Elimde Şehir ve Mimari-Karton Kentlerden Ruha Dokunan Şehirlere" adıyla hazırlanmış bir çalışma var, onu değerlendirmeye çalışacağım.

Teknik bilgiyi ihtiva eden zarafet yüklü zanaatkârlık, mühendislik ve dehasıyla usta bir mimarımız olan Mimar Sinan'ın yolunda, hocası Turgut Cansever'in izinde emin adımlarla ilerleyen saygıdeğer Mimar Mehmet Osmanlıoğlu’nun bir çalışması… Yüreklerimizi ferahlatan, bizlere bu yolda umut aşılayarak sevince boğan, emek mahsulü kıymetli çalışmalarıyla meydana getirdiği bu değerli eseri okumakla bitimsiz memnuniyetimi içtenlikle ifade etmek isterim.

Kitabın satır aralarına daldıkça, ustanın sadece mimarlık konusundaki tecrübeleri, birikimleri ve meydana getirdiği nadide eserlerin incelikleri hakkında bilgi sahibi olmuyorsunuz, çalışmanın özelliklerini belirtmesinin yanında, meslektaşlarının dikkatini bazı konulara çekme hususundaki inceliği, zarafetle bilgisini nasıl paylaştığı yönünde de bilgi sahibi oluyorsunuz. Bir meslek dayanışması olarak bu tespitlerin takdire şayan olduğunu belirtmeliyim. Şüphesiz, mimaride şehrin salt fiziki yapısını ele almak, o şehrin insanını, kültür ve medeniyetini, inanç ve ahlâki değerlerini ıskalamak anlamına gelir. Oysa yaşanabilir bir şehrin evvelemirde değerleriyle kâim olması, birey ve toplumun huzur ve mutluluğu için elzem olan hususlar olduğu bilinmelidir. Şehrin değerleri, insan gibi hayatın içinde varlıklarıyla temerküz etmektedir. Hatta denilebilir ki sınırlı olan insan ömrünün ötesinde çağlara ve her çağın insanına varlığını taşıdığı değerleri ile hitap eden, hissettiren ve abideleşen özellikler taşır. Birey, bu muhteşem yapıların mesajını kavrayıp onlarla bütünleşerek hemhâl oldukça ruhu dinginleşir, huzur ve mutluluğun zirvesini yakalamış olur.

Esasen şehrin kuruluşu, mimarisi, onu ortaya koyan, inşa eden mimarlarının tevarüs ettiği kültür, medeniyet ve görgülerinin bir yansımasından başka bir şey değildir. Meşhur sözdür: "Küp içindekini sızdırır". Başka bir özdeyiş de "Dervişin fikri neyse zikri de odur". Küpte ne varsa, sızan odur... Bir mimar, kendi medeniyetinin şehircilik kurgusu ve anlayışı ne ise ondan beslenerek yaşadığı ve bütünleştiği şehre onu uygular. Böylelikle biz, bir medeniyeti yaşanan zemine, mekâna ve şehre vurduğu damga mesabesindeki eserleriyle tanır ve biliriz. Onu değerlendirmeye gelince söylemler, ne kadar tumturaklı olursa olsun esasta eserin, yaşayana ne denli huzur ve sükûnet verdiğiyle öne çıkar ve önem arz eder.

 İnsan, şehir ve hayat, iç içe olan olgulardır. Bunları birbirinden ayırmak, soyutlamak olası değildir. Mimarımızın yerinde olan tespiti, bu iç içeliğin hakikatini anlatmaktadır: "İnsan hayatının tüm kesitlerindeki söylem ve eylemlerini hayata geçirdiği, mutluluk, hüzün, keder, neşe gibi duyguları yaşadığı tüm sosyal münasebet ve faaliyetlerini gerçekleştirdiği bu mekândan daha önemli başka bir mekân tasavvur edilemez. Öyle ki insanlar, bir yandan şehrin çocuklarıyken öte yandan bu çocuklar, şehri kuran iradenin aktörleridirler."

Medeniyetler kendi insanını yetiştirir, tepeden aşağıya, baştan tırnağa kadar kendi insanını… İnsan da bu medeniyetin eseri olarak şehirler inşa eder; medeniyetini yansıtan yollarıyla, cadde ve sokaklarıyla, mabetleriyle, tapınaklarıyla, sosyal yaşayış ve davranışlarıyla, kültürüyle, hayat felsefesiyle yaşayan bir organizmayı ifade eden şehir… Bu şehirlerdeki mimari ve düzenlemeler, taşıdıkları üslup ve anlayışlarla birbirinden ayrılırlar. Dünyaya bakışları, hayatı anlama ve yorumları şaşırtıcı bir şekilde birbirinden ayrılır ve temayüz eder.

Hayatla, çevreyle, insanla iç içe olmayı başarabilen şehir anlayışı, yaşamın inceliğini yakalamış ve kavramış olarak huzura yakınlaşır.

Varoluşun hikmetini kavramayı, idrak etmeyi ıskalayan, böylece kültürden kültüre savrulan, ruhunu, benliğini, şahsiyetini kaybetmiş insanın dört başı mamur bir şehir inşa etmesi beklenemez, bu durumda ancak serencamına uygun bir kent kurabilir.

Eskiden ailenin neşvünema bulduğu mekâna "ocak" denirdi. Ocağı tutuşturan özne, "baba" olduğu için o mekâna "baba ocağı" denilmekteydi. Ocağa fonksiyon kazandıran da şüphesiz "mutfak"tı. Onun da baş öznesi "ocağın hanımı"ydı. Hayat, bu değerler etrafında şekillendiği için mutfağın ve dahi ocağın Türk örf ve geleneklerinde ayrı bir değeri bulunmaktadır.

 Ocağın ateşiyle ısınan ve beslenen bir yapıda oluşan kültür, aile bireylerini sarsılmaz ve kopmaz bir bağla birbirine bağlar. Bu gerçeklikten dolayıdır ki Türk mimarisinde mutfak, ayrı bir özellik taşır. Sadece bu değildir mimaride öne çıkan özellikler, "hayat" denilen geniş avlularda yaşamın nasıl kolaylaştığı, yaşayanlarca bilinmektedir. Hele ki bahçesinde doyasıya oynayan çocukların ruh dinginliğini anlatmaya kelimeler yetmez. Ama gelin görün ki huzurdan, güzellikten ve esenlikten haberi olmayan kasvetli zihniyetin güdümündeki bir el, hayata hayat katan bu güzel mimariyi sabote etmiş ve kendi insanına bile huzur vermeyen bir yapıya öykünerek mimarisini değiştirmiştir. Ocaksız, ateşsiz, mutfaksız, bahçesiz, avlusuz bir yapıya dönüştüren mimariye talip olunca, huzur da, esenlik de o kasvetli yapılardan uçup gitmiştir.

Çünkü bu mimari anlayış, kültürü de, yaşam tarzını da değiştirmiştir. Baba ocağında aile, birlikte bir çatı altında birbirine yük olmadan yaşardı. Bunu terk edip kibrit kutularına benzeyen apartman daireleri tercih edilince aile dağılmış ve ortak değerler zayıflamıştır. Bu hâlin topluma olumsuz yansımayacağını kimse söyleyemez.

 Bu türden bir yaşam tarzını belirleyen kültüre ram olan ailenin her bireyi, başına buyruk olunca artık ortada ne saygı ne de sevgi kalır, giderek zayıflayarak zamanla tarumar olur. Dayanışma zayıflayınca bunun telafisi başka mecralarda aranmaya başlanır. Nefs-i emmarenin güdümündeki bu amaçsız gidiş, ruhsal bozuklukları, tatminsizlikleri doğurur.

"Şehirler medeniyetlerin yeryüzüne nakşedilmiş izleridir." vecizesi, şüphesiz müntesibi olduğu medeniyetin idrakinde olan çevreci mimarlar için söz konusudur. Ruhunu ve benliğini yitirmiş sözde bir sanatçının yabancı medeniyetlerin karşısında eziklik duyması sonucunda ona öykünmeye kalkışması neticesinde üreteceği eser, bir ucubeden öteye geçmeyecektir.  Tıpkı Nasreddin Hoca'nın leyleği kuşa dönüştürmesi gibi. Malum fıkra, bilirsiniz: “Nasreddin Hoca bir gün yolda yaralı bir leyleği bulur ve eve getirir. Leyleği ilk defa gördüğü için onu garipser. Uzun gördüğü gagasını keser, ama içine sinmez, ardından ayaklarını keser. Yine olmamıştır onun için, bu defa da kanatlarını keser. Ve leyleği şöyle bir süzdükten sonra; hah der şimdi kuşa benzedin."

Bunun gibi kendi medeniyetlerinden bihaber olan mimarların, şehir plancılarının şehre, çevreye ve mimarisine yaptıkları ve yapacakları da kuşa benzetmek olacaktır. Her şeyde olduğu gibi mimaride, şehircilikte ve sanat anlayışında kavramların yeri önemlidir. Kavramlara yüklenen mânâya göre bakışın ve değerlendirmelerin değiştiği bilinmektedir. Mesela Batı'da "medeniyet" diye bir kavramın olmadığını, "civilisation" teriminin olduğunu, bu terimin de "uygar" ile "vahşi-barbar" ayrıştırmasının içinden çıkarıldığını söyler Lütfi Bergen. Buradan hareketle Batı'da "doğal durum" denilen bir dönem fikrinin olduğunu yani insanlar vahşi iken "toplum hâlinde" yaşamaya başlandığını ifade eder.[1]Bergen, Batı'da ve bizde kullanılan kavramların neye tekabül ettiği hususunda şu açıklamaları yapar:

"Batı'da "insan topluluğunu" da "civic" ya da "cives" terimi karşılamaktadır. Bu kavramsal anlamın İslâm'ın "medine- medeniyet" kavramının karşılığı olarak anlaşılması mümkün değil. Çünkü bilindiği üzere Batı'da bourg/burj ile "Orta Çağ" kenti birbiriyle savaşmamıştır. Oysa İslâm toplumunun medine- şehir olarak ortaya çıkışı sonrasında Bedir ile başlayan süreçle yaşanan şey, kentin medineye saldırısıydı. "Vahşilikten Uygarlığa" geçiş bütün Batı düşüncesinin temel hareket noktasıdır. Çünkü bu kültür, "Ahd-i Atik" düşüncesinden habersizdir." Buradan hareketle açıklamasına devam eder Bergen: Onu (insanı) vahşilikten uygarlığa doğru evrimleşmiş sayıyor. Bizde durum başkadır. Hz. Âdem (as) dünyaya düşüp tevbesi kabul edildikten sonra medine- şehir inşa etmişti. Çünkü oğulları ile kurduğu toplumun nikâh akdine dayanması kaçınılmazdı. Çocukları zina mahsulü olmazdı. Nikâh ise toplumun hukukla kurulduğunu gösterir. (Esasen) Batı'nın kendi tasavvuru içinde bile kalsak şunu söylemek gerekir: Hz. Âdem (as) yeryüzüne indiğinde Batı'daki anlamıyla civilisation inşa etmişti. 1) Toplum hâlinde yaşıyordu. 2) Hukuk sistemi vardı. 3) İbadetgâhı vardı (Kâbe’yi inşa etmişti).

Görüleceği gibi "vahşi-uygar" dikotomisi kurmaya müsait bir zemin bulunmamaktadır. Batı'da civilisation kavramı içinde "Allah'ı tevhid etme" vurgusu yoktur... Medeniyet bizim için öncelikle "fıkıh toplumsallığı"dır. Maddi anlamda ileri toplumları "medeni" saymıyoruz. Âdil toplumları medeni sayıyoruz. Bu nedenle Batı kenti gibi tezahür etmiş bir şehir de medeni değildir. Zira medeniyet sınıfsal ayrışmaları, sınıf çatışmalarını içeremez...

Müslümanlar, medeniyet kavramını kendi tarih kaynaklarından hareketle anlamlandırmıyorlar. Batı'nın mehaz aldığı muharref vahiy de medeniyete değil “uygarlık-civilisation” terimine açılıyor...

Farabi'nin yaklaşımı esas alındığında, "medine” kelimesi, ‘hem asker hem hâkim (mahkeme reisi) hem hekîm (filozof) olan bir başkanla yönetilen toplum’ anlamına da hâizdir."

"Kentsel düzende" yaşayan Müslümanların “Daru'l-hicre ve's-Sünne” olan şehri inşa etmeleri gibi öncelikli meseleleri kaybettiklerini düşünüyoruz."[2]

O zaman neyi kaybetmişlerse onun idrakinde olmaları ve kayıplarını, kaybettikleri yerde aramalarının gerektiği anlaşılmaktadır. Neyi kaybettiğini bilmiyorsa bir insan, arayacağı bir şey de yok demektir. Ne diyor Üstad Sezai Karakoç:

“Allah’ı kaybetmiş insan, neyi aramaktadır? Allah’ı aramayan insan, neyi bulacaktır? Kur’an’dan kaçan, hangi kitaba inanacaktır? Peygamberi görmeyen, hangi insanı görecektir? Cennetini elinden kaçırmış olan, cehennemden başka neyi kazanacaktır?”[3]

İnsanlığı meşgul eden önemli konulardan biri olan varlık konusudur. Ontoloji (varlıkbilimi); bir bütün olarak varlık’ı ele alan ve var olanların en temel niteliklerini inceleyen felsefenin bir dalıdır. Çok önemli düşünürleri de meşgul etmiştir bu konu. Esasen bu konuyu merkezine oturtabilen düşünüş, pek çok problemin de anahtarını da elde etmiş olduğu söylenebilir. Nietzsche’nin zihnini, bu konu epey meşgul etmiştir. Tolstoy da felsefesinin bu önemli konularından biri olan varlığın hikmeti üzerinde uzun uzadıya tefekkür etti. Tefekkür eden bir kafayı durdurmak kabil değildir. Bu sebeple onu hep bir arayış içerisinde görmekteyiz. Yaşanan hayatta her düşünürün aklına gelebilecek soruları Tolstoy da düşünüp sormuştur. Zaten düşünmeyen ve sorgulamayan bir varlığın insan olamayacağı düşünülecek olursa Tolstoy gibi bir düşünürün araştırmaya yönelmesini anlamak daha kolay olur. Onu en fazla meşgul eden soru şu olmaktaydı:

“Bugün yaptıklarımın ve yarın yapacaklarımın sonucunda ne olacak? Hayatımın tamamının sonucunda ne olacak?'

Farklı bir şekilde söylersek, 'Ne için yaşayayım, niçin herhangi bir şeye karşı istek duyayım, niçin herhangi bir şey yapayım?' şöyle de sorulabilir: 'Hayatımın, beni bekleyen, kaçınılmaz olan ölümün yok etmeyeceği bir anlamı var mı?'

‘(…) Şunu anladım ki bilimin izlediği yolda hayatın anlamına ilişkin soruya yanıt yok. Ancak bilgi alanında, 'Hayatımın anlamı nedir?' sorusuna alabildiğim tek yanıt şuydu: "Sen, 'hayatım' dediğin şeysin, sen parçacıkların rastlantı sonucu bir araya gelmesinden oluşan geçici bir şeysin. Bu parçacıkların karşılıklı etkileşimleri ve değişmeleri sende 'hayatım' dediğin şeyi oluşturmaktadır. Parçacıklar bir süre daha bir arada kalacak, sonra bunlar arasındaki etkileşim duracak ve senin 'hayat' dediğin şeyin de sorunlarının da bir sonu gelmiş olacak. Sen rastlantısal olarak bir şeyin küçük bir parçasısın. O küçük parça mayalanmakta. Küçük parça bu mayalanmaya 'hayat' adını veriyor. Parça bütünden kopacak, mayalanma ve de bütün sorular son bulacak." Bilimin aydınlık alanı böyle cevap veriyor. Başka türlü de verememektedir.’

Bu yanıt, yanıt değildir. Ben hayatımın anlamını bilmek istiyorum, ama benim hayatımın sonsuzluğun bir parçası olması, ona bir anlam vermek şöyle dursun, mümkün olan her türlü anlamı da ortadan kaldırıyor.”[4]

Ve sonunda Tolstoy, tüm soruların yanıtını inançta bulmakta ve sadece inancın, Tanrı’ya inancın yaşama anlam kattığına kanaat getirmektedir.[5]

Nietzsche'nin hakikat arayıcılığı yolunda yaptığı araştırma ve tecessüs çabaları, onu dini ve inancı reddetmeye götürürken, Tolstoy'un araştırması ise onu, dine ve Tanrı inancına sevk etmiştir. Yani, biri şu veya bu sebeple Tanrı’yı öldürürken diğeri, O’nu hayatın ve yaşamanın odağına yerleştirmektedir.[6]

Anlaşılıyor ki Tolstoy, yitiğini bulmuş ve ruh dünyasını imar etmiştir. Varlık problemini tefekkür dünyasında çözen bir zihin için medeniyetin kapıları artık tâ ilk insana (Hz. Âdem) kadar açılır ve onun için insanlığın başlangıcına dair değerlendirmesi bir vahşet değil bir medeniyetle başladığı yönünde olur. Varlıkla olan problemini çözemediği içindir ki Batı dünyası, aklın bir teşevvüşü, bir çıkmazı olarak insanın başlangıcını, “vahşilik” olarak nitelendirme sığlığından kendini kurtaramamıştır. Sonuçta “uygarlık" olarak nitelendirip geldiği nokta, bunalımlar, krizler, buhranlar dünyası olmuştur. Bu dünyada vuku bulan çırpınışlara bir yorum getiremediği için de sunduğu toplumu “intihar” psikozu sarmalamıştır. Hem de uygarlık adı altında inşa ettikleri devasa kentler, plazalar ve gökdelenlerin gölgesinde.

İnsan yaşamına değer vermeyen şımarık Batı uygarlığının çevresiyle, kasvetli apartmanları ve plazalarıyla inşa ettiği kentin insanına sunduğu ancak gürültüdür, huzursuzluktur ve kalabalıklar içerisinde yalnızlıktır.

Demek ki devasa binalarla oluşturulan kentlerin bir medeniyetin göstergesi olamadığı anlaşılmaktadır. Elbette bir medeniyeti inşa eden temel taşlarından biri de mimaridir, insanın ruhuna, bedî zevklerine hitap eden mimari. İlahi bir mevhibeyle ecdad tarafından bilinçle, zarafetle ve sanat anlayışıyla ilmek ilmek dokunan bir mimari eserdeki tevhidi incelik yakalanırsa, idrak edilirse ancak ruh kendini bulur ve asude olur.

Kasvetli kültürün meydana getirdiği çevre, şehir, mesken ve kasvetli mimarisinin oluşturduğu çekilmez hayattan insanımızı çekip alacak bir işaret gerekmektedir. İşte unutulmaya yüz tutmuş bu işaret, bu kıvılcım, yeni ve genç sanatçılarımızın, mimarlarımızın çakmasıyla ateşimizin tutuşacağına olan ümidimiz gün geçtikçe kuvvetlenmektedir.

Bu ateşi yakan mimarlarımızdan Mehmet Osmanlıoğlu, Turgut Cansever gibi değerli hocalarının eğitimi altında, ecdadından tevarüs ettiği insan odaklı eşsiz medeniyet kültürüyle bir eser meydana getirmiştir. Kapsamlı bir çalışmanın ürünü olan bu eser, medeniyet kültürümüzün de önemli bir dalı olan “Şehir ve Mimari”nin bir meşalesi mesabesinde olduğu için de oldukça kıymetlidir.

Çağımızda, mimari kültürümüzün bir temsilcisi olan Osmanlıoğlu, engin tefekkürü ve mimari sanattaki tartışılmaz yeriyle, Dünya Bizim Yayınları'ndan çıkan ve editörlüğünü Mimar Hacer Yeğin'in üstlendiği, Karton Kentlerden Ruha Dokunan Şehirlere doğru yaptığı bu çalışmayla nice genç sanatçılara örnek olacağına ve nice eserler meydana getireceğine olan inancımızı ve ümidimizi pekiştirmektedir. Yaşanır bir şehirde huzuru yakalamak için bu gibi çalışmalara o kadar ihtiyacımız var ki! “Eline sağlık, Usta Mimar Mehmet Osmanlıoğlu” diyerek sizleri bu kıymetli eserle baş başa bırakıyorum.

Nizameddin DURAN

Kaynakça:

[1] Bergen, L. (2020). Şehir: Sünnettir. Yazıgen, 1. baskı, 8-12.

[2] Bergen, L. a.g.e., 8-12

[3] Karakoç, S.(1974). Kıyamet Aşısı. Diriliş, 35

[4] Tolstoy, L. İtiraflarım. (çev. İhsan Özdemir).(2005). Antik Dünya Klasikleri, 29, 36, 37

[5] Tolstoy L. a.g.e. 88, 59

[6] Duran, N.(2020). Hayatın Filozofu Nietzsche- Din-Toplum ve İnsan. SR, 63-66