Yazın köy odası sohbetlerinde, kışın tandır başı sohbetlerinde büyüklerimizden dinlediğimiz masallar, destanlar, halk hikâyeleri, peygamber kıssaları ve sahabe hayatlarından tablolarla başladı sanırım edebiyata olan ilgim ve sevgim. Zaman, mekân, olay ve kahramanları barındıran kurgular zihnimde her zaman kendisine yer buldu.
Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu, Gülten Dayıoğlu ve Peyami Safa hikâyelerini ilkokul sıralarında -sınıf kitaplığından- okudum. Mehmet Âkif Ersoy’u İstiklal Marşı dolayısıyla biliyordum. Halide Edip Adıvar ve Sait Faik Abasıyanık’ı ortaokuldayken dönem ödevleri vesilesiyle tanıma fırsatım oldu. Necip Fazıl Kısakürek’in Çile adlı eserinden kısa şiirler ezberlediğimi -kitap evde vardı- hatırlıyorum o dönemde. Edebiyat öğretmenimiz derste işlenen konuya göre yazar, şair veya eserlerle alakalı ayrıntılı bilgi edinmemiz için kaynak niteliğinde değişik eserlerden ve bunların yazarlarından bahsederdi lise yıllarında. Mehmet Kaplan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Fuat Köprülü, Ahmet Kabaklı ve Nihat Sami Banarlı’yı bunlar arasında sayabilirim. Batı edebiyatından Tolstoy, Dostoyevski, Victor Hugo, Gogol, Balzac yine edebiyat derslerinden aklımda kalanlar. Sadece bu kadardı ve fazlası yoktu. Okuduğum kitap üçü beşi geçmedi ne yazık ki bu dönemde. Külün altındaki köz söndü, sönecekti neredeyse.
Ortaokul ve lise yıllarında hiç kitap evlerine, kütüphanelere gittiğimizi hatırlamıyorum. Sadece okulun önündeki kırtasiyelerden ders kitaplarımızı alırdık, o kadar. Kitaplara ilgimiz sadece derslerden ibaretti. Elimizden tutup bizi edebiyat dünyasına sürükleyecek bir büyüğümüz hiç olmadı. Bu da çok normaldi çünkü aldığımız eğitim, edebiyatı sadece müfredat gereği karşımıza çıkarıyordu. Ömrü kitaplar arasında geçen ve hepsi birbirinden değerli insanlardan ve bunların eserlerinden habersiz yaşamak bir kayıp olsa gerekti. Hem de büyük bir kayıp.