Edebiyat ve sanatın temel vasfı üreten kişi merkezli olmasıdır. Şayet insani anlamda yaratıcı tarafını keşfetmişse bir şair, bir hikayeci ya da roman yazarı kendine odaklanmaktan başka çaresi yoktur. Ne vakit kendinden uzaklaşıp başkalarını yetiştirme uğraşı içerisine girerse sadece edebî yoğunluğu dağılmakla kalmaz aynı zamanda enerjisi de hercümerç olur.
Yazar dostlarımız şahsî hikayelerini şöyle bir hatırlasınlar. Ne çok nankörlük ve ne çok kadirbilmezlik göreceklerdir. Hiç unutmuyorum, yıllar önce Anadolu’dan İstanbul’a yeni gelmiş bir gençle bir kalabalıkta tanışmıştık. Edebiyat, sanat ve yazmaktan bahsettiğimizi duyunca bir daha peşimi bırakmadı. Belli ki böyle büyük bir şehre tutunmanın tüyolarını bir yerlerden almıştı. Her buluşmamızda bir deste kâğıt getirir, meşgul olup olmadığıma bakmaksızın bu ürünleri okumamı ve de değerlendirmemi isterdi.
Kimseyi bu konuda kırmadığım gibi onu da hiç kırmadım. Elimden geldiği kadar yazdıklarını değerlendirmeye çalışıyordum. Bu ürünlerin nasıl muvazenemi dağıttığını anlatamam. Sevmediğin bir şeyi hatır için yemek gibi bir şeydi. Şiirlerde istikbâl vadetmediğini söylediğimde hemen öyküye geçmiş öyküde de boşuna yorulmamasını ima ettiğimde apar topar denemeye iltica etmişti. Bir süre sonra denemeyi de yüzüstü bırakarak “çal” sistemine geçmişti. Çal üslup ve tarzın aradan çekilip yazan kişinin sadece yazmak istediği konu ile kafa kafaya verip maksada ulaşmasıdır. Bu şahıs sürümden kazanarak yazarlık payesi aldı bir süre sonra. Kendi çapında bir çevre bile edindi. “Yazdım” dediği şeyleri bir takım matbu organlarda görünce semtimize uğramaz oldu. Görünmemek için ara sokaklara daldı. Karşılaşmamak için yolunu değiştirdi. Bütün bu marazi hallerin yazarlığın şanından olduğu şeklinde bir yerlerden yanlış bir kanaat edinmişti.
Bugünün penceresinden bu kişiye baktığımda ne büyük bir yaklaşım hatası yaptığımı anlıyorum. Her elinde kâğıt tomarı olanı yazarlığa yönlendirmenin hiç âlemi yokmuş meğerse. Bu ve bunun gibiler edebiyatçının kumaşından çalıp kimyasıyla oynarlar. Geçen onu bir programda masa başında düşünüyormuş gibi yaparken gördüm. Neredeyse şahadet parmağını gözünün içine sokacak gibiydi. Artistliği yazarlıktan önce kavramıştı.
Bu örneklere onlarcasını eklemek mümkün. Sözün aldatıcılığı diye bir şey var. Tüketiciyi koruma için yasalar ve kurumlar olduğu halde okuyucuyu koruyan bir kanun ya da kurum neden yoktur, bu soruyu şimdilik düşünedurun. Gelelim vefasızlığın kaynağına: Bunun kaynağında ucuza aldığını pahalıya satma ihtirası yatmaktadır. Aldığı malzemeyi yerine yerleştirmeyi hep ihmal edip bir türlü beceremeyen çırak hoyratlığı vardır. İstediğiniz kadar bu tür kişilere “ben senin sinir bozan kâğıt tomarlarına gözümün ışığını harcadım” diye sitem edin sizi duyacak bir kulağı görecek gözleri kalmamıştır. Yazmak yazanla yazılan arasında gerçekleşen bir yaşam biçimidir. Yazdığı metne sadık kalmayan, ona yabancılaşan, nefesini ve sesini satırlara yüklemeyen kişi yazıcılık yapsa da kelimenin gerçek anlamıyla yazar sayılmaz.
Usta-çırak ilişkisi zorunlu olmamakla beraber bir yazarın zaman ağına dahil olan kişi dolaylı anlamda marifet noktasında ona bağlılığını taahhüt etmiş sayılır. Birkaç yerde ürün yayınlayıp gururu okşanan kişi aslında en zor süreci yaşamaktadır. Buna zehaba kapılma süreci demek de mümkündür. Yazdığını gerçek niteliği ile değerlendirebilecek ölçütlerden yoksun olmak yazan kişiyi kendi başına gelin güveyi yapabilir. Böyle bir hızlı olgunlaşma zehabı mahfil ya da ortam oluşturması gerekirken yazarlık heveslisi kişiyi piyasa oluşturmaya sevk eder.
Her şeyde olduğu gibi edebiyatta da sağlı sollu fırsat reyonlarından geçilmiyor. Edebiyatı ve özellikle de yazmayı fırsattan istifade bir eyleme dönüştürmek çilesini çekmeden nimetini devşirmeye benzer. Yazar olmak yazma niyetinden çok da bağımsız bir şey değildir. Yazmanın da içindeki ve dışındaki şartları diye şartları ve rükünleri vardır. İlk başta niyet abdesti ile abdest almak gerekiyor ki bunun adına “halis niyet” denir. Kötü niyet yazıyı da çaresizliğe sevk eder. Yani hadesten taharet denilen şeye benzer bir durum olmalıdır. Necasetten taharet gibi edebi ürünün dolaşım ve inşa sürecinde beyin ve kalp her türlü görünür görünmez pisliklerden uzak olmalı, kalp ve kafa birlik olup birbirini korumalıdır. En büyük emniyet kişinin kendisini yine kendisinden korumasıdır.
Sansür yok otokontrol vardır yazma eyleminde; bunu da “setr-i avret” sayabiliriz. Yönü olmalı yazılan metnin. Buna “İstikbal-i Kıble” diyoruz. Kâğıt üzerinde de kıbleye yönelmek gerek. Vakit metnin olmazsa olmazıdır. Yaşadığı zamanı idrak etmelidir o metnin yazarı. Niyet; yukarıda da bahsettiğimiz gibi yazma denilen örgünün başlama ve vücut bulma aşamasıdır. Hayat ile gündelik ibadetler birbirinin tamamlayıcısıdır. Sadece dar anlamdaki şekli ibadetler değil bütün hayatî faaliyetler aynı düsturlarla bezenmeli ki sinekten yağ çıkarmayı “sanatsal yaratım” zanneden kalpazanlara gün doğmasın.
Okuyucuyu koruma hakkı kanunu, çok ihtiyaç duyduğumuz bir hak, hakikaten,tebrikler. Izdırabımız kaleme alınmış. Kıblesi ters yazıcılar, niyeti selam verdikten sonra alanlar,necaseti taharetten sayanlar ve vakti nakite göre belirleyenler, içten yanacağına dışardakilere vurulanlar... Ahh okuyucuya bir yara,bir acı,bir pas, bir kir ki tüm bunlar..Kalem kirliliği edebiyatın kanseri olmamalı.Allah Hakikatli yazarlarımızı ve hakikaten okuyucularını , teyemmüm dahi almamış abdestsiz yazı(cı)lardan muhafaza eylesin. Bizim bari abdestimizi bozdurmasalar ..