Ahmet Kabaklı Makas’ta
Makas dergisinin 10. sayısının kapağında Ahmet Kabaklı var. Her sayısını edebiyat dünyamızın önemli bir ismine adıyor Makas. Bu sayıda Ahmet Kabaklı üzerine yazılar, söyleşiler yer alıyor. İlk paylaşımım Hacer Yeğin’in Servet Kabaklı ile geçrekleştirdiği söyleşiden olacak.
“Ahmet Kabaklı’nın “hocaların hocası” vasfıyla Türk Edebiyatı Cemiyeti ve Türk Edebiyatı Vakfı’nda yetiştirdiği insanlar dahi bugün edebiyata yön veren kişilerdir. Bu vakfın rahle-i tedrisatından geçmiş olanlar; Kudüs’ü de, Filistin’i de, Bakü’yü de, Bosna’yı da, Almaata’yı da yazmıştır. Sadece bir cenahın temsilcisi olarak kalemini oynatmadığı için Ahmet Kabaklı’nın vizyonu çok geniştir. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” sloganı ve onun gerektirdiği yaşam tarzı, bize Kabaklı Hoca’nın mirasıdır, biz de o mirası elimizden geldiğince taşımaya devam edeceğiz.”
“Birgün yengemle ufak bir tartışma yaşamışlar, arabasıyla gelip beni okuldan aldı, beraber Kumburgaz’daki yazlığa gittik. “Sen ders çalışacaksın, ben de yazımı yazacağım” dedi. Akşama doğru yemek yaptım; birlikte yemeğimizi yedik. Sonra çıktık, beraber eve geldik. Yengem kapıyı açtığında; “Ahmet, özledim seni!” dedi, “Ben de seni özledim canım” dedi ve sarıldılar. Başka bir zamanda yurda telefon edip beni, kurucusu olduğu Türk Edebiyatı Cemiyet’ine çağırdı. O sıralarda benim “Mermer ve İnsan” adlı şiirim yayınlanmıştı, yaklaşık yirmi bir yaşındayım. Amcam taksinin parasını verdi, yukarı çıkıp odaya girdiğim anda titremeye başladım. Karşıda Necip Fazıl oturuyordu; bana şöyle bir baktı ve: “Ulan, sen kim oluyorsun?” diye gürledi, ismini duyduğumuzda titrediğimiz kişiyi karşımda görünce dayanamayıp ağlamaya başladım. “Benim önümüzdeki seneye yazacağım şiiri, sen benden önce yazmaya utanmıyor musun?” deyince bu anı, benim için unutulmaz oldu.”
“Dergicilik, dünya görüşü, kamuoyu oluşturma noktasında son derece önemlidir. Köroğlu’nun; “Delikli demir çıktı, mertlik bozuldu” ifadesindeki gibi internet, sosyal medya aracılığıyla yazın dünyası büyük yara aldı. Artık bu iş, birkaç gönül insanın sırtlandığı kendi kendini götürmekte zorlanan mekanizmalar hâline geldi. Türk Edebiyatı Vakfı Dergisi de edebiyata gönül vermiş insanların bağışlarıyla, reklam gelirleriyle ve desteğiyle devam ediyor. Divan Edebiyatı, Servet-i Fünun, Cumhuriyet edebiyatı ve diğer bütün akımlar, dergilerin üstünde yükselebilmiş ve varlık bulmuştur. Dergicilik; aynı zamanda aynı hedefe baş koymuş, aynı fikriyat ve hissiyatı paylaşanların ortak mecrası olması hasebiyle de çok mühimdir. Yazın dünyasında ürettiğiniz bir şeyin muhatap bulması için bir mecra lazım; siz bir şiir yazıyorsunuz, onu okuyan biri alıyor, besteliyor ve o bir türkü olarak ölümsüzleşiyor. Bu farkındalık ve bilinç düzeyi ile bir derginin sayfaları arasında kaybolan sonra kendisini bulan insanlar sayesinde zor koşullarda da olsa dergiciliğin devam edeceğini düşünüyorum.”
“Çok okusunlar, okudukça dolacaklar, doldukça gönüllerinden taşanı kaleme döksünler. İster şiir, ister deneme, ister hikâye ya da roman olarak, hangi türde kendilerini yetkin görüyorlarsa üretsinler. Peki, neyden uzak dursunlar? Uzak durmaları gereken tek şey var; bağnazlıktır. “Ben, bu fikrin adamıyım, şucuyum, bucuyum” toptancılığına katiyen tevessül etmesinler. Çünkü günü geldiğinde eleştirdikleri insana, hayranlıkla bakabilirler. Farklılıklara açık olarak gençlerin tüm değerlerimizi derinlikli olarak incelemeleri ve kendi bünyelerinde harmanlamaları gerekiyor.”
Şeyh’ül muharririn
Hifa Yeksan yazısında Şeyh’ül Muharrir’in Ahmet Babaklı’yı anlatıyor. Dikkat çekici tespitler var yazıda. Kabaklı’yı yakından tanımak isteyenler için önemli noktalara değinmiş Yeksan.
“Kurucusu olduğu Türk Edebiyatı Vakfı’nı bir mektep hâline getirir, genç yazar ve şairleri: “Sizi buraya devamlı bekliyoruz. Biz imtihan yapmıyoruz, diploma vermiyoruz ama burası da sizin okulunuzdur.” diyerek içtenlikle davet eder. Kabaklı, burada birçok öğrenci yetiştirir; şiirlerde üstadlar konuşturulur, hikâyede yeni kalemler dinlenir, bileği bükülmeyecek, kararlı, iddialı yazarlar buradan neşet eder. Türk Edebiyatı Vakfı, 1980 yılında da Necip Fazıl Kısakürek’e “Sultan’üş Şuara” ünvanını verir. Dergi, en yüksek trajını 1983 yılının Temmuz ayındaki Necip Fazıl Özel Sayısı ile yakalayarak otuz bin civarında satılır. Ahmet Kabaklı, Necip Fazıl’a hayran olmayı bir sorumluluk işi olarak görür ve bu sorumluluğu şöyle tanımlar: “Necip Fazıl’ı anıyorum, seviyorum demek de bir kalite meselesidir. Kolay değil, ‘Nesini seviyorsun, hangi şiirinden ürperdin?’ diye sorarlar. Hangi düşüncenin yolundasın, hangi düşünceyi onun kadar ifade edebilecek bir lisana ulaştın? Bu suali öncelikle kendinize sormak durumundasınız. Kültürsüz gidilmez, kültürsüz memlekete sahip olunmaz. Necip Fazıl memlekete sahip oldu, bir nesli terbiye etti, bir nesli harekete geçirdi; nesliyle, kültürüyle, bu kültürün ardındaki büyük inancıyla ve Allah’ın verdiği şairlik kabiliyeti ile. Ama bunu yapan insan sizden de bir keşif bekliyor.” Vefanın en büyük örneklerinden birini ise Ahmet Haşim’e karşı gösterir. 90’lı yılların sonunda Mehmet Nuri Yardım’dan Ahmet Haşim’in kayıp olan mezarını araştırmasını, ister. Araştırmaları sonucu Haşim’in mezarını perişan bir vaziyette bulan Mehmet Nuri Yardım, bu durumla ilgili Türkiye Gazetesi’nde üç ayrı haber yaparak 2000 Yılı Gazetecilik Başarı Ödülü’nü alır. Ahmet Kabaklı da Haşim’in mezarının bulunması üzerine “Ahmet Haşim’e Türbe” adlı bir yazı yazarak hissiyatını dile getirir.9 Rasim Özdenören’in ifadesiyle; “Bazı insanlar eserlerinin arkasında kalır; bazıları da eserlerinin önüne geçer. Ahmet Kabaklı hoca şahsiyetini eserlerinin önüne çıkartmıştır. Eserlerinde fark edilmeyen cerbezesi, albenisi, şahsında toplanmıştır: Şahsındaki sevimlilik, sempati, babacanlık, ruh temizliği, hizmet ehli oluşu, insanlara şefkat ve merhametle yaklaşması, sanıyorum onun şahsiyetini özetleyebilecek niteliklerdir.”
Üniversite okuma rehberi
Savaş Ş. Barkçin “Üniversiteyi Nasıl Okumalıyız?” adlı yazısında gençlere bir üniversite rehberi sunuyor. Keşke gençler biraz olsa bu uyarıları dikkate alsalar da umut ettiğimiz gençler ile tanışma imkânımız olsa. Bu yazının bir dua niyetine geçmesini diliyorum.
“Türkçe’yi çok iyi bilmek ve güzel konuşmak zorundayız. Tahsilli bir insanın özensiz bir Türkçe konuşması ve yazması düşünülemez. Dilimiz düzgün olursa üslubumuz düzgün olur; dolayısıyla sözümüzü dinletmek de kolaylaşır. Zaten dilin de kendi hürmeti vardır, ona lâyık olmak gerekir. Ayrıca en az bir yabancı lisan bilmek gerekiyor. Herkesin İngilizce bildiği bir dönemde yanında muhakkak en az bir tane daha yabancı dil öğrenmeliyiz. Arapça, Rusça, Çince olabilir, zaten bu dilleri özellikle tavsiye ediyorum.”
“Kitap listelerinin uçuştuğu günümüzde, temel İslâmî bilgilerin elde edilebileceği akaid eserlerinin okunup özümsenmesi elzemdir. Kendimizi sapkınlıklardan muhafaza etmemiz için dinimizi; Allah ve Resulünün bize aktardığı şekilde anlamamız gerekiyor. Bunun dışında ilgi alanımız neyse bu konudaki temel kitaplarla başlayabiliriz. Bir de okuduğumuz alanı lütfen bizimle ilgili dünyadaki tek alan olarak görmeyelim. Bir bilimi, diğer bilimden kalın duvarlarla ayırmak; siyaseti iktisattan; mimariyi müzikten; felsefeyi matematikten ayırmaya çalışmak yerine engin bir birikime talip olmalıyız. Bütün bunlar üniversite hayatını bir tarla hâline getiriyor. O tarlayı nasıl ekersek ileride biçeceğimiz ekmeği kazanırız. Bugün benim ilgi alanlarım, söz söyleyebildiğim, bir-iki kelime edebildiğim konular üniversitede beni meşgul eden, eksikliğinden rahatsız olup biran önce tamamlamaya çalıştıklarımdır.”
“Biz Allah’ın kuluyuz, adam olmak zorundayız. Bu “adam”lık şuuru üzerine okulumuzu okuyalım. Tabi ki derslerimizde başarılı olalım, derece yapalım ama konulara içimizdeki cüzler olarak bakalım. Okulu ne fazla abartmak ne de önemsiz görmek gerekiyor. Bu yaşlarda bakışımızı netleştirip salimleştirelim ki daha sonra inşallah kendimize, ailemize, topluma ve insanlığa yapacağımız katkılar çok daha zengin ve özgün olsun.”
Göründüğün kadarsın
Görünür olmak, göründüğü kadar var olmak. Herhalde günümüz sosyal medya dünyasının en büyük çıkmazı ya da insanı içine aldığı cendere bu olsa gerek. Nazlı Özburun, sosyal medya ve görünür olma üzerine değerli bir yazı kaleme almış. Altını çizdiğim satırlar;
“Sosyal medya, yapısı gereği gerçekliği kullanan, kişiye bağlı olarak eğip bükülebilen bir alan. En masum niyetlerle kullanıldığında bile insanları depresyona sürükleyebilecek özelikler barındırıyor. Sürekli mutluluk pozlarına bakarak kendi hayatını değerlendirenler, hayatlarını gördükleri hayatlarla kıyaslayanlar, bir süre sonra mutsuzlaşıyor. Çünkü kıyaslamak en belirgin mutsuzluk nedenidir. Diğer taraftan mutluluk pozları veren, takipçi sayısını ve beğeniyi çok önemseyen sosyal medya aktörleri ise bu durumu devam ettirebilmek adına olmadıkları gibi görünmeye, sürekli merakı üzerlerinde tutacak bir şeyler yapmaya, güncel olanı sürekli farklı açılardan sunmaya çalışırken tükeniyorlar. Bunu bıraktıklarında yok olacaklarını bilmek ve içerlerinde bir yerde takipçilerinin, beğenilerinin gerçek olmadığını bilmek, sosyal medya aktörünü kıyısı olmayan ve akıntısı bol bir denizde sürekli yüzüyor hissiyle dibe çekebiliyor. Bütün bunları, sosyal medyayı en iyi kullanım hâlinde bile kişinin yaşayacağı olası negatif özellikler arasında sayabiliriz.”
“Ahlâktan, sorumluluktan ve duygudan yoksun, kendi içinde belirli kişilik bozuklukları yaşayan insanların gençlerin dürtülerini köpürttükleri videolar, sadece çocuklarımıza ve gençlerimize değil hepimizin geleceğine büyük zararlar veriyor. Gençler arasında tanınmış bir fenomeni takip etmek, yaptıklarından haberdar olmak, neredeyse değerli olmanın, popüler olmanın tek geçerli kriteri gibi algılanıyor. Sözde fenomenler ve ‘youtuber’lar kolay ve kısa yoldan eğlenceli bir iş yapıyorlarmış gibi marjinal hareketlerle beğeni toplayarak para kazanmayı, hayatı yaşamanın tek yolu olarak gösteriyorlar.”
“Eğitimciler ile işbirliği yaparak, çocuklara ve gençlere eğitimle ve öğrenmeyle kendilerini geliştirebileceklerini ve bu yolla dünyada başarılı olabileceklerini öğretebilmeliyiz. Çocukların okulda merak ve öğrenme isteklerini yeşertmenin yollarını bulmalıyız. En iyisinden öğrenme isteklerini öldürmemenin çabasında olmalıyız. Toplumda rol model olan insanların davranışlarına daha çok dikkat etmesini yasalarla ve yaptırımlarla sağlamalı ve bunun için denetleme mekanizmaları oluşturulmasını desteklemeliyiz.”
Yazı dilinin edebiyatı
9. sayısına ulaştı Mahfel. Bildik çizgisini devam ettirerek yolana devam ediyor. Sıcak bir duruşu var derginin. Her ne kadar Muhammed Menzevi'nin sert çıkışları derginin sesini yükseltse de yer ye buna da ihtiyacımız var diyoruz içimizdeki kırıkları gördükçe.
Dergiden yapacağım ilk paylaşım Hayri Tekgöz'e ait Yazı Dilinin Edebiyatı isimli yazıdan olacak. Edebiyatın kaynağı kelimeler ve harfler var yazıda. cümleyi oluşturan, edebiyatı vücuda getiren bir süreç. Geçmişten günümüze edebiyatın ne olduğuna dair tespitler var yazıda.
"EDEBİYAT; köken bakımından Arapça olmak üzere Elif, Dal, Be (Edb) harflerinden müteşekkil olup, nâziklik, usluluk, naiflik, incelik ve terbiyenin iyiliğine yönelik usuldür. Kelimenin açılımına bakıldığında insanoğlunun üretiminde meydana getirilen göze, gönle ve ruha dokunan güzellikler kümesidir. Dolayısıyla kişioğlunun üretim alanının bütününü kapsıyor. Konumuzu bu minvalde ele alacak olursak hafif bir geçişle mümkünse alfabeler dünyasına açılalım. Toplum içerisinde “edebiyat yapma” deyimiyle çokça karşılaşırız. Deyimin mahiyetine yöneldiğimizde zihnimizde bir canlılık, heyecan, tepki oluşacaktır. Olağan bir şeyin abartısına işaret eder ki öyledir. Yapılmış olanın, vasatlık düzeyini aşmıştır yahut çok üstündedir. Bu abartı ve aşma durumu, söz konusu edebiyat üzerinden bakıldığında, o eylemin “süslenmesi” anlamıyla ilişkilenecektir. Edebiyat yapma; mevzunun özü merkezde tutularak ve hatta dışına taşıp uzun uzun söz ile, fiiller ile konuşmak, onu ortaya koymaktır."
"Asya’dan Balkanlar’a uzanan coğrafyada Nebati kökenli Arabî yazı, Kur’an’ı Kerim’in nazil olmasıyla 6 ila 10. yüzyıl arasında temellendirilerek, 10. yüzyıl sonrasıyla Türkler eliyle cümleye kavuştu ve dünya yazı sanatları arasında zirveye tırmandı. Bu yazı biçimi her ne kadar Arabî yahut Arapça olarak adlandırılsa da Kur’anî yazı, İslami yazı, Arabî yazı, Farisi yazı, Türki yazı olarak da dillerde yer etti. 6. asırdan önceye ait ise maalesef elimizde çok az sayıda yazılı kaynak vardır. İslam’ın evveline ait yazılar söz konusu olduğunda karşımıza genelde “muallâkat” denilen yazıların mevcudiyetinden bahsedilir. Muallâkat, adından da anlaşılacağı üzere muallâkta olan, asılı anlamlarına gelir ki vaktiyle (cahiliye dönemi şiirleri olarak geçer) Kâbe duvarlarına asılan şiirlerin varlığına delâlet eder. Açıkçası bu yazıların özgün biçimlerini çokça araştırdım, maalesef temin edemedim. Cahiliye kavramı, dönemine vurgu yapmak adına siyasi kavramdır bir yönüyle. Sözlü geleneğe sahip olan Arabî kavimlerinin önde gelen şairleri müsabaka denilen anlayışla Kâbe’nin etrafında toplanır, bir tür şiir yarışması düzenlenirdi. Bu usul ve anlayış, o dönemin şiir geleneğini, kültürel yapısını da ortaya koymaktaydı, sözlü gelenek. Edebiyatları yazıdan ziyade, ekseriyetle sözün şiire ve ezbere dönüşmesiyle oluşmuştu denilebilir."
"Dolayısıyla Çin, Arap ve Latin olarak adlandırdığımız yazılar, dünyanın en önde gelen alfabeleri ve yazı sanatları konumunda olabilmeyi başarmışlardır. Kullanılan alfabelerin kazandıkları hüviyetleri ise, kullanılan diller tarafından edebi tasvirlere ve giysilere bürünerek gelişimlerini sürdürmeye devam etmektedirler. İşte bu yaşanılan tarihi vakıalar, sözlü geleneğin ruhaniyeti ertesinde, yazılı hale elverişli duruma getirilmiş ve kültürlerin edebi – âdâbının hayatiyetine büyük ölçekte yön vermiştir."
Berat Zarifoğlu ve Betül Zarifoğlu ile söyleşi
Ayşenur Çekmez Berat Zarifoğlu ve Betül Zarifoğlu ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Samimi bir sohbet Maahfel okuyucularını bekliyor. Cahit Zarifoğlu ile ilgili birçok bilgiye ilk ağızdan ulaşıyoruz bu söyleşi sayesinde.
"Gelen giden çok ve herkese sonsuz hizmet var. Büyüklere saygı, sevgi, edep... Babamın çok saygı duyduğu bir aile, annem de kanaatkâr birisi, dolayısıyla anlaşamamaları için bir sebep yok ortada. Sadece babamın çok yazıp az konuşması annemi biraz zorlamış o kadar. "
"Bir de zor yanları da vardı tabii ki. Mesela ev yerleştirirken, ben evimin eşyasını -çok da yoktu zaten mütevazı bir evimiz vardı- kendi isteğime göre koltuğumu vs. yerleştirmek isterdim. Ama Cahit derdi ki mesela “Ben masamı buraya yerleştirmek istiyorum çünkü ışık alıyor.” Ben de isterdim ki önce koltukları yerleştireyim, Cahit’in masasını da boş kalan yere yerleştiririz. Ama bunlar ufak tefek anlaşmazlıklardı tabii büyük bir sorun oluşturmadı."
"Evet ikimiz de birbirimize soramazdık neyi seversin diye. Ama yaşayarak öğrendik biz de. Birkaç ay sonra alıştık artık. Mesela ilk zamanlar yemeklerim güzel olmuyordu ama hiçbir şey demezdi. Yemeği de ondan öğrendim zaten. Çoğu şeyi ondan öğrendim. Emeği çok var bende. Onun kitaplarıyla büyüdüm, yaptıklarıyla söyledikleri birdi. Doğru ve dürüsttü. Çok iyi bir insandı. Anlayışlı, merhametli, kaliteli. Allah ondan razı olsun."
"Sultan, benim en sevdiğim. Onu okusa diyorum... On defa da olsa dinlerim. Bir dua gibi. İbadetleri, özrü o kadar güzel anlatmış ki. Namazlarına da çok dikkat eden bir insandı. Çok da mütevazıydı, hem çok donanımlı. Hiç kibirli değildi. Ama böyleyken bile nasıl öyle yazdı diye hayret ederdim ben bile."
"Bir nesle de ağabeylik etti zaten. Evet, hiç onun yaşlılığını görmedim. Hem de geç evlenince, sanıyordum ki en geç o ölecek. Ama en erken o öldü ve herkes mahvoldu. Cenazesi çok kalabalıktı. Yani birleştirici olması bence şöyle; ellerinde bir tek kağıtları ve kalemleri varmış ve onlar da bunu iyi kullanmışlar gerçekten. Aynı fikirden olmayan insanlar bile yok sayamamışlar onların sanatını. Sanatsal olarak inkâr edememişler. Ben böyle düşünüyorum."
"Evet, çok yazardı. Mesela dergi için yazılacak şeyleri ben okurdum, o da yazardı. Başkaları yazılar gönderirlerdi mesela Cahit’e. Değerlendirsin diye. Böyle hatip gibi yazan insanlar da vardı ama yeni yazmış arkadaşlar da olurdu. Hep onlara cevap verir, ilgilenirdi. Tavsiyelerde bulunurdu."
"Çok güzel olurdu. Biz yemek yedikten sonra onlar saatlerce dergide ne yapılacağını konuşurlardı. Çok da zordur, bilirsiniz. Saatlerce konuşulurdu, hangi sayfada hangi şiirin olacağı gibi konularda bile sayfa sayfa itinayla uğraşırlardı. Biz de hanımlarla, çay içerdik, meyve yerdik, kahve içerdik. Zaman geçer, onların konuşmaları bitmezdi. Artık uykumuz gelirdi. Hanımlarıyla da bu sebeple yakındık. Çok iyi insanlardı onlar da."
İyi ki Sait Faik var
Bir yerde Sait Faik'in adını görmeyeyim. Oraya karşı kayıtsız kalamıyorum. Modern Türk hikâyeciliğinin ilk temsilcisi ve en büyük ustası Sait Faik iyi ki hikâyeler yazmış, iyi ki biz onu tanıma bahtiyarlığına ermişiz. Mahfel'de de F. Gözde Albayrak'ın yazısını görünce her zamanki yaptım ve aklımı Adapazarı'na, balıkçı teknelerine, Burgazada'ya emanet ettim.
"Tanımlanamaz bir adamdı Sait Faik. Orhan Kemal öyle söylemişti. Bunun üzerine de bir tanımlamaya sığdırmak elbette zor ancak Sait Faik denizine süzülmek istedim, bir adam ki diğerleri gibi değildir. O Sait Faik’tir. Kendisi de “Bizim yüreğimiz bir tahtası eksiklerin yüreğidir.” der. Öyle ki yaşamında avareliği, İstanbul’a olan, adalara olan, haritada kargacık burgacık her noktada gördükleri, farklı bir zihni olduğunu sezdiriyordu. Çağdaş hikayeciliğe yön veren Faik; insanı ele alan, arka sokakları meydanlara getiren, İstanbul’un çıkmazlarına, insanın açmazlarına yer veren, umumiyetle pek çok şeyden rahatsızlık duyan, denizin kader olduğu bir hikayede, cesur bir kaptan olan matruş bir adamdı."
"Kırk sekiz yıla sığdırdığı ömrünü; anlatmaya, gizlisiz, kapaksız yazmaya adamıştı. Belki yokluk görmediğinden, belki gönül zenginliğindendir bilinmez, fabrikada, orada burada çalışanları gördü hep gözleri. Kelimelere hayat verdi, hayatını ise kelimelere. "
Sait Faik’in kalemi; insanların değerlerini önemseyen, aralanmamış kapıları aralayan, örülmüş duvarları şeffaflaştıran bir çabanın ürünüdür. Bu kalemden yola çıkarak öykülerinden esinle, Savaş Dinçel’in hazırladığı Meraklısı İçin Öyle Bir Hikaye oyunu, Faik’in ummanlar üstündeki yaşamının haritasına yelken açıyor."
Yaşar Şimşek'in de Sait Faik üzerine bir yazısı yer alıyor dergide. İnsan sevgisi bağlamında ele almış Sait Faik'i Şimşek.
"Edebiyatı arzu ve hevesin ötesinde bambaşka bir yerde konumlandıran yazar, eserlerinde her türlü hesaptan uzak, salt insan olmanın üzüntü ve sevincini işlemiştir. Edebiyata ve yazıya inanan, orada kendi dünyasını kuran bir yazardır Sait Faik. Sözcüklerle hayatı bütünleştiren, hayatı sözcüklerde arayan bir kalemdir. Öykülerinde “küçük insan”ı bütün yönleriyle sunmaya çalışan yazar, bu insan tipindeki masumiyeti, sevgiyi ve güzelliği ortaya çıkarmaya çalışır. Bunu yaparken başkalarından ziyade kalbini dinleyen, akıldan çok gönlüne inanan bir tavrı vardır. İnsanları önyargılarıyla değil yüreğiyle/ruhuyla görmeye, anlamaya çalışır. Güçlü düş ve gözlem gücü onun öykülerinde anlattığı insanı ve sevgiyi daha bir anlamlandırmış, sonraki dönemde birçok sanatçıya örnek olmuştur. Bütün bunları yaparken tek bir kavram/değer yer alır hayatında… Sevmek…"
"Sait Faik sıradan hayatların, kıyıda köşede kalmış yaşamların, ötelenmiş insanların ve kıymeti verilmemiş düşüncelerin yansımalarını ele alır öykülerinde. Her insan onun öykülerinde kendi yaşamından bir parça bulur. Kısacası Sait Faik sevgiyi yediden yetmişe herkese hasreder. “Bir insanı sevmekle başlar her şey” tümcesi her okuyana insan olma gerekliliğini tekrar düşündürür. “Sevmek nedir?” “İnsan olmanın gerekliliği nelerdir?” gibi sorular zihinleri daima meşgul eder, durur. Aslında birçok insan yaşamında, gündelik hayatında bu duyumsamalarla/yanılsamalarla karşı karşıya kalmıştır. Kendi payımıza düşen yüreğimizde bulabildiklerimizdir. Hüzünler, sevinçler hemen hepsi sevgilerin toplamından arda kalan duyumsamalardır. Sait Faik’in öyküleri bu duyumsamaların yazıya dökülmüş hâlidir. Zira onun sevgisinin kaynağı sevmeyi arzuladığı ve arzuladığınca sevebildiği insanlardır. Ayrıca insan canlılığından gelen bu coşkun sevgi kabaran, köpüren bir sel gibi insanları yıkar ve sevmeyi, ödünsüz sevmeyi duyurur."
"Sait Faik öykülerinde bitmek tükenmek bilmeyen insan sevgisi okuru kendiliğinden içine çeker. Bu hümanizma yaklaşımı Sait Faik öyküsünün temel felsefesini aksettiren bir olgudur. Her insan onun öykülerinde küçük de olsa kendinden bir parça bulur. Geçmişe gider, hayata tutunur, insan olmanın bilincini fark eder, hüznün ve sevincin, en önemlisi de bir arada yaşamanın tadına varır. Sait Faik, toplumu insan/birey üzerinden ele alır. “Küçük insan”ın öyküsünü anlatırken aslında bütün yaptığı özlemini çektiği daha yaşanabilir dünya kurmaktır. Severek bir dünya kurarken o dünyayı da sanatçı bakışıyla aydınlatmaya çalışır. Bir bakıma insanı anlatarak toplumu ve yaşamı yansıtma çabasındadır."
"Son söz; birey olarak bir insanı sevebilmenin koşulsuz olması gerektiğini çoğu kez düşünmek istemeyiz. Dil, din, ırk, renk, sınıf, politik görüş vb. hiçbir şey engel olmamalı bir insanı sevmeye. Bu tür keskin çizgiler insan sevgisinin önüne çekilmemelidir. En önemli çıkış noktamız, üst kimliğimiz insan olmaktır ve insanca bakabilmektir dünyanın bütün güzelliklerine. Sait Faik öyküleri de bu bağlamda sevgi ile insanı bütünleştiren, insana içten bakan ve onu yadsımayan metinlerdir. Haksızlıkların olmadığı, insanların hepsinin mesut olduğu bir dünyayı savunan yazarın öyküleri insana ve sevmeye dair yapıp etmelerin, değerlerin ve yaşanmışlıkların birer toplamıdır. Bu yönüyle Sait Faik öyküleri insanı ve sevgiyi bütünleştirmesi açısından her daim okunabilecek metinler olarak kıymetini koruyacaktır."
Mahfel'den şiirler
şakayık papatyasında parlayan
sunturlu bir pembedir adımların
geçer bengisuyun köpüklerinden
geçer yararak çıplak dağları
ben düşerim durmadan düşerim
öpücüklerden kurduğum uçuruma
kıvrılır belinin savrukluğunda
geceyi imleyen yalnızlığım
Ahmet Özdemir
akçaağaçların kızıl güzelliğine sığınıyorum
göğün ve toprağın kadim rengi buluyor beni
kendimi, gölgesi kuruyan bir damın alnına bırakıyorum
filleri unutup, ellerini tutuyorum
fiyakalı bir başlangıç için her şey hazır
Ayşe Gönenç
Yandı gülümüz
Külleri rüzgârla
Savrulmadan ölüm
Gelip bulmalı bizi de
Zamanı kovalayan atlı
Atı kovalayan zamanda kaybolunca
Yolunu yitirince at ve zaman ve atlı
Geriye
Yaprakları süpüren rüzgârdan başka bir şey kalmayacak
Ahmet Menteş
şarkıların yarım kalışında
gülümseyen resminden sızan hüzünle
kendi güneşiyle eriyecek gölgen
hangi yüzün çizgisiz bileceğim
bütün nakaratlar seni söyleyecek
Arif Mete
Edebiyat ve hayvan
Karabatak dergisi dikkat çekici konularda dosya hazırlamaya devam ediyor. Emek mahsülü dosya konuları özgünlüğüyle de göz dolduruyor. 46. sayısının dosya konusu Edebiyat ve Hayvan.
İlk paylaşım yapacağım yazı Serhat Demirel’e ait. Türk şiirinde hayvan imgesini işlemiş yazısında Demirel. Hayvan ve şiir kelimeleri teorik olarak yan yana gelse de şiir ruhu olarak birbirinden uzak duran sözcükler. Demirel’in yazısını okuyunca şairlerin bir kavramı nasıl imgeye dönüştürdüğünü görüyoruz.
“Halk ozanının sazıyla çalarak söylediği dertli şiirlerinin ilk dinleyicisi de genellikle atıdır. 0, atı olmadan eksik hisseder kendini. Bu yüzden, Şu yalan dünyaya geldim geleli / Severim kır atı bir de güzeli diye çalar sazını Dadaloğlu. Karacaoğlan da tıpkı Dadaloğlu gibi hayal ettiği yârin yanına atı da ilave eder: Severim güzeli nice olursa / Boyu uzun, beli ince olursa / Severim atımı dinççe olursa / Kovulmuşu yorulmuşu n’îdeyim”
“Nazım Hikmet’in ‘memleket’i tasvir ederken gözünün önüne bir at imgesi gelivermesi tesadüf değildir elbette. Dört nala gelip uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / bu memleket, bizim diyen şair, biraz da atı hayatında hep baş tacı etmiş cetlerinin diliyle konuşmaktadır.”
“Ceylan veya ahu Türk şiirinin gözde motiflerinden biridir. Divan ve halk şiirinde sevgili bakışları, yürüyüşü veya zerafeti ceylanla özdeşleştirilir.”
“Modern Türk şiirinde kuşlarla en fazla haşır neşir olan şair hiç şüphesiz Ahmet Haşim’dir. Göl Saatleri kitabında yer alan Göl Kuşları bölümü bütünüyle kuşlara ayrılmıştır.”
Fabl
Ertuğrul Aydın fabl türünün örneklerinden yola çıkarak hayvan masalları hakkında yazmış.
“Fabl, hem sözlü hem de yazılı edebiyat geleneğinin dikkat çekici türlerinden biridir. Bu türün içerisinde yer alan olay kahramanları çoğunlukla hayvanlardan seçilmektedir. Eğlenceli, ders veren hayvan hikâyesi diye kodlayacağımız bu türün akış ve anlatımında hayvanlar, daha doğrusu temaya göre hayvanlar aleminden seçilen kimi hayvanlar hikâyenin kahramanı rolündedir. Bu durum, insanların kusurlarını düzeltmede etkin rol oynamakla birlikte, içerisinde ironiye dayalı bir mesajı da barındırmaktadır.”
“XX. yüzyıl Batı edebiyatı metinlerine baktığımızda, Ambrose Bierce tarafından 1899’da yazılan Karanlığın Kahkahası ( Fantastic Fanles), Franz Kafka’nın 1920’de yazdığı Küçük Fabl ( A. Little Fable) ve George Orwell’in 1945’te Fabl tarzında yazdığı politik bir hiciv romanı Hayvan Çiftliği ( Animal Farm) eserlerinin ön plana çıktığını görürüz.”
Kelimeler ve hayvanlar
Sevde Merve Eryılmaz Karabatak’ta Sait Faik’te İki Teselli: Kelimeler ve Hayvanlar isimli yazısında Sait Faik’in hikâye dünyasına kelimeler ve hayvanlar bağlamında göz atıyor. Yazarın münzevi hayatının renklerini bulup çıkarmak için yaşadığı mekâna bakmak bile yeterli. Eryılmaz eserleri eşliğinde bir Sait Faik portresi de sunuyor bizlere.
“Onun tesellisi kelimeleriydi. Çünkü kelimeler bize sahip olamadığımız şeylere sahip olabilme, kendimizi pagan tanrıları gibi aynı anda hem ölümlü hem de ölümsüz hissettiğimiz o olanaksız varoluşa erişebilme umudu sunar. Böylece ruhlarımıza uzlaşmazlık ve isyan katttığında, insan ilişkilerindeki şiddetin azalmasına katkıda bulunan tüm kahramanca eylemlerin ardında yatan bütün bu şeyleri kattığında, bir büyü gerçekleşir.”
“Sait Faik’in adada kurmuş olduğu hayatta bir tesellisi daha vardı; o teselli hayvanlardır: Bilhassa da kuşlara ve balıklara ilgisi büyüktür. Zaten hikâyelerinde de hayvanlara sıklıkla yer vermektedir. Örneğin alageyik, arı, aslan, at, ateşböceği, ayıbalığı, balık, balina, bıldırcın, bülbül, ceylan, civciv, çakal, çalıkuşu, çiyan, dana, eşek, fil, fok, gelincik, güneşbalığı, hezaran, horoz, istakoz, inek, istavrit, istrongilos onun hikâyelerinde adı geçen hayvanlardan bazılarıdır.”
Arzu Kadumi ile kitapları üzerine
Çocukların keyifle okuyacabileceği kitaplar yazıyor Arzu Kadumi. Beğeni sınırlarını çizmekte hepimiz zorlanıyoruz çocukların. Onların kalbine girmek günümüzün en büyük zaferi sayılabilir. Kadumi’nin anlatımı üst perdeden değil. Modern dünyanın penceresinden seslenen eserler ortaya koyuyor yazar. Bunun sonucu olarak da çocuklar bu kitapları çok seviyor.
“Dünyasını hayallere yaslayan birine hikâye anlatmak bana daha cazip geldi. Anlattığınız şeylere anında reaksiyon veren, gülen, heyecanlanan hatta hikâyelerinizle ilgili konuşurken heyecandan elini kolunu koyacak yer bulamayan birilerine bir şeyler anlatmak çok güzel.”
“Dünyaya hâlâ çocuk gibi bakabildiğim için çok şanslıyım. Teslimiyet vardır çocuk bakışında, ümit vardır. Olmayacak şeyler için ‘Çocuk mu kandırıyorsun!’ deriz. Çocuklar kanmaz oysa inandıkları için ümit ederler ve beklerler.”
“Öykü benim ilk göz ağrım. Hem okumaktan hem de yazmaktan zevk aldığım bir tür. Anlattıklarıma da çok uygun. Tek bir şey anlatmayı, sadece bir duyguyu, bir anı göstermeyi seviyorum.”
“Öykülerimdeki karakterler bir parçalarıyla dünyama aitler zaten o yüzden yaşamaya devam ediyorlar.”
“Çocuklar onları güldüren, eğlenceli şeyleri okumayı seviyorlar, yetişkinler de. Çocuk kitaplarını severek takip eden iyi bir okur olarak şunu söyleyebilirim ki okuduğum pek az çocuk kitabı beni gerçekten gülümsetmeyi başarabildi. Çocuklar evde, okulda, çarşıda, pazarda sürekli öğüt dinliyor ve herkes onlara kuralları hatırlatıyor aynı zamanda kitaplarda da devam ediyor bu ders verici tavır… Ben okumaktan keyif aldığım şeyleri yazıyorum. Çocukların ve yetişkinlerin de aynı şeylerden keyif aldığını biliyorum. Herkes gibi ne yapmam gerektiğinin söylenmesinden nefret ettiğim için bunu yapmıyorum öykülerimde ve çocukları gülümsetebilmek asıl niyetim. Çocuk gülünce her şey iyi oluyor çünkü.”
Necati Mert’ten “Ben Olmasaydım”
Karabatak dergisinin sayfalarını çevirirken beni en çok mutlu eden karşılaşma Necati Mert öyküleri karşıma çıkınca oluyor. Değerli hocama sağlık ve afiyet dileyerek büyük bir mutlulukla okuduğum öyküsünden tadımlık bir paylaşım yapacağım. Mutlulukla çünkü öykünün kıyısında köşesinde Sakarya çıkıyor karşıma.
“Depremden önce bu kadar değildi. Çıkıyordu. Eş dost görüyordu. Eşe dosta görünüyordu. İçine kapanışı daha sonra. Ama üretkenliği de bu dönemde. Onca kitap! Masada yazar, yazarken daha çok benimledir. Rahle boyunda küçük bir masası vardır; daktilosunu koyar; orada yazar bazen – yine beni alır yanına. Yorulur, uzanır- yanındayım.”
“Edepsizler! Madem babanız beceriksiz, ondan ne diye miras umuyorsunuz? Masada olsun, yerde olsun, yazarken yanına hep beni almaz mıydı Sahir Bey? Yorulur beni arar. Sıkılır, zorlanır bana bakınır. Arkasındayımdır. Yaslanır. Rahatlar. Çünkü bütün sevgileri atıp içimden, varlığımı yalnız ona verdim ben. Aslı ben olmasaydım, ben olmasaydım ne eflak olurdu ne de Sahir Bey nam büyük bir yazar!”
Karabatak’tan şiirler
bir kâğıdı tekne yapıp okuyabilirsin ırmağı
yeter ki peşinde sürüklensin bir çift filika
battığı yerde duracaksın noktadır çünkü
olur da kavuşursa denize
alkışlar romancılar patlatarak avuçlarını
ne uzun cümle
A.Ali Ural
bu şarkı seni hüzünlendirmesin
bir yeri hatırlatıyor diye
özlemle doldurup göğsündeki boşluğu
şarkı seni sersemletebilir
tanıdık bir yeri hatırlatıyor
kopup düştüğümüz o yer
vuslatın müjdecisi şarkı seni
hüzünlendirmesin
müjde olmalı
çünkü bir melek taşıyor bu haberi
Şafak Çelik
Ay sevdam ay ağrım
Suları gördün mü akıp giden
Sular içinde
İnceden inceye
Usulca
Kurşun gibi namludan…
Nurettin Durman
köprüde bir ben durmuşum
karşımda doğmamış henüz çocuklarını merak üstüne merak eden anneler
nar ayıklamışlar narlar beklerken onları
sözün korkutmasıyla yerde bütün taneler
söz için metal dolu nehir diyorum ben
metal dolu nehir
söz:nehir
bu olanların dünya için önemi
ne dersiniz var mıdır ki önemi?
Meryem Kılıç
Kurtlar gecede sabahı duyar
Yorgunluklar birikmiş dişlerinde
Askıda yorgunluklarım hep
Nereye koyayım bu yalnızlığı
Sakladığım aitliğim
Saklandığım nerede
Ahmet Akarsu