Şehir mi kaybolur çocukluğumuz mu?
Şehir ve Kültür dergisi 51. sayısı ile yine şehirlerden, insanlardan, kaybolup giden yanlarımızdan bir hüzün ezgisi eşliğinde bahsetmeye devam ediyor.
Şehir ve insan kavramı birbirinden ayrılmaz bir ikili. Zaman geçtikçe şehirler değişti, geçmişle olan bağımız bir bir kopmaya başladı. M. Şimşek Deniz, Şehir ve Kültür’de Aksaray’dan başlayarak kaybolan İstanbul’u anlatmış yazısında. Çocukluğunu da buna şahit tutmuş. Değişim iyidir ama içimizdeki yaşayan kıvılcımları söndürüyorsa yeni olan bir şeyler, varsın olmasın.
“Araba sayısı ne kadar azdı. Hatırlıyorum, kardeşlerim Osman ve Cem’le Vatan Caddesinden geçen araba markalarını paylaşarak, kimin araba markası daha çok geçecek diye oyun oynardık. Rahmetli Nazlı ninem tam bir Antep kadınıydı. Gaziantep’de güzel yemek yapan kadınlara Keyrevan derler, Ninem de öyleydi. Zeytinyağı, simit, bulgur, baharat, peynir ve üzüm bize her sene Antep’den gelirdi. Oval Antep Üzümü çok tatlı olur. Bir keresinde üzüm sepetinin içine saklanan küçük bir yılan ta Antep’den, otobüsle İstanbul’a gelmiş, sepetten çıkmış, giriş kapısının üstünde kıvrıla kıvrıla yukarı doğru çıkıyordu. O gün evdeki korku ve heyecanı unutamam.”
Şair ve şehir
Muhsin İlyas Subaşı şairlerin ruhunda demlenen şehir imgesinden bahsetmiş yazısında. Ayrılmaz bir ikilidir şehir ve şair.
“Şehir hayatında mimarinin ve resmin üslubu ile şiirin üslubu örtüşürler. Bu, aslında biri-nin diğerini ehlileştirmesinde önemli birer aşamadır. Mimari’de kayaların yontulup şekillendirilerek yerlerine oturtulması, resmin renklerle uyuma kavuşturulması gibi, şiir de diliyle bunlar içerisinde kendi gücünü koruması için kelimelerin bir mücevher gibi işlenmesi gerektiği zarure-tini getirmiştir. Bunun için şaire dil mimarı denilmiştir.”
Şairlerin yaşadıkları mekânlarla olan ünsiyeti çok önemli çünkü şair mekânlardan da kendine dizeler kuran bir söz işçisidir. Şehirler ne kadar değişirse değişsin bu hep aynı canlılığıyla devam edecek bir ruh birlikteliği olmaya devam edecek.
“Günümüz şairi şehrin ruhunu kavradıkça başarıya ulaşacaktır. Sosyal kül-tür açısından dünya şiirinde olsun, bizim şiirimizde olsun, şiiri besleyen ana kanallar şehir hayatı-nın ayrıntılarında gizlidir. Şairin böyle bir şansına rağmen, şehrin şiiri hırpaladığı tarafı da yok değildir. Şair şehrin telaşına kendisini kaptırırsa, şehir hayatı şiiri katledebilir. Kalabalıklar içerisinde kendini iç dünyasının kontrolünde tutan şairler başarılı olabilirler. Çünkü şiiri yazmak kadar geniş kitlelere ulaştırmak için şairin şehirden ve onun getirdiği imkânlardan başka şansı yoktur sanırım.”
Osmaneli’yi keşfetmek
Yaşadığımız mekânlar bazen hayatın koşuşturmasına uyarak gözden ve gönülden uzak düşebiliyor. Bir sihirli dokunuş bazen şehirlerin kapısını aralayarak gizli cevherlerin ortaya çıkmasına vesile oluyor.
Mehmet Mazak, Şehir ve Kültür’de “Keşfedilmeyi Bekleyen Hazine Osmaneli” adlı yazısında bizleri Osmanlı’nın kuruluş yıllarından günümüze uzanan bir seyahate çıkarıyor. Mazak gezip gördüğü yerleri bir seyyah hassasiyeti ile kaleme alan bir isim. Elimizdeki değerlerin yitip gitmeden keşfedilmesi için böylesine ince görüşlü yazılara çok ihtiyacımız var.
“Osmaneli eski evleri, eski sokakları, eski camileri, eski hamamları, eski hanları ve Osmanlı hatıralarını yaşayabileceğiniz Gençosman Konağı, Rana Ayağ Konağı, Ahmet Öktem Konağı, Saraçlar Konağı, Necla Hanım Konağı, Münür Kesici Konağı, Fuat Gürbüz Konağı, Sülüman Aga Konağı, Tokluoğlu Konağı, Sedat Baydar Konağı ile sizi kendine çeken bir şehir olarak karşımıza çıkıyor.”
Görünenden Görünmeyene Bir İz Sürücü
İkinci değineceğim dergi Düşünen Şehir dergisi. Sinema ve şehir vurgusuyla çıkmış derginin 7. sayısı. Kesişme noktaları düşünüldüğünde; insan, şehir, sinema, şiir, sanat kavramlarını ayrı düşünmek imkânsız. Önemli olan bu kavramları yerli yerinde kullanabilmek. Düşünen Şehir, hacimli bir sinema özel sayısı hazırlamış. Sinemaya dair zihinde canlanan birçok ayrıntı yer alıyor dergide.
İlk paylaşımım Dursun Çiçek’e ait. Çiçek bizlere bir Tarkovski portresi sunuyor.
“Tarkovski; eserleri ekseninde söyleyescek olursak doğu-batı, mana-madde, suret-siret ekseninde böyle bir iz sürücüdür. Çünkü hakikat kaygısı vardır.” Bu girişle başlıyor Tarkovski anlatımına Çiçek. Bu kavramlar Tarkovski sinemasının anahtar kelimeleri. Tarkovski filmleri bizlere aslında görüp de anlam veremediğimiz bir dünyanın kapısını aralar. Rüya ile gerçek, eşya ile mana arasında.
“Tarkovski’ye göre eşyayı, zamanı ve mekânı paramparça eden, varlığı parçalayan insan, eşya ve hadiselere bütüncül bakma duygusunu ve yetisini kaybetmiştir. Mesele varlığa bir bütün olarak bakabilmektir. Bu anlamda Andrei Rublev’deki balon sahnesi onun bu vurgusunun en önemli göstergesidir. İpleri kopan balonla gökyüzüne savrulan insanın gözünden bakar dünyaya. Eşya, insan, her şey küçülmektedir. Irmak, evler, insanlar vesaire hepsi. Ona göre sanatçı “tanrısal bakandır”. Hakikatin, eşya ve hadiselerin bütünlüğünü ve birliğini görendir. Yolun ve yolculuğun bilincinde olan gezgin böyle bakar, böyle görür. Nitekim bir süre sonra hızla yere yaklaşan ve çakılan balonla birlikte, sıradan insanın, dünyayı, eşya ve hadiseleri nasıl gördüğü ve anladığını da gösterir.”
Kayseri’de sinema kültürü
Düşünen Şehir dergisi çizdiği bütüncül yapıdan bir geçiş yaparak meseleyi Kayseri’ye getirip ait olduğu toprağın sesi olmayı ihmal etmeyen bir dergi. Belki bu vurguyu çok yapmış olabilirim ama mesele derin aslında. Birçok dergi çıktığı şehrin havasını öyle yapay bir tebessümle yansıtıyor ki üzerine almak istediği metropol havasının üzerinde çok eğreti durduğunu fark etmiyor bile. Ait olduğu şehrin değil de uzak şehirlerin türküsünü söyleyerek çıktığı yumurtayı beğenmeyen çirkin ördek yavrusu mahiyetindeki dergilerin karşısında Düşünen Şehir dergisini can-ı gönülden kutluyorum.
Yaşar Elden, sinemanın Türk topraklarına giriş sürecini anlatarak başlıyor yazısına.
“Sinema, Paris’te 22 Aralık 1895’teki ilk gösterimden bir yıl sonra Osmanlı Devleti’ne girmiştir. Bu hızlı giriş, yalnızca güzel sanatlara ilginin bir sonucu mudur? Sorunun cevabı ayrı bir çalışmanın konusu olmakla birlikte, Sultan II. Abdülhamit’in kızlarından Ayşe Osmanoğlu’nun anılarına dayanarak, sinemanın Saray’a ilk kez 1896 sonlarında girdiği belirtilmektedir. Aynı yıl Fransız Pathé Film Kurumu’nun İstanbul’daki temsilcisi Sigmund Weinberg’in öncülüğünde, Beyoğlu’nda ilk halka açık film gösterileri yapılmış, gösterilen ilgi, 1908’de Türkiye’de ilk sinema olan Pathé Sinemasının yapımıyla sonuçlanmıştır. Bunu Beyoğlu’nda yapılan “Palas Sineması”, “Majik Sineması” vb. salonlar izler.”
Daha sonra sinemanın taşra ile tanışmasını ele alıyor. Konu Kayseri’ye geliyor ve Elden bizlere Kayseri’nin sinema ile tanışmasını arşivleri eşliğinde anlatıyor.
“Hunat Medresesi Müderrisi ve Kapalı Çarşı’da züccaciyecilik yapan 1884 doğumlu Muhaddiszade Âlim Bey’in (Âlim Muhaddisoğlu) kızı 1914 doğumlu ve şimdi 97 yaşında olan İlmiye Bergman Hanım’ın anlatımından öğreniyoruz Kayseri’ye ilk sinemanın gelişini.
“Kayseri’de ilk sinema filmini de mühendis Süreyya Bey oynattı. Muhtemelen yine 1922 yılındaydı. Çünkü ben daha ilkokula başlamamıştım. Kiçikapı’da Millet Caddesi ile Kazancılara giden caddenin köşesinde eski İş Bankası’nın bulunduğu yerde metruk bir Ermeni Kilisesi vardı. Kilisenin arkasındaki papaz evi de sonradan Hacı Mansur İlkokulu olmuştur. Bu kilisenin avlusu sandalye, kanepe vb. ile tanzim edilmiş ve duvarına da beyaz bir perde çekilmişti. Mühendis Süreyya Bey orada Şarlo ve Caki Koğan’ın oynadığı, yaramaz bir çocuğu anlatan, sessiz bir sinema filmi gösterdi. Bu filmi Süreyya Bey’in ailesinden ve bizim ailemizden 15 – 20 kadar seyirci izledi. Hepimiz sinemayı ilk defa gördük ve çok şaşırdık, kahkahalarla büyülenmiş gibi izledik.”
Bütünün parçası harfler
İlyas Aslan Bütünün Parçası Harfler adlı yazısında bizleri harflerin dünyasına doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Cümleden sözcüğe, sözcükten harfe doğru bir seyahat bu. Her şeyin bir harften ibaret olduğunu anlıyoruz cümleler arasında ilerlerken.
“H. R. F. Bütün’ün en küçük birimi. Bir yandan Bütün’ü oluştururken öte yandan kendini inşa eder harf. Yani aynı anda hem parça hem bütün. Bu sebepledir ki parça, bütün’dür. Ve yine bu sebepledir ki harf, parça-bütün’dür. Bütün olan bir parça. Bütün’ün karakteristik yapı-taşı. Ona bakın, Bütün’ü görürsünüz. Bütün’de de onu -ya da onları- görmüyor muyuz? Bütün de parçadır. Öyleyse Kitab, harftir. Çift-etkili bir ilişki.”
Harflerin sadece şekillerden ibaret olmadığına da şahit oluyoruz bu yazıda. Ete kemiğe bürünen harflerin aslında dünyamıza giren birer yol gösterici olmasına da eşlik ediyoruz.
“İnsan harfleştirendir. Buna paralel olarak harfleşendir de. İnhiraftır bu. Yoldan sapma der sözlük buna; meyletme, yalpalama, yoldan çıkmak. Pusulası bozulan gemi denizde alabora olur, batar, gözden kay - bolur. Kitab’ı harfleşen insanın kendisi de harfleşir. Harfin kendisini korumadığı için kendinden sapar. İnsan kendisi değildir artık. Zalimdir, cahildir, örtendir, haristir. Ne kitabı o Kitab’dır artık ne kendisi insan.”
Türkçenin misafirleri
Türk Edebiyatı dergisinin 540. sayısında Muharrem Dayanç, Türkçe hassasiyetine dikkat çeken yazılarına devam ediyor. Dayanç’ın yazıları özellikle yabancı öğrencilere Türkçe öğretirken uygulanacak yol ve yöntemler konusunda rehber olacak inceliklere sahip ip uçları içeriyor.
Türkçenin Misafirleri yazısında Türkçe öğretiminde en büyük zenginliğimiz şiirlerimizi işaret ediyor Dayanç. Bu hassasiyeti şu şekilde aktarıyor:
“Seviyeyi göz önünde bulundurarak titizlikle seçilen şiirler, şarkılar, türküler, kıssalar, hikâyeler, anekdotlar, fıkralar hem dile giden yolu kısaltıyor hem de Türk diline ve kültürüne olan ilgiyi arttırıyor.”
Şiirlerden, şairlerden, dil derslerinden örnekler var yazıda.
“Kelimelerin sihirli dünyalarına tutunarak yüzlerce yıl geriye gitmiştik öğrencilerimle, tuttum kuyudan çıkardım bütün Yusufları. Işık oldum gözlerine yağdım cümle Yakupların. Tahtaya iki şiir, iki de şair adı yazdım sonra. Hancı ve Han Duvarları’ydı ilk iki ibare, şairler Bekir Sıtkı Erdoğan ve Faruk Nafiz Çamlıbel.”
Türk Edebiyatı’nda Yahya Akengin Dosyası
Türk Edebiyatı dergisi şair-yazar Yahya Akengin için bir dosya hazırlamış. Yüreği Anadolu ve Orta Asya için çarpan bir gönül insanı Akengin. Sevdasının sınırlarını çözmek zor. Türkçeye olan aşkı ise şiirlerindeki ahenkte gizli.
Özenli bir dosya hazırlamış dergi Akengin için. Ben Mehmet Nuri Yardım’ın yazısından bir paylaşım yapmak istiyorum.
Ankara’nın İstanbul’a Bakan Dost Yüzü adlı yazısında Yardım bizlere dostane bir yazı sunmuş. Keyifli ve Akengin’in dost yüzüne de tebessümler gönderen bu yazısına Yardım şu vurgu ile başlıyor:
“Nedendir bilmiyorum ama Yahya Akengin, sürekli Ankara’da yaşamasına rağmen bana her an İstanbul’a gelebilecek, yerleşebilecek bir edibimizmiş gibi göründü.”
İçten bir çağrı ile bitiriyor yazısını Yardım.
“Akengin haza yerli ve milli bir şair ve yazarımızdır. Ona sağlıklı ve bereketli ömür diliyorum. Daha çok üretsin, daha fazla yazsın ve bu güzel ülkenin çocuklarına daha ziyade eser bıraksın. Bir de İstanbul’da yaşayan dostlarının hislerine ‘Cahil cesur olur.’ fetvasınca tercüman olmak istiyorum: İstanbul’a da daha sık gelsin. Zira burada onu çok seven, sayan, kalbi muhabbet besleyen ve hasretini hisseden aziz ve kadim dostları vardır.”
Türk Edebiyatı’ndan üç şiir
Anlatırdı ellerim bakmadan gözlerine
Hayalini kendine nasıl yasaklar insan
Nasıl gülümseyerek meydan okur hayata
Kurutulmuş sevinçler düşerken avucundan
Yüreğinde sevdalar uyutan dev bir kadın
Serap Kadıoğlu
Bulut küser, ırmak bulanır, dağ yorulur,
Yorulmaz toprağı kucaklayan karıncalar
Su uyur, düşman uyur, uyumaz bir an,
Ruhunda bir emeli taşıyan yolcular
Yahya Akengin
Demem o ki dedem, korktuğun kadar varmış
Dünyaya abanan insan, çırpına çırpına batarmış
Erol Yılmaz
Mustafa Uçurum