimariyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Daha sonra İnternette baktığımda kuşbakışı güzel bir görünüşe sahip olan bu camiyle ilgili ilk intibahım böyleydi.

Çıkışta dikkatimizi çeken diğer güzel bir manzara da avluya inşa ettikleri Kâbe maketiydi. Burada hac ve umreye gideceklere eğitim veriliyormuş. Bunun bir benzerini İslâmabad’da “Hac şehri” ismini verdikleri yerde görmüştüm. Hacılar bu merkezde teorik ve pratik eğitim kampına katıldıktan sonra kutsal topraklara revan oluyorlardı.

Camiden çıktığımızda bizi hayrete düşüren diğer bir ayrıntı da tam karşısına yapılmış olan büyük bir Katolik kilisesiydi. İstiklal Camii ile karşı karşıya Neo Gotik tarzda iki kuleli bir şekilde inşa edilmiş olan Jakarta Katedrali 1901 yılında ibadete açılmış. Bunun anlamı kilisenin camiden daha önce inşa edilmiş olduğuydu. Demek ki bağımsızlık öncesinde yapılan kilisenin karşısına daha sonra istiklal cami buranın asıl kimliğini temsilen yapılmıştı. Ben ise önce caminin ve daha sonra kilisenin yapıldığını düşünerek epeyce söylenmiştim. Merdeka Meydanı’nda bulunan camii 22 Şubat 1978 tarihinde yapılmış olup adının “bağımsızlık” anlamına geldiği dilimizde malumdur.

Misyonerlik faaliyetleri

Bu ülkelerde Hristiyan misyonerler cirit atıyorlar. Halkın fakirliği ve sosyal adaletsizlik bu güzel insanları misyonerlerin kolay avı haline getirebiliyor. Bu mesele Müslümanların üzerinde ciddiyetle durmaları gereken belki de en önemli konuların başında geliyor. Bir zamanlar Müslüman davetçiler eliyle hidayete ermiş bu güzel insanlar, ulema ve ümeranın basiretsizliği ya da bizim ilgisizliğimiz yüzünden, neden başkalarının hedef tahtası olsunlar? Aslında burayı sadece sömürmek için gelmiş ve asırlarca bu toprakların kanını emmiş olan Hristiyan Avrupalıların bu pişkinlikleri anlaşılır gibi değil. Bunun için yüzlerce, binlerce gönüllüyü finanse ederek, İslâm coğrafyalarında farklı kültürel faaliyetler adı altında misyonerlik yapıyorlar. “Atı alan Üsküdar’ı geçmiş” diye boşuna dememiş atalarımız. Bizler de insanlık adına sorumluluklarımızı yeniden kuşanmalıyız. Sömürmek ya da birilerini zorla kendi dininden çevirmek için değil, insanlarla Rabbleri arasındaki engelleri kaldırmak için, dünya ve ebedi ahiret mutluluğuna giden kutlu müjdeyi ve rahmet mesajını tüm insanlığa duyurmak için. Gerçi Hristiyan misyonerlere sorsak onlar da bu tür niyetlerle misyonerlik yaptıklarını söyleyebilirler. Ama tarih Avrupalıların Hristiyanlaştırdıkları ülkelere barış ve mutluluktan ziyade sömürmek için gittiklerinin canlı şahididir. Meşhur Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta’nın bu anlamda yaptığı tespit bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır: “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda, bizim elimizde İncil onların elinde topraklarımız vardı.”

Bu tespit artık kimse için olağanüstü yeni bir bilgi değil. Biraz insafı olan her Avrupalının esefle tasdik ettiği bir gerçek. İnsan kanı üzerine kurulmuş bir medeniyet ve buna alet edilmiş bir Hıristiyanlık. Elbette kilise içinden ve Hristiyanlardan da bu duruma itiraz edip kilisenin tarih boyunca yaptıklarını eleştiren ciddi bir zümreden bahsedilebilir.

Buna rağmen misyonerlik faaliyetlerinin hiç hız kesmeden devam ediyor olması sanki artık Batı’da söyleyecek sözü kalmamış olan bu dinin Doğu, Afrika ve Asya üzerinden yeniden kan devşirerek hayatta kalma mücadelesi olarak yorumlanabilir. İslâm ülkelerinde artan misyonerlik faaliyetleri bu anlamda dikkatle takip edilmelidir. Elbette herkes kendi hakikatini serbestçe dillendirebilir ve ona taraftar toplamak içinde faaliyetlerde bulunabilir. Doğru olmayan, bu coğrafyalardaki insanların mağduriyetlerinin ve çaresizliklerinin suistimal edilerek, ellerindeki zenginliklerin materyalist devletlere peşkeş çekilmesidir.

Bu konuyu ele alan meşhur mühtedi Abdulhakim Murat “Post modern Dünyada Kıbleyi Bulmak” adıyla Türkçeye çevrilen ve mutlaka her ilgili dertli Müslümanın okuması gereken eserinde, İslâm medeniyeti ve Hristiyanlık arasında bu dinlerin yayılma politikaları hakkında bir kıyaslama yapar. Orada dile getirdiği tespitlerden birisi de tarihin her döneminde İslâm topraklarında Yahudi ve Hıristiyanların yaşama imkânı buldukları halde, Avrupa merkezli Hıristiyanlığın kendi hâkimiyeti altındaki topraklarda özellikle de Avrupa kıtasında buna asla tahammül edemediği gerçeğidir. Hatta 1812’ye kadar İngiltere’de, parlamentodan geçmiş olan Teslis kanununa göre Müslüman olarak yaşamanın yasak olduğunu kaydetmektedir. (s. 253)

Abdulhakim Murad’ın diğer bir tespiti de İslâm medeniyetinin diğer dinlerin aksine her kültürü kuşatacak esneklikte olmasıdır. Bu da onu diğer medeniyetlerden ayıran farklı bir zenginliktir. İbadethaneler bulunduğu yörenin yöresel özellikleriyle farklılaşabiliyor. İnsan elbette göz aşinalığıyla bildik Osmanlı Anadolu camileri gibi bir yapı ararken farklı bir mimariyle karşılaşmak değişik bir tecrübe. Ziyaretimizin devam ettiği süre içinde kendi kültürlerine uygun çok değişik mimaride camiler olduğunu fark ettik. Bu sebeple bizdeki cami görünürlüğü ve mimarisi buralarda aranmamalı. Farklı bir kültür ve farklı bir mimari. Farklı mimari aynı zamanda İslâm medeniyetinin zenginliğine ve İslâm dininin farklı kültürlerde farklı tezahürüne işaret ediyor.

Ama devasa modern binalar her yerde aynı. Bu gökdelenleri gördükçe açık söyleyeyim benim ruhum daralıyor. Bu sebeple Cogcakarta’yı Cakarta’dan daha fazla sevdiğimi itiraf etmeliyim. Hem şehir yapısı hem de coğrafi özellikleriyle Cogcakarta daha insani ve tabii. Ormanları ve dağlarıyla insanın ruhunu rahatlatıyor. Başkent ise gerçekten ancak ihtiyaç kadar dayanılabilecek bir atmosfer.

Öğlen namazını cemaatle eda ettikten sonra, tarihî eski Cakarta denilen yere gittik. Burada büyük bir meydanın etrafında şimdi müze olan yerler, bağımsızlık öncesinde, sömürgeci Hollandalıların valilik merkezini oluşturuyordu. Özellikle Hollanda sömürgesi döneminde 17. ve 18. yüzyıldan kalma asırlık yapılarıyla Avrupa’dan bir kenti anımsatan ve yerel dilde "eski şehir" anlamına gelen Kota Tua, su kanallarının çevrelediği kültürel miras yerleri ile ülkenin ve başkentin önemli turistik bölgeleri arasında yer alıyor. Dile kolay Hollanda tam 350 sene bu ülkeyi tüm zenginlikleri ve insanıyla sömürmüş. Aynı zamanda burada eski valiler anısına yapılmış mezar taşları ve kabirler var. Bağımsızlıktan sonra Hollandalılar mezarları kendi ülkelerine nakletmişler, ama mezar taşları ve anılarına yapılan levhalar hala arzı endam ediyorlar.

Bir dostum “Mezar taşları bir toplumun bir coğrafyaya aidiyetini belgeleyen en önemli işaretlerdir.” demişti. Gerçekten de mezar taşları bir ölünün yattığı kabri haber vermekten çok daha öte bir değere sahip. İstanbul’un tarihi mezarlıklarını gezenler, ya da tarihi bir caminin haziresindeki mezar taşlarını görenler, bunun ne demek olduğunu çok iyi bilirler. Onlar aynı zamanda bulundukları toprağın manevi bekçileri olarak o beldenin ruhunu temsil ederler. Bununla da kalmayıp kabirlerinin bulunduğu mekâna manevi bir feyiz katarlar. Mezarları ziyaretin bir anlamı da bunlardan ibret almak ve üflenen bu ruh ile gafletten silkinip yeniden dirilmek değil midir?

Elbette her işte olduğu gibi bu konuda da aşırı gidilerek şirk noktasında bir kabir sevicilik de tasvip edilemez. İstanbul yeniden tüm güzellikleri ve özellikle de toprak altındaki hazineleriyle bana “gel gel!” der gibi. Eyüp Sultanı, Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri, Merkez Efendi, Sümbül Efendi, Yahya Efendi, Sakız ağacı ve Süleymaniye’siyle özlememek ne mümkün. Nice Allah dostu buralarda bizi bekler vesselam.

Cakarta’daki bir sonraki durağımız geleneksel büyük pazarlarından birine giderek birkaç hediyelik almak oldu. Akabinde Agus bizi yemek yemeye götüreceğini vadediyordu, henüz kaderde başımıza geleceklerin ne olacağını bilmeden. Lokantaya gitmek üzere bir taksiye bindiğimizde şiddetli bir yağmura yakalandık. Adeta gök yarılmış yeryüzü yeniden tufanı yaşıyordu. Şoför alışık olmalı ki her şeye rağmen yoluna devam ediyordu. Gittiğimiz bu mevsim meşhur Muson yağmurlarının olduğu bir zaman dilimine rastlamıştı. Dolayısıyla hava durumu raporuna göre de neredeyse her gün yağışlı gözüküyordu. Buna rağmen bugün gitmek istediğimiz yerlere gidebilmiş, artık işimiz bitip taksiye binerken yağmur da başlamıştı. Yemek yiyeceğimiz lokantaya geldiğimiz halde yağan yağmurun şiddetinden dolayı inemeyip, direk otele gitmeye karar verdik. Aksi takdirde lokantaya girene kadar sırılsıklam olmaktan kurtulmak pek mümkün görünmüyordu. Nasıl olsa otelde de yiyecek bir şeyler bulabilirdik.

Endonezya’da bizi bekleyen en önemli sürprizlerden biri de yaklaşık 30 yıl önce İslâmabad’ta birlikte okuduğumuz arkadaşları görme ihtimaliydi. Cakarta’ya vardığımda birdenbire burada daha önce birlikte okuduğumuz arkadaşların olabileceği fikri gönlüme düştü. Daha önce hiç zihnimde olmayan bu düşünceyle Pakistan’da birlikte okuduğumuz Türkiye’deki arkadaşlar grubuna Endonezya’da olduğumu ve eski arkadaşlardan herhangi biriyle görüşme imkânı olup olmadığını sordum. Arkadaşlar birçok arkadaşın numaralarını gönderdiler. Sabah Cakarta’yı gezmeye çıkmadan önce irtibat kurmaya çalıştığım Muslim Abdullah akşam namazını kılarken telefon etti. İnanılır gibi değildi! Birazdan gelip bizi yemeğe götürmek istediğini söyleyince akşam programı yani yemeği de netleşmiş oldu. O akşam eskileri yâd ederek hangi arkadaşların ne işler yaptığı hakkında bilgi sahibi oldum. Aynı zamanda vefat eden dostları ve hocalarımızı hayırla yâd ettik.

Abdullah hem büyük bir hayır cemiyetinin başında, medrese cami gibi projeleri yürütüyor hem de ticaretle meşgul oluyordu. Önceleri siyasete de girmiş ama daha sonra ticaret ve hayır işlerini tercih etmişti. Amerika’da da altı dönümlük bir yer aldıklarını ve o dönem mezunlarından bir arkadaşımızın o merkezin başında olduğundan bahsetti. Güzel bir geceden sonra benim ulaşabileceğim diğer arkadaşların telefonlarını da alarak vedalaştık.

O akşam başıma gelen trajikomik talihsiz bir hadiseyi paylaşmadan geçmeyelim. Sosyal medyanın insanın başına neler açabileceğini sizler de görün. Bu fakirin aslında WhatsApp denilen haberleşme aracından başka bir tarakta hiç bezi ve bilgisi de yoktur. Facebook yeni çıktığı zamanlarda birisi bana bir hesap açtıysa da o gün bugün ne açtım ne de kullandım. Instagram veya Twitter denilen kuş cıvıltısıyla da hiç işim olmadı. Bazen WhatsApp üzerinden bazı bilgi ve dokümanlar paylaşmak hayatımızı oldukça kolaylaştırıyor. Muslim Abdullah kardeşimle buluştuğum gece yemekteki çektiğimiz bir resmi Pakistan grubu ile paylaşmak istedim. Meğerse resim yanlışlıkla ve gerçekten nasıl olduğunu hala bilmiyorum, Türkiye İlim Meclisi grubuna gitmiş. O gün de benim maalesef daha sonra haberim oldu, Amasra maden göçüğünde 41 kişinin can verdiği acılı bir gündü. Grubu kuran arkadaşlardan Taşkın Bey “Afiyet olsun Hocam!” mesajı atınca uyandım. Bu arada aynı dalgınlıkla Alpler’den resim paylaşan Murtaza Hocam arayarak “Hocam ben Alpler’de sen ise Endonezya’da oyuna geldin.” diyerek adeta “Gülme komşuna gelir başına!” diyordu. Hatamı anlasam da yanlışlık oldu diyerek lafı uzatmanın manası olmadığını düşünerek böyle acılı bir günde yemek resmi paylaşmanın utancıyla baş başa kaldım. Günahlarımıza kefaret olmuştur inşaallah diyerek teselli bulalım.

Ertesi sabah diğer güzel bir dost, Nuryadi kardeşimiz eşiyle birlikte ziyaretimize geldi. Muslim kendisini aradığında programı olduğunu söylemesine rağmen programını erteleyerek bizimle görüşmek istemişti. Birkaç saatlik doyumsuz bir muhabbetten sonra tekrar görüşebilmek ümidiyle vedalaştık. Bize geleneksel giysileri yanında bir de oraya has bir meyve getirmişlerdi. “Sizin gibi lokum veya baklavamız yok ama bizim de böyle meyvelerimiz var!” diye latife yaparak ömrümde ilk defa tattığım sarı yıldız şeklindeki meyveleri bize ikram etti. Daha sonra öğrendiğime göre Almanya’da bunu meyve olarak değil de salatalara kattıkları bir sebze muamelesi revaçtaymış.

Plana göre bugün adı Minyatür Park olan İstanbul’daki Miniatürk benzeri bir yeri gezecektik. Agus’un dediğine göre burada tüm Endonezya’yı mimari ve tarihi yapılarıyla birlikte görme imkânı vardı. “Taman Mini” adıyla bilinen “Güzel Endonezya Minyatür Parkı”, ziyaretçilerine ülkenin tüm kültürel çeşitlilik ve zenginliğini bir arada görme fırsatı sunuyordu. Başkent Cakarta’nın doğusunda 1975’te kurulan parkta Açe, Kalimantan, Sumatra ve Bali gibi 34 eyaletinin kültürel özelliklerini yansıtan gerçek boyuttaki evler ve bölgelere özgü kültürel zenginlikler sergileniyormuş. Maalesef tadilat sebebiyle buranın kapalı olduğu haberiyle üzülen Agus kardeşim alternatif olarak bizi önemli bir müzeye götüreceği haberini verdi. Maalesef müze de kapalıymış. Zira günlerden Pazar günüydü ve her yer demek ki açık değildi.

Daha sonra Agus, şehir merkezinde teras gibi yüksekçe yapılmış bir köprüye götürdü. Oraya gittiğimiz halde köprüye çıkamadan geri dönmek zorunda kaldık. Köprüye giriş için özel bir kart gerekiyormuş ve maalesef o kart da burada satılmıyormuş. Ne garip değil mi? Gezmek için gittiğiniz yerin kartını farklı uzak bir mekândan temin etmeniz gerekiyor! Yapacak başka bir şey olmadığı için “nasipten öte yol yok” diyerek durumu sineye çektik. Biz de treni kaçıran rahmetli Üstad Necip Fazıl gibi “erkekliğe halel gelmesin” diyerek “köprünün de aslında görülmeye değer, çok da özel bir yer olmadığı” fikriyle hanımla teselli olduk.

Cakarta’daki nasibimiz demek ki bu kadardı. Daha sonra bin bir zahmetle girdiğimiz büyük bir AVM’deki Cakarta’nın en büyük kitapçısında, Agus satın almak istediği kitabı maalesef bulamadı. Niyetinde bu kitabı bize hediye etmek varmış, ama olmadı. Bugün ayrı bir gündü, insanın her istediği de olmak zorunda elbette değildi. Oturup bir kafede kahvelerimizi yudumlayarak günün yorgunluğunu atmaya çalıştık. Zira program çok yüklüydü ve artık yorulmuştuk! Minyatür Park, Müze, Köprü, Kitapçı derken otele dönmenin en akıllıca plan olduğuna karar verdik. Zira istesek te bugün herhangi bir şey yapmak kaderde yokmuş. Hanım torunlar için alışveriş yapmak istediyse de gittiğimiz yerler sanki de kurumuştu. Derken taksiye binip otele döndük. Odalarımızda biraz dinlendikten sonra otelde akşam yemeğinde Agus’la kaldığımız yerden sohbete devam ettik. Ertesi sabah ayrılık ve veda vaktiydi. Biz Sabah 5 gibi lobide buluşmak üzere tekrar dinlenmeye çekildik.

Sabah anlaştığımız gibi erkenden lobide buluşarak otelden Cakarta havalimanına doğru hareket ettik. Biz hanımla YogYakarta’ya giderken Agus’ta uçakla 50 dakikalık mesafedeki Sumatra adasındaki memleketi Palemberg’e dönecekti. Her ne kadar bizle Yogyakarta’ya gelmeyi teklif ettiyse de gelmesinin oradaki program yoğunluğu sebebiyle anlamsız olacağını söyleyerek reddettim. Evet her birliktelik ve buluşma aynı zamanda tekrar ayrılmanın da habercisidir. İki gün üç gece su gibi akıp geçmişti. Tekrar vedalaşma zamanıydı. Dualarla vedalaşarak her birimiz kendi bekleme salonuna yöneldik. Rabbim işini gücünü hayretsin. Hem dünyasını hem de ahiretini güzel eylesin. Agus birçok Endonezyalı gibi güzel bir insan, güzel bir dost.

Yogyakarta Günleri

Yaklaşık 1,5 saatlik bir uçak yolculuğundan sonra Yogyakarta Havaalanına iniş yaptık. Burada iç hatlarla yolculuk yaptığımız için herhangi bir zorlukla karşılaşmadan valizlerimizi alıp çıkabildik. Belki bizi karşılarlar ümidimiz maalesef Fibaa’nın ilgisizliği sebebiyle suya düştü. Başımızın çaresine bakıp kalacağımız otele gitmemiz gerekiyordu. Malum taksiciler her yerde neredeyse aynı mantaliteyle iş başındalar. Agus’un tavsiyesine uyarak mavi kuş anlamına gelen “Blue Bird” şirketine ait taksilere binmemiz en uygunuydu. Zira bu şirketin dışındakilere onun ifadesiyle “pek güven olmazdı”. Öyle de yaptık ve çok az İngilizce konuşan şoföre gideceğimiz otelin adresini vererek yola çıktık. Şoförün ifadesine göre kendi para birimleri olan Rupia dışında bir parayla ödeme yapma imkânımız yoktu. Durumu telefonla Agus’a bildirdiğimizde o, şoförle konuşarak, bizi otelden önce para bozdurabileceğimiz bir sarrafa götürmesini söyledi.

Sarrafa geldiğimizde çalışanların tamamen tesettürlü bayanlardan oluşması dikkatimi çekti. Burada kadınların hayatın her alanında bizim ülkemizde olduğundan çok daha aktif olduklarını söyleyebilirim. Zira bizde kadınlar örtüleri sebebiyle kamusal alandan neredeyse tamamen tecrit edilmişlerdi. Bizde de kadınlar belli alanlarda yoğun olarak görünür olsalar da burada farklı bir manzara var. Yazımın ilerleyen satırlarında ne demek istediğim, her halde daha iyi anlaşılacaktır.

En nihayet yaklaşık neredeyse yine 1,5 saatlik bir yolculuktan sonra otele vardık. Geçtiğimiz yollar her tarafı ormanlarla kaplı bir güzergâhtı. Yol üzerinde birçok yerleşim merkezinden ve köyden geçtik. Her türlü insan manzarasıyla karşılaşma imkânı vardı. Kimileri tarlalarında bir şeyler toplarken, talebeler okullarından, işçiler veya memurlar işlerinden dönüyordu. Dikkat çeken diğer bir manzara da yolda arabadan çok motosiklet olmasıydı. Bisikletle yük taşıyan yerli bir kadın giyim ve kuşamıyla hayal dünyamızda bizi farklı dünyalara yelken açtırmıştı. Dikkatimi çeken diğer bir konu da yol boyunca gördüğümüz özel üniversite ve okul reklamlarıydı. Öğrendiğimize göre bünyesinde barındırdığı çok sayıda eğitim kurumundan dolayı "üniversite şehri" olarak da bilinmekteymiş. Ayrıca 1945-1949 yılları arasında gerçekleşen Endonezya Bağımsızlık Hareketi’nin de başkentiydi. Bali’den sonra Endonezya’nın ikinci en meşhur turistik yerleşim merkezi olan Yogyakarta tarihte birçok krallığa beşiklik yapmış tapınaklarıyla şöhret kazanmış bir şehirdir.

Daha sonra öğrendiğimize göre burada özel ve mahalli medreseler resmi devlet okullarından çok daha fazlaydı. Bu devletin de işini kolaylaştıran bir yöntemdi. Devlet her okula belli derslerin okunması şartından başka müfredata karışmayarak hepsinin diplomalarını geçerli sayıyordu. Bu durum yaygın bir şekilde devlet okullarından daha fazla özel medrese ve üniversite anlamına geliyordu. Devlet belli şartları yerine getirdikleri takdirde tüm özel okulları resmen tanıyarak eğitim yükünü büyük ölçüde özel teşebbüs alanı olarak şahıslara ve cemiyetlere bırakmıştı.

Daha sonra öğrendiğimize göre bu özel okul ve medreseler dini cemaatlere aitmiş. Endonezya’da bu anlamda iki büyük İslâmi kuruluş veya cemaatten bahsedilebilir. Bunlardan birisi daha reformist bir çizgiyi temsil eden “Muhammediyye” adındaki grubun açtığı eğitim müesseseleridir. Bu kurumlar daha çok cemaatin kurucusu olan Ahmed Dahlan adına kurulan okul ve üniversitelerden oluşuyor. Bu üniversitelerden birinde hocalık yapan bir akademisyenin verdiği bilgiye göre bu cemaate ait üniversite sayısı yaklaşık 170 olarak ifade edildi.

Diğeri ise âlimlerin yeniden dirilişi veya uyanışı anlamına “Nahdatü’l Ulema” adındaki daha geleneksel bir çizgiyi temsil eden yapılanmadır. Birbiriyle zıt iki kutbu temsil eden bu cemaatler dışında üçüncü bir grup ta -daha sonra bahsedeceğim bizim İslâmabad’tan tanıştığımız arkadaşlardan Mustafa İsmail Hoca’nın başında olduğu- ümmetin inşası veya kuruluşu anlamına gelen “Binaü’l Ümme” medreseleri. Bunlar bu zıtlaşmaya katılmayarak her iki uç arasında daha mutedil bir çizgiyi temsil ettiklerini ifade ediyorlar. Yani ne Muhammediyye cemaati gibi mezhepleri dışlayan onları sapma olarak gören selefi ve reformist bir çizgiyi ne de Nahdatü’l Ulema gibi mezhepleri esas alan geleneksel muhafazakâr çizgiyi. Bu farklı yönelişleri dışlamaksızın ümmeti tüm renkleriyle kuşatma gayretinde olan bir anlayışı temsil ettiklerini söylüyorlar.

Endonezya’da önde gelen bu iki İslâmi grubun devletin ilanından önce kurulmuş olmaları altı çizilmesi gereken önemli bir ayrıntı. Bu aynı zamanda halk içinde ve devlet nezdinde kazandıkları itibar ve bağımsızlığın da temel kaynağı. Varlıkları aynı zamanda Endonezya Müslüman kimliğinin oluşması ve korunması anlamına gelmekte. Bu gruplar müntesipleri itibariyle 90 milyon kadar olan Nahdatü’l Ulema ve 30 milyon civarında olan Muhammediyye ile neredeyse toplumun yarısına tekabül eden devasa bir yapı. Bu cemaatler siyasette de ağırlıkları olan devlet içinde devlet diyebileceğimiz kadar güçlü kurumlar.

Bu kadar genel bilgiden sonra seyahatimize tekrar dönebiliriz. Fibaa’nın haber verdiğine göre saat 20:00’de otelde akşam yemeğinde bir araya gelecektik. Öyle de oldu. Akşam yemeğinde komisyonun diğer üyeleriyle de tanışma fırsatı bulduk. Komisyon üyelerinden bazıları akreditasyon sürecine internet üzerinden katılacaklardı. Malum gelişen teknik imkânlar artık oturduğunuz yerden dünyanın diğer ucundaki bir toplantıya katılma fırsatı veriyor. Yeter ki internet bağlantınız ve teknik alt yapınız buna imkân versin. En ufak bir arıza durumunda da her şey altüst olabiliyor. Tecrübeyle sabit.

Ertesi gün saat 9:30 gibi lobide bir araya geleceğimiz bilgisini verdiler. Yürüme mesafesindeki çok da uzak olmayan kampüse üniversiteye ait iki minibüsle nakledildik. Aslında akreditasyon öğle saatlerinde başlayacak olmasına rağmen üniversite bu bağlamda büyük bir karşılama ve açılış töreni hazırlamış. Hem üniversiteyi tanıtma hem de gelen misafirleri tüm hocalarıyla birlikte “Hoşamedid” hoş geldiniz anlamında güzel bir karşılama programıydı.

Hayatımda ilk defa bayan bir öğrencinin Kuran tilavetiyle açılış yapıldığına şahit oldum. Malum gerek bizim ülkemizde gerekse Arap coğrafyasında henüz kadınların erkeklere açıktan Kuran tilaveti dini olarak hoş karşılanmaz. Bunla ilgili tartışmalar uzmanlarının malumudur. Kadının sesi haram mı? Hangi şartlarda helal vs.? Dolayısıyla bu konu bizim coğrafyalarda halen hayrete mucip bir durum olmakla birlikte Endonezya ve Malezya gibi ülkelerde çok normal gibi. Bu hep mi böyleydi diye sorulacak olursa zannediyorum aslen şafi mezhebine bağlı olan bu toplulukta bunun mazisi çok eskilere dayanmasa gerek diye düşünüyorum. Kadın konusunda bu coğrafyaların daha farklı bir tecrübe ve geleneğe sahip oldukları genel bir tespit olarak zikredilebilir.

Bu karşılama töreninde şahit olduğum diğer bir tecrübe de burada öğretim üyesi olarak görev yapan bayan akademisyenlerin çoğunluğunun kapalı olmasına rağmen makyajlı olmalarıydı. İslâm coğrafyalarında ve özellikle de genç tesettürlüler arasında gittikçe yaygınlaşan bir trend, burada sanki normal gibiydi. Şahsen çok garip gelmesine rağmen cesaret edip bu konuyu sorma fırsatım olmadı. Böyle bir durumu Pakistan’daki Müslüman kadınların başlarını örtme alışkanlıkları konusunda da yıllar önce yaşamıştım. Cemaati İslâmi gibi bazı dini grupların dışında kadınlar, bir tül atarak başlarını kapatmış oluyorlardı. Bunu Pakistanlı arkadaşlara ve hocalara sorduğumda, niye böyle olduğu noktasında ciddi tatmin edici bir cevap alamamıştım.

Bu sorularla elbette fıkhı bir tartışmayı bu sayfalara taşımak gibi bir niyetim yok. Bu yeni tecrübemle birlikte kafamda oluşan soruları dostlarla paylaşarak hem İslâm coğrafyalarındaki farklılıklara dikkat çekmek, hem de bu soruların cevabını ararken ve belki de ne yapılması gerekir noktasında yeni bir hassasiyetin oluşmasına katkıda bulunmak istiyorum.

Biz üniversite de işimizin başında sorumluluğumuzu yerine getirirken hanım otelde kalmıştı. Öğle yemeğini müteakiben planlandığı şekilde görüşmelere ve üniversiteyi denetlemeye başlamıştık. Önce öğretim personelini dinledik ve onlara belli konularda, alanları ile ilgili sorular yönelttik. Dil İngilizce olduğu için bazı öğretim üyeleri hem sorularımızı anlamakta hem de cevap vermekte oldukça zorlanıyorlardı. Gerçi bu toplantılar için özel tercümen ayarlanmış olsa da yine iletişim zorlukları yaşayabiliyorduk.

Akşam yemeğini de üniversite de ikram ettiler. Üniversitenin Rektörü Almekin beyle açılış esnasında tanışmıştık. O da bu fakir gibi bir zamanlar Heidelberg Üniversitesi’nde hem de zaman dilimi olarak aynı dönemde doktora yapmıştı. Bu bakımdan rahatça Almanca anlaşabiliyorduk. Farklı hocalarda doktora yaptığımız için olsa gerek o dönemden bir tanışıklığımız olmamıştı. Buna rağmen aynı üniversiteden olmamız hasebiyle çok yakın ilgilendi. Bunu fırsat bilerek yarın sabah akredite programımız başlamadan önceki vakti, şehri gezerek değerlendirmek istediğimi haber verdim. Hemen ilgilenerek yarın bize mihmandarlık ve rehberlik etmeleri için gerekli talimatları verdi. Ertesi gün sabah erkenden otelden bizi alarak tarihi olarak önemli birkaç merkezi gezdireceklerdi.

Aslında bizim dönüş biletimizi aldığımız son gün için bir gezi programı organize etmişlerdi. Maalesef program bize geç haber verildiği için son günkü gezi programına katılma imkânımız yoktu. Bu sebeple her yere gidemesek de zamanın imkân verdiği nispette bazı yerleri gezmek ve burada oluşumuzu hakkını vermek istiyorduk. Kim bilir belki bu topraklara tekrar gelmek nasip olur diye ümit ederek, elimizdeki fırsatı değerlendirmeye çalıştık.

Ertesi gün tam zamanında bizi almaya geldiler. Üniversite’de İngilizce öğretmenliği yapan Nana ismindeki bir bayanı görevlendirmişlerdi. Genel olarak çok nazik bir toplum olan Endonezya halkı gibi bu bayan da çok saygılıydı. İki gün boyunca sabahları bizi alarak şehrin gidebileceğimiz önemli yerlerini birlikte gezdik.

İlk gittiğimiz Hindu tapınağı büyük ölçüde eski orijinal halini korumaktaydı. İçerisi karanlık olmakla birlikte telefonlarımızın yardımıyla içeriye girerek nasıl bir tapınak olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Rehberimiz olan Nana Hanım bildiği kadarıyla tapınağın etrafındaki figürlerin ne anlama geldiklerini bize açıklıyordu. Tapınak dört köşeli olarak yapılmış ve her bir tarafında Hindu dinine ait önemli bir tanrı sembolü vardı. Çok kollu bayan figürünün Hinduların Vişna adlı verimlilik sembolü olan tanrıçaları olduğunu söylüyordu. Diğer bir tarafta uzun sakallı bir ihtiyarın hikmeti ve bilgeliği simgelerken, yine diğer bir köşedeki fil başlı figürün güç ve kuvveti temsil ettiğinden bahsediyordu. “Sambisari Mabedi” adını verdikleri bu tapınak yerden yaklaşık 4-5 metre aşağıda top sahasından daha genişçe bir alanın tam ortasına yapılmıştı. Tapınak yapı olarak çok büyük olmamakla birlikte mimari olarak çok iyi tasarlanmış ve dolayısıyla da ileri bir kültürü temsil ediyordu. Dört taraftan da merdivenlerle bu alana inilerek mabet ziyaret edilebiliyordu. Resimler çekerek tapınaktan ayrıldık.

Fazla vaktimiz olmadığı için buradaki ziyaretimizi kısa tutarak, şehre yaklaşık 17 km. uzaklıkta olan yeni hedefe doğru harekete geçtik. Dünyanın en enteresan “Bin Tapınak” manasındaki Temple Winsu’nun da içerisinde olduğu bu büyük mabetler kompleksi, gerçekten Endonezya’ya yolu düşenlerin mutlaka ziyaret etmeleri gereken bir yer. Elbette dinlere ve farklı kültürlere ilgisi olanlar için çok güzel, görsel bir şölen bu bin yıllık eski tapınakları gezmek.

Bu tapınak hakkında kısaca bilgi vermek gerekirse, Prambanan Tapınağı (Candi Prambanan) Endonezya’nın Orta Cava ilinde, 9. yüzyıldan kalma bir Hindu tapınağı kompleksidir. Güneydoğu Asya’daki en büyük Hindu tapınaklarından birisi olan bu tapınak Endonezya’daki en büyük Hindu tapınağıdır. Hint mimarisinin tipik uzun boylu ve sivri mimarisi ve büyük tapınak kompleksi içindeki 47 metre yüksekliğindeki merkez binası ile gerçekten görülmeye değer bir mimari.

Yaklaşık 50 Avro civarında yüksek bir meblağla ziyaret edilebilen Prambanan Tapınağı, “Bin Tapınak” adıyla da anılan gerçekten ortada büyük bir merkezi tapınağın etrafında yüzlerce tapınağın olduğu bir Hindu mabediydi. Miladi 750 yıllarında yapılmış olan tapınak 75 sene içerisinde tamamlanabilmiş. Enteresan bir yapıya sahip olan bu tapınağı gezdikten sonra bu kompleksin içerisinde olan diğer tapınakları uzaktan resim çekerek ziyaret edebildik.

Buraları gezerken insan hayretler içerisinde kalıyor. Bu topraklarda insanlar nelere, tanrı diye tapmışlar, hayret etmemek mümkün değil. Bununla da kalmamışlar, taptıkları bu tanrılar için devasa ve mimari açıdan benzersiz ibadethaneler inşa etmişler. Bunları görmek ve bu toprakların kültür zenginliklerini tanımak insana bir taraftan huzur verirken, diğer taraftan insan denilen varlığın nelere tapabildiğini görerek, kendi dininize ve inancınıza olan saygınız artıyor. Bu sebeple Kuran’daki dünyayı gezip eski kültürleri ve kavimleri tanımakla ilgili ayetlerin ne anlama geldiğini daha iyi kavrayabiliyorsunuz. Bize saçma gelen birçok dini inanç, milyonlarca insanın hakikatleri olmuş ve olmaya da devam etmektedir. İbret almak isteyenler için çok enfes bir açık hava müzesi bu topraklar.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Yogyakarta ülkenin Bali’den sonraki en önemli turistik merkezlerinden biri. Aynı zamanda da başkent Cakarta’dan sonraki ikinci en büyük yerleşim merkezi. Tabiat güzellikleri yanında tarihi olarak Budist ve Hindu tapınaklarıyla önemli bir kültür mirasına ev sahipliği yapıyor.  

Dünyanın en büyük Budist tapınağı olduğu söylenen Borobodur tapınağı da Yogyakarta şehrine 42 km. uzaklıkta olduğunu öğreniyoruz. Maalesef zaman darlığından dolayı bu mabedi gezme şansımız yok. Yapacak bir şey yok, öyle ya dünyanın bir ucundan buraya kadar gelsen de nasip olmayınca elden ne gelir.

45 dakikalık bir yolculuktan sonra ulaşılabilen bu tapınak gerçekten görmeye değerdi. Miladi sekizinci yüzyılda kurulmuş olan Borobodur tapınağı 2672 rölyef ve 504 Buda heykeline ev sahipliği yapıyor. 14. yüzyılda İslâmlaşan bu coğrafyada tapınaklar kendi kaderine terkedilmiş. Ta ki 1814 yılında tekrar keşfedilene değin doğal afetler ve depremlerle harabe haline gelmiş olan tapınaklar 1975 yılında UNESCO ve Endonezya devleti iş birliğiyle yeniden onarılmış.

Atalar ne demiş “Hamama giren terler.” Gerçekten Endonezya’da gezerken mevsim özellikleri sebebiyle hamama girmiş kadar oluyorsunuz. Yaklaşık senenin her mevsimi 25-30 derece arası bir sıcaklığa sahip olan bu coğrafya, bizim ziyaret ettiğimiz Muson yağmurlarının da etkisiyle, tam bir rutubet şöleniydi. Akdeniz ve Karadeniz sahillerinde yaşayanlar bu rutubetin ne anlama geldiğini çok iyi bilirler. Durduğunuz yer de vıcık vıcık terliyorsunuz. En tehlikelisi de bu terli halinizle tam klimalı bir arabaya binmek durumunda kalmanız. Hastalanmak için tüm şartlar mükemmel. Dolayısıyla her arabaya bindiğimiz de şoför beye klimayı kapatmasını rica ederek, terlemeye devam etmeyi soğuk klima şokuyla çarpılmaya tercih ediyorduk.

Vaktimiz dardı ve akredite oturumları üniversite de başlamak üzereydi. Fazla bir gecikmeden Üniversiteye vasıl olduk. Grubumuz ikiye ayrılarak farklı fakülteleri bilfiil ziyaret etmemiz planlanmıştı. Frau Maya ile Usulüd’din fakültesini ziyaret ettik. Fakültenin bayan dekanı bizleri güler yüzle karşıladı. Önce bizleri fakültenin kütüphanesine götürdüler. Burada dikkatimi çeken özel bir bölümün sadece İran ve kültürüne tahsis edilmiş olmasıydı. İran konsolosluğu bu odayı içerisindeki kitaplarla birlikte üniversiteye bağışlamıştı. Elbette odanın en görünür yerinde bir Humeyni portresini de ihmal etmemişlerdi. Şia’nın yaklaşık sadece %1 oranında olduğu 280 milyonluk sünnî bir ülkede böyle bir manzara anlayana çok şey ifade ediyordu. Elin oğlu bir taraftan Suriye ve Irak’ta elini kana bularken diğer taraftan da Şia propagandası yapmaktan geri durmuyordu.

Buradan sonra video çekim yapmak için özel donanımlı bir odaya götürdüler. Pandemi döneminde oluşturdukları bu oda istedikleri zaman bir uzmanı davet ederek yayın yapabilecekleri bir imkândı. Doğrusu Batı’da bile pek çok üniversitenin sahip olmadığı bir donanımdı.

Daha sonra görme özürlü öğrencilerle ilgili bölümü ziyaret ettik. Burada özürlü öğrencilerin dersleri takip edebilmeleri için gerekli teknik altyapı oluşturulmuştu. İhtiyacı olan öğrenciler bu merkeze başvurduklarında onlara yardımcı olacak bir ekip emre amade hazır bekliyordu. Burada birkaç öğrenciyle tanışarak hal ve hatırlarını sorduk. Elbette görme imkânı olmayan bu öğrenciler gönül dünyalarındaki zenginliklerini coşkularıyla ortaya koymaktaydılar. Ne kadar içten sevindikleri her hallerinden belliydi. Bu bölüm ittifakla tüm akredite komisyonunu pozitif etkileyen güzel bir imkândı.

Daha sonra tekrar rektörlük binasına dönerek komisyon üyeleriyle bir araya gelip gördüklerimiz hakkında fikir alışverişinde bulunduk. Bugün öğrencilerle bir araya gelecektik. Görüşeceğimiz öğrenciler konularına çok iyi hazırlanmışlardı. Öyle ya akredite edilen kendi mezun oldukları veya olacakları kurumdu.

Batı’da normal bir durum olan yönetimin her seviyesinde olmak zorunda olan öğrenci temsilciliğini anlatmakta zorluk çektik. Onlara yönetimde temsil edilip edilmediklerini sorduğumuzda bizdeki öğrenci kulübü anlamındaki faaliyetlerden bahsediyorlardı. Anlaşılan İslâm coğrafyalarında öğrencinin yönetime iştiraki meselesi daha bir zaman daha beklenmesi gereken bir gelişmeydi. Batı’da üniversitenin her seviyedeki karar alma mekanizmasını yürüten kurulunda mutlaka bir veya birden fazla öğrenci temsilcisi vardır. Bu öğrenciler bu kurulun tabii ve oyu geçerli bir üyesidir. Bu sayede üniversite de alınan tüm kararlar şeffaf bir şekilde ve öğrencilerin de yetkili olarak katıldıkları birimlerce karara bağlanır.

Her şeye rağmen güzel bir görüşme oldu. Eğitimde öğrenci ve hocalar arasındaki ilişki hakkında bir kanaat oluştu. Mezun olanların üniversiteyle ilişkilerinin ve desteklerinin ne ölçüde devam ettiği meselesi diğer bir konumuzdu. Bu konuda da özellikle internet üzerinden kurulan gruplarla öğrencilerin organize oldukları belli olmuştu. Akşam vakti otele döndüğümde hanımla birlikte yürüyüşe çıkalım dedik. Maalesef kaldırımlar yayalar için daha doğrusu yürümek için çok da elverişli değildi.

Dikkatimizi çeken diğer bir durum da yol boyunca oluşturulmuş küçük büfe şeklindeki lokantalardı. Buralar özellikle öğrenciler için karınlarını çok ucuza doyurabilecekleri mahalli imkânlardı. Bizdeki simitçileri ve el arabasıyla bir zamanlar köfte ekmek satan ya da pilav vs. satan seyyar satıcıları düşünün. Bunlar yolun bir tarafını seyyar arabalarıyla tutmuşlar ve yere serdikleri basit bir hasır ya da kilimle müşterilerine hizmet ediyorlardı. Müşterilerin çoğunluğu gençlerden oluşuyordu. Buradaki gençler arası kız erkek ilişkisinin çok rahat olduğu ilk intibalarımız arasındaydı. Elbette birkaç gün içerisinde bu konuda sağlıklı bir gözlem yaptığımızı söylemek haksızlık olur. Bunlar ilk elden ve kısa anlık gözlemlerle elde ettiğimiz tecrübeler.

Ertesi gün birkaç sene yeniden harekete geçerek lavlar püskürten volkanik bir dağın eteğindeki bir müzeye gittik. Müze ormanın içerisinde oluşturulmuş küçük bir mekândı. Müze ziyareti maalesef benim için bir fiyaskoydu diyebilirim. Zira müze bir önceki Java Kralı’nın müzeye hediye ettiği yöresel müzik enstrümanları ve kendi özel hayatlarına, eğitimlerine, giysi ve diğer özel yaşantılarına ait bilgilerden öte bir şey sunmuyordu. Belki de benim seviyem bunların kıymetini bilmeye idrake müsait değildi. Böyle düşündüğümü elbette bize rehberlik eden Nana Hanım’a söyleyemedim, ama eşimle paylaştım. Gerçi 1,5 saatlik bir mesafe aynı zamanda köylerden ve farklı insan manzaralarından oluşan binlerce tropikal bitki arasında, tabiatın içerisinde renkli bir yolculuk demekti. Bu da sonuçta tekrar yaşanması mümkün olmayan bir kazanç değil miydi?

Kaderimize rıza göstererek mutlu bir şekilde üniversiteye doğru yola çıktık. Eşimle de üniversiteye birlikte gidip ora hakkında bir fikir sahibi olmasının otelde kalmasından daha iyi bir fikir olduğu konusunda mutabık kalmıştık. Nana kızımız (artık dostluk ilerlemiş ve o bizim kızımız olmuştu) kendisi için bir engel olmadığını söyleyince birlikte üniversiteye geldik. Yemekleri birlikte yedikten sonra bir işimizin başına döndük. Zira bugün artık son gündü ve son toplantılarla birlikte son değerlendirmeler yapılacak ve akreditenin sonucu ilan edilecekti.

Medrese tedrisatı

Bu akşam özel bir yemeğe davet edilmiştik. Ben mazur görülmemi istirham ederek bu akşam için yıllar önce Pakistan’da birlikte okuduğumuz Mustafa İsmail Hoca’yla bir araya gelecek ve onların eğitim medreselerini ziyaret edecektik. Sonuç bildirgesinin yani akredite sonuçlarının ilan edildiği son oturuma katılmayarak bizi almaya gelecekleri otelimize döndüm. Ama bir problemimiz vardı. Benim zihnimde buluşacağımız arkadaşla ilgili hiçbir iz, resim yoktu. Acaba bir şekilde tanıyabilecek miydim? Elhamdulillah Mevlâ’nın inayetiyle bu problemi de kolayca aşıverdik. Zira arkadaş eşiyle birlikte gelecekti. Ben de lobide yanında eşi olan bir çift ararken bir çift gözle göz göze geldik. Acaba diyerek yöneldiğim Arap cellâbiyeli arkadaş da bana doğru hareket edince düğüm çözülmüş oldu. Sarıldık birbirimize. Eşine de hoş geldiniz dedikten sonra eşimi çağırmak için izin istedim. Daha önce telefonla haberleştiğimiz için hanımda hazır kıta bekliyordu. Öyle ya ilk defa Endonezyalı bir dostumla ailecek görüşme imkânımız olmuştu. Birlikte lobiye inerek geldikleri arabayla yemek yiyeceğimiz lokantaya doğru hareket ettik. Gittiğimiz lokanta bu yörenin en eski geleneksel lokantalarından biriymiş. Elbette kendi lokanta kültürümüzle kıyaslayarak bir haksızlık yapmak istemem. Ama hayatımdaki ilk tatlı yani bal sosuna batırılmış balığı bu da ne diye şaşırmama rağmen çok fazla büyütmeden yedik. Aynı şaşkınlık bir yan masadaki eşimin hal ve tavrından da anlaşılıyordu. Mustafa kardeş aynı zamanda Medresenin yöneticisi olan iki arkadaşını ve medrese de muallimlik yapan bacısını da yemeğe davet etmişti. Yemekten sonra diğer yönetici amcalarla vedalaştıktan sonra medresenin yolunu tuttuk.

Medreseye vardığımızda bizleri hiç ummadığımız bir manzara bekliyordu. Çok kalabalık bir salonda yer minderine oturmuş yüzlerce öğrenci bizleri bekliyordu. Böyle bir manzarayla karşılaşacağım aklımın ucundan dahi geçmemişti. Ben bir şekilde dershaneleri ve belki birkaç öğrenciyi görürüz diye beklerken tüm öğrenciler toplanmış bizi bekliyorlardı. Manzara karşısında o kadar etkilenmiştim ki ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Geleneksel kıyafetler içerisinde sizin gözlerinizin içine bakan bin civarında öğrenci. Bir bu kadar da kız öğrencinin üst katta bizi dinlediklerini söylediler. Bunlar ilkokuldan başlayarak lise sona kadar bu medresede tedrisat gören öğrencilerdi.

Mustafa İsmail’e şimdi ne olacak dediğimde sen bunlara konuşma yapacaksın dedi. Hoppala bundan benim niye haberim yok diye itiraz etmek istedim. Ama nafile artık ok yaydan çıkmış, meclis toplanmış ve sizde öğrencilerin önüne getirilmişsiniz. Kaç bakalım kaçabilirsen.

Mustafa Hoca hamdele ve salveleden sonra kısaca beni tanıtarak benim Avrupa’da İslâm davetiyle alakalı bir konuşma yapacağımı söyledi. Hangi dille konuşmamın münasip olacağı sorusuna Arapça daha iyi olur dediler. Zira çocukların hepsi tüm eğitimleri boyunca aynı zamanda Arapça dersi alıyorlardı.

Bismillah diyerek söze başladık. Allah’a sığınarak çocuklara yaptıkları işin ne kadar kıymetli olduğunu söyleyerek söze başladım. Kendi kıymetlerini ve yaptıkları işin büyüklüğünü anlamaları için bazı misaller verdim. Daha sonra medresenin ismi olan “Binaü’l ümmah” terkibinden hareket ederek bunun ne kadar kutlu bir misyon olduğunu ve bunu yapmak için nelere dikkat edilmesi gerektiğini ayetler ve hadislerle birlikte dilim döndüğünce ifade etmeye çalıştım. Mustafa Hoca arada benim söylediklerimi kısaca kendi dillerine aktararak, anlamakta güçlük çekecekler için işi biraz daha kolaylaştırıyordu.

Bir ara öğrencilerin bir kısmının göz kapaklarının kapanmaya başladıklarını görünce öğrencileri ayağa kaldırarak birlikte salavat getirdik. Daha sonra hayat boyu kendilerine ışık tutacağına ve rehberlik edeceğine inandığım Müslüman kimliğini inşa eden değerlerden bahsettim. Bulunduğum Avrupa ülkesinden ve Müslümanların karşılaştıkları bazı zorluklardan kısaca bahsederek böyle bir İslâm beldesinde yaşamalarının ve böyle bir medrese de eğitim görmelerinin kendileri için ne kadar büyük bir nimet olduğunu söyledim. Çok fazla onlara eziyet etmemek için bana dua etmeleri ricasında bulunarak, ismimi birkaç defa tekrar ettirdikten sonra sözlerimi kısa bir dua ile bitirdim.

Çocuklar yani medrese talebeleri benim söylediklerimden neyi ne kadar anlamışlardır elbette bilemiyorum. Ama ben kendi adıma bu çocuklarla ve gençlerle bir araya gelmiş olmaktan dolayı çok mutlu olmuştum. Bu mutluluğumu da he orada hitap ettiğim öğrencilere hem de bu hatıramı paylaştığım herkese söyledim. Bu yolculuk sadece bu ziyaret için bile yapılmaya değerdi. Sanki de bu hadise Endonezya gezimizin en önemli zirve noktasıydı. Rabbim bu ikramla bu coğrafyaya yaptığımız seferi taçlandırmıştı.

Daha sonra bizi tekrar otele bıraktıklarında eşim de konuşmamdan dolayı tebrik edip güzel olduğunu dile getirince bir daha mutlu oldum. Eşim beğenmişse elbette Rabbim de beğenmiştir ve salih bir amel olarak hanemize yazmıştır diye ben de Rabbime tekrar hamd ettim. Yaklaşık iki ay sonrasında bu satırları yazarken bile aynı mutluluğu yeniden yaşatan Rabbime binlerce kere, yarattığı zerreler miktarınca hamd ü senalar olsun. Bizi rahmetinden, hidayet ve inayetinden mahrum etmesin.

Ertesi gün tam bir gün süren yorucu bir yolculuktan sonra Frankfurt havaalanına sabah saatlerinde vasıl olduk. Bu sefer iki numaralı oğlum Yusuf Emre bizleri karşıladı. Henüz beş aylık olan torunumuzla geçirdiğimiz muhteşem bir günün akabinde kendi evimize doğru yola revan olduk.

Bu güzel insanlar ve onların yaşadığı belde hakkında ben bu notları almaya çalışırken Cava adasında meydana gelen depremle birlikte biz de hüzünlendik. Endonezya’nın Batı Cava eyaletine bağlı Ciranjang şehrinin 18 kilometre güneybatısında meydana gelen 5,6 büyüklüğündeki depremde hayatını yitirenlerin sayısı 310’a çıkmıştı. Mevlâ’mdan ölenlere rahmet, geride kalanlara da sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.

Bu güzel coğrafyanın çilekeş insanları daha öncesinde de Tsunami ile sarsılmışlardı. 2004 yılında Endonezya’nın Sumatra Adası’nın en kuzeyinde bulunan Açe bölgesinde 170 bin kişi can vermişti. “Pasifik Ateş Çemberi” olarak da adlandırılan deprem ve volkan kuşağında bulunan Endonezya’da, yaklaşık 130 aktif yanardağ bulunmakta ve zaman zaman bu volkanlar lav püskürterek can ve mal kaybına sebebiyet verebilmekteler.

Mevlam Endonezyalı kardeşlerimize başka büyük acılar yaşatmasın. Kişilikleri ve ahlaklarıyla ümmete örnek bu güzel insanların bahtını Mevlâ’m açık eylesin. Onların bu güzel hasletlerini ümmetin diğer topluluklarına da bahşetsin.

Ya Rabb! Bu güzel insanları tüm şerlerden ve şerlilerden koru! Bizlerle kardeş kıldığın bu insanlarla rızanı kazanabilecek daha büyük dostlukları ve salih amelleri bizlere bahşeyle!

Merdan Güneş