Mehmet Nuri Yardım, Kubbealtı Vakfı’nın Yazı İşleri Müdürlüğünü yapmaktadır. Kendileri adeta İstanbul’un Kültür Bakanı’dır. 5 yıl önce mezarı kayıp büyükler üzerinde düşünürken kendilerinin de buna dair yazıları olduğunu öğrenmiş ve e-mail göndermiştim kendilerine. Mehmet Nuri Bey de bana konuyla ilgili yazılarını mektup ile göndermiş ve beni de Kubbealtı’na davet etmişti. Böylece tanışmıştık. Sonra Anadolu’ya dönmem gerekmişti. Anadolu’dayken kafama takılan soruları Mehmet Nuri Bey’e gönderirdim ve kendileri de hiç üşenmeden kafamdaki soruları cevaplarlardı. İstanbul’a son gelişimde kendilerinden Mustafa Armağan toplantısına dair bir davetiye almıştım. Zat-ı alileriyle geçtiğimiz günlerde Kubbealtı’nda bu mülakatı gerçekleştirdik. Edebiyatın öncesi sonrası demeden bir gezinti yaptık.
Mehmet Nuri Bey, sohbete çocukluğunuzdan başlarsak, o günkü şahsi hayatınızı ve toplumsal durumu anlatabilir misiniz?
Benim çocukluk yıllarımda bu kadar çok kitap yoktu. Kültür hayatı bu kadar canlı değildi ve biz öğretmenlerimizin ve bizim yakınımızda bulunan büyüklerimizin tavsiyesiyle kendimizi yetiştirmeye çalışıyorduk. Mesela hep anlatmışımdır. Benim edebiyata yaklaşmamda, kitabı sevmemde ve kültür hayatına girmemde en büyük faktör İlkokul Öğretmenim Tevfik Yargıcı olmuştur. Tevfik Hoca bizi hakikaten iyi eğitiyordu, bize sınıfta şiirler okuyordu, menkıbeler anlatıyordu, Peygamber kıssaları anlatıyordu. Kısacası bizi hem milli kültürümüzle, hem dini kültürümüzle yetiştiriyordu. Ve oradan adeta beslendik. O hocamızdan, o hocamızın anlattıklarından istifade ettik. Tabii ortaokul ve lise yıllarımızda da bu çalışmalar devam etti, asıl yetişme çağımız tabii ki üniversite oldu. Üniversitede çok kıymetli hocalarımız oldu, şükürler olsun. Başta Mehmet Kaplan, Faruk Timurtaş, Muharrem Ergin ve diğer hocalarımız bize bir dünya görüşü ve çalışma sistemi aşıladılar ve biz çalışmalara onlar sayesinde, onların katkılarıyla başladık. Yani şunu demek istiyorum. Çocukluk yıllarımızda biz biraz el yordamıyla, biraz birkaç büyüğümüzün teşviği, desteği ile kendimizi yetiştirdik. O zamanlar neler yaptık? İşte hemen hemen herkesin okuduğu kitapları okuduk. Başta çizgi romanlar, Tombik, Teksasları okuduk; sonra biraz daha büyüdüğümüzde Ömer Seyfettinleri okumaya başladık. Delikanlılık çağlarımızda Kemalettin Tuğcu serisini bitirdik. Sonra romanlara daldık, tarihi romanları okuduk ve bu şekilde böyle üniversite yıllarına kadar geldik. Üniversitede hakikaten kendimizi çok zengin bir kültür ortamı içinde bulduk. Burada sahaflar, kütüphaneler, müzeler vardı ve bu ortam bizi edebiyata, kültüre, sanata bağladı.
Yazı hayatına nasıl başladınız?
Benim yazı hayatım diyebilirim ki ilkokul yıllarında başladı. Yani ilkokul yıllarımda derme çatma bazı ufak tefek şiirler yazdım, bazı küçük yazılar yazdım. Sonra insan büyüdükçe onların pek bir şey ifade etmediğini anlıyor. Ama ben yazmaya devam ettim. Özellikle ortaokul yıllarında biraz daha gelişti. Şiiri daha bir ciddiyetle takip ettim. Büyük şairlerimizi tanımaya çalışıyordum. Hem de ufak, acemi bazı kalem çalışmaları yapıyordum. Bunlar devam etti. Ama yine de asıl, profesyonel yazı hayatı diyebilirim ki yine üniversite yıllarında başladı ama üniversiteden önce bazı dergi ve gazetelerde düzenli yazı yazdığımı söyleyebilirim. Bunların arasında Yeni Asya Gazetesi, Köprü Dergisi, Can Kardeş Dergisi ve Sur Dergileri var. Burada bazı çocuk edebiyatı nümuneleri, bazı araştırmalar, incelemeler, bazı denemeler ve bazı hikayeler yazdım.
Sizi yazı konusunda en çok teşvik eden ve öven kim oldu?
Tabii buna övgü demeyelim de teşvik diyelim çünkü gençlik yıllarımızda hepimiz bir şeyler karalarız. Bu yazılarımızın umumiyetle eksikleri, hataları vardır. Ama büyüklerimiz, hocalarımız bizi teşvik ederler, moralimizi düzgün tutarlar ki yazmaya devam edelim. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bu yazıları yazarken gazete ve dergilerde çalışan arkadaşlar teşvik ettiler. Ama asıl teşviği ben Edebiyat Fakültesi 1. sınıfta gördüm. Orada rahmetli hocamız Mehmet Kaplan ilk dersimizde demişti ki: “Aranızda şiir, hikaye, roman, deneme yazan var mı?” Ben el kaldırıp hikaye yazdığımı söylemiştim. “Hikayelerini getir.” demişti. Götürdüm, okudu. Hatta ismini hatırlıyorum. Gazetede de yayınlanmıştı. Mezarlıkla ilgili bir hikayeydi. Hoca onu okuduktan sonra “Hikaye güzel, yalnız dili ağır, biraz daha sade yaz.” demişti. Dilinin Halit Ziya’nın dilini hatırlattığını söylemişti. Tabii Kaplan Hoca’nın bu tavsiyesi benim için çok önemliydi. Beni çok yüreklendirmişti. Çünkü dünya çapında tanınmış bir ilim adamının “Yaz.” demesi benim için son derece önemlidir ve o aldığımız hızla devam ettik.
Araştırmalar, incelemeler, Tanzimat dönemiyle ilgili bazı incelemeler yaptık. Tevfik Fikret’ten Cenap Şahabettin’e, Kemalettin Kamu’dan Ziya Osman’a kadar gerek Tanzimat dönemi, gerek Servet-i Fünun dönemi, gerek Cumhuriyet dönemi yazarları hakkında araştırmalar yaptım. O dönemde benim ilgilendiğim iki konu vardı. Ziya Osman ve Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hatıraları. Böyle böyle kitap dünyasına girmiş olduk.
Edebiyat Fakültesi’nde okurken sizi en çok etkileyen hocanız hangisi oldu?
Doğrusu ben kendimi bir bakıma şanslı hissediyorum. Sadece ben değil bizim dönemde okuyan bütün arkadaşlar şanslıydı. Çünkü çok çok değerli ilim adamlarının talebesi olduk. İşte az önce isimlerini andığım Mehmet Kaplan, Faruk Timurtaş, Muharrem Ergin, Abdulkadir Karahan, Mehmet Çavuşoğlu, Mertol Tulum, Ahmet Topaloğlu, Abdullah Uçman, İnci Enginün, Zeynep Kerman, Ömer Faruk Akün bizim hocalarımız oldu. Fakat bunların içinden bir tane isim isterseniz ben Kaplan Hoca’yı söylerim. Çünkü Kaplan Hoca ilgilendiğim Yeni Türk Edebiyatında uzman bir hocaydı, dünya çapında bilinen, tanınan bir akademisyendi. Hem de talebelerle diyaloğu sağlamdı. Öğrencisini severdi, bazen de azarlardı ama severdi. Yol gösterirdi, teşvik ederdi, yazıları alır, okurdu, sonra bunları dergilere gönderirdi. Yani talebesine sahip çıkan bir hoca idi. Dolayısıyla Kaplan Hoca’yı söyleyebilirim. Ama diğer hocalarımız da çok kıymetli. Öğrencilerle en çok diyalog kuran hoca olarak Mehmet Kaplan’ı söyleyebilirim.
Bütün hayatınız boyunca ruberu görüşme imkanı bulduğunuz insanlardan sizi en çok etkileyen kimdir?
Biliyorsunuz ben Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra öğretmenlik yapmadım, gazetecilik yaptım. Zaten fakülteden önce de gazeteciliğe başlamıştım. Gazetecilikte de kültür - sanat dalında çalıştım. Ağırlıklı olarak röportajlar gerçekleştirdim. Hakikaten birçok değerli insanla görüşme imkanı bulduk. Az önce isimlerini saydığımız hocaların dışında Tahsin Banguoğlu, Samiha Ayverdi, Ahmet Kabaklı, Münevver Ayaşlı, Necmettin Hacıeminoğlu, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Ergun Göze, Tarık Buğra, Süheyl Ünver, Mustafa Düzgünman’la görüşmeler yaptık. Bazı sanatkarları ziyaret ettik. Yıldırım Gürses, Ahmet Özhan, Rüştü Eriç gibi üstadları da ziyaret ettik. Bunların her birisinin ayrı bir güzel tarafı vardır. Cavit Ersen’i hatırlıyorum, o da çok kıymetli bir romancıydı. Ne yazık ki unutulmuş bir romancıydı. Şu anda yine yaşayan Cahit Öney diye bir üstadımız var. O da çok kıymetli bir müzisyen ve şair. Sait Şamil vardı, Şeyh Şamil’in torunu, o da dedesini andıran pala bıyıklı, beyaz, gür saçlı bir zat. Bekir Berk’i hatırlıyorum. Bütün bunlar ve bunların yanı sıra daha birçok ismin yanlarında olduk. Eserlerini okuduk, sohbetlerinde bulunduk, bazılarıyla mülakat yaptık, mülaki olduk ve istifade ettik. Eğer bugün acizane biraz bir birikim varsa o hocalarımızdan tevarüs ettiğimiz birikimdir.
Çok değerli şahsiyetleri tanıma fırsatı bulduk. O yüzden bugünkü gençlere diyorum ki “Lütfen! Siz de bugün yaşayan üstadların çevresinden ayrılmayın. Gidin bir Bekir Sıtkı Erdoğan’ı ziyaret edin, gidin bir Semavi Eyice Hoca’yı ziyaret edin, Oktay Aslanapa’yı ziyaret edin, Sezai Karakoç Üstadı ziyaret edin, diğer hocaları ziyaret edin” Çünkü bazen insan bunun farkında olmuyor. Sanki bunlar her zaman yaşayacak gibi zannediyor, ama bir bakıyorsunuz emr-i hak vaki olmuş.
Birkaç ismi öne çıkarın derseniz hemen söyleyeyim, başta Samiha Ayverdi, Ahmet Kabaklı, Cemil Meriç, Sepetçioğlu, Sezai Karakoç, Yavuz Bülent Bakiler, Ergun Göze gibi isimler beni etkilemiştir. Onlardan ben istifade etmişimdir, feyiz almışımdır. Tabii şu anda ismini hatırlayamadığım birçok isimden ders aldığımı söyleyebilirim.
En beğendiğiniz yazarlar kimlerdir?
Aslında nasıl her yiğidin bir yoğurt yiyişi varsa her yazarın bir üslubu, bir tarzı vardır. Dolayısıyla bu anlamda ben bütün yazarları seviyorum, okumaya çalışıyorum ama üslup sahibi olan yazarları daha çok seviyorum. Eskilerden mesela bir Refik Halit Karay, Peyami Safa, Yahya Kemal, Mehmed Akif... Kimi romanda, kimi hikayede, kimi şiirde üstaddır bunlar. Daha eskilere gidecek olursak bir Ahmet Mithat Efendi, bir Muallim Naci, biraz daha bu taraflara yaklaşırsak bir Ahmet Hamdi Tanpınar, bir Tarık Buğra, bir Samiha Ayverdi, bir Safiye Erol; şiirde Ziya Osman, Ahmet Muhip Dranas, Asaf Halet Çelebi bunlar da çok sevdiğim ve eserlerini okuduğum şahsiyetler. Günümüzde bir Mehmet Niyazi, Yavuz Bülent Bakiler; şiirde Sezai Karakoç; hikayede Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu; düşünce hayatımızda Mehmet Genç, Saadettin Ökten; sanat dünyasında bir Uğur Derman, bir Hasan Çelebi; musikide bir Alaattin Yavaşça, bir Necdet Yaşar, bir Cahit Öney; Sanat tarihinde Semavi Eyice sanat, edebiyat ve fikir dünyamızın farklı farklı yıldızlarıdır. Her zaman yanan ve etrafı aydınlatan yıldızlardır. Dolayısıyla ben birçok arkadaşıma, dostuma, öğrenciye tavsiye ediyorum. Mesela Bahaeddin Özkişi mutlaka okunması gereken iyi hikayecilerden, iyi romancılardandır.
Yazılarınızın ve kitaplarınızın toplumda tesiri oldu mu, bunu bizzat müşahede ettiniz mi?
Mehmet Said Bey! Biliyorsunuz eserlerim hikaye, roman, şiir türlerinden çok araştırma, inceleme ve biyografi türündedir. 1985 yılından bu yana, yaklaşık 25-26 yıldır araştırma-inceleme kitaplarımın etkili olduğunu düşünüyorum. Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hatıraları edebiyat öğretmenlerimiz için referans olmuştur. Ardından Yazar Olacak Çocuklar çıkmıştır. Edebiyatımızın Güleryüzü ve Tarihimizin Güleryüzü mizah alanında bir boşluğu doldurmuştur. Özellikle Edebiyatımızın Güleryüzü öğretmenlerin vazgeçemediği bir kitap olarak öğrencilere okutuluyor.
Sonra biyografileri ben önemsedim. Sait Faik için, Ömer Seyfettin için, Ziya Osman için, Safiye Erol için biyografi kitapları yazdım biliyorsunuz. Bunların dışında gazetede yaptığım bazı röportajlar vardı. Bunları da zayi olmasınlar istedim ve onları da kitaplaştırdım. Biliyorsunuz şairlerle yaptığım konuşmaları Türk Şiirinden Portreler, romancıları Romancılar Konuşuyor’da, edebi mülakatları Dersimiz Edebiyat ismi altında buluşturdum ve okuyucuya sundum. Niçin bunu yaptım? Çünkü orada çok kıymetli şahsiyetler var. Onlarla yapılmış mülakatlar var. İstedim ki edebiyat meraklıları o kaynaklara yönelsinler. Ordan istifade etsinler. Çünkü bir Romancılar Konuşuyor’da 50’ye yakın yazarla yapılmış konuşma var. Aralarında Mustafa Necati Sepetçioğlu’ndan Cavit Ersen’e kadar pek çok şahsiyet var. Eski romancıların uzmanlarıyla yaptığım konuşmalar var. Ahmet Mithat Efendi, Tanpınar, Mehmet Rauf, Cengiz Dağcı hakkında yaptığım röportaj, Cengiz Aytmatov’la birebir yaptığım röportaj var, biliyorsunuz. Dolayısıyla bunlar bence önemlidir. Mesela Türk romanı hakkında araştırma yapacak olan kişiler ve tez hazırlayacak olan kişiler inanıyorum ki o kitaba göz atma ihtiyacı hissedeceklerdir. Samiha Ayverdi ve Münevver Ayaşlı’yla yaptığım röportajlar da orda yer alıyor. Tabii daha sonraki nesilden bir Sevinç Çokum, bir Sabahat Emir gibi hanımefendilerle yaptığım mülakatlar, konuşmalar o kitapta yer alıyor. Bu kitapların da ben faydalı olduğuna inandığım için kitaplaştırdım. Tabii bunun dışında benim öne çıkmış yönüm unutulmuş değerleri hatıtrlatmak, onların öne çıkmasını sağlamaktır.
Dolayısıyla Kayıp İstasyon bu anlamda önemli bir kitaptır diye düşünüyorum. Bundan 10 sene önce Kitap Haber dergisi’nde ilk yazılarını yazdım bu kitabın. Daha sonra kitaplaştı ve Türkiye Yazarlar Birliği tarafından biyografi dalında ödül aldı. Orada unutulmuş şahsiyetlerden bir Nihad Sami Banarlı, bir Bahaeddin Özkişi, Safiye Erol, Nahid Sırrı Örik, Osman Cemal Kaygılı, Sofi Huri var. 12 unutulmuş şahsiyet hakkında araştırmalar yaptım. Abdulhak Şinasi Hisar da bunların arasındaydı. O kitap da büyük bir yankı uyandırdı. Şöyle ki: unutulmuş bu yazarların kitaplarını yayınevleri basmaya başladı. O yazarların bazılarının eserleri 100 Temel Eser arasına alındı. Banarlı’nın Türkçe’nin Sırları, Bahaeddin Özkişi’nin Sokakta vs. tabii bunlar sadece Kayıp İstasyon’da değil, Unutulmayan Edebiyatçılarımız isimli kitapta da bunları anlattım. Orda da Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ndan Cavit Ersen’e, Kemal Altunkaya’dan başka yazarlara kadar birçok portre yazıları kaleme aldım. Bir de Aşina Çehreler. Zaten bu üç kitap birbirini tamamlayan kitaplar. Önce Kayıp İstasyon, ardından Unutulmayan Edebiyatçılar, en son olarak Aşina Çehreler.
Aşina Çehreler’de tanıdığım veya eserlerinden tanıdığım yazarlar hakkında portre yazıları var. Orada sadece edebiyatçılar değil, musıkişinaslar, hattatlar, ressamlar, karikatüristler vs. de var. Vehip Sinan var, Oktay Aslanapa var, edebiyattan Mehmet Niyazi ve diğer hocalar var. Bunun yanı sıra bazen Sanatalemi sitesi için yazdığım yazılar vardı, biraz hikaye, biraz hatıra tadında. Bunlar da Sefertası isimli bir kitapta toplandı. Burada çocukluğumdan itibaren yaşadığım bazı hatıraları yazdım, tanıdığım şahsiyetleri anlatmaya çalıştım. Sefertası daha kitaplaşmadan ilgi çekmişti. İstek üzerine bunları kitaplaştırdım. Sefertası tükendi. Yeni baskısı inşallah yapılacak. Kayıp İstasyon tükendi, onun da kısmetse yeni baskısı yapılacak. Bu arada biyografi kitapları içinde Safiye Erol önemlidir. Onun yeni baskısı yapıldı.
Bunların yanında hatıra ağırlıklı Yıldızlarla Uyumak isimli bir çocuk romanım var. Bir bakıma kendimi anlatıyorum. Yani orada adı geçen Kerem aslında benim. Biliyorsunuz büyük oğlumun da adı Kerem. Dolayısıyla bir bakıma yaşadıklarımı anlatmaya çalıştım. Yine taa 2-3 yaşlarından itibaren sokağımızı, eski ramazanları, eski bayramları, mahallemizi anlattım. Memleketten çıkıp İstanbul’a geldiğim zamana kadarki dönemi anlattım. Daha sonraki dönemi yazar mıyım? Kısmetse ileride olur.
Bu arada bir-iki sene önce bir kitap daha çıktı: Edebiyatımızda Hüzün. Edebiyatımızda Hüzün farklı bir çalışma oldu ve o da takdir gördü. Şöyle ki: erken yaşlarda vefat etmiş olan şair ve yazarları anlatmaya çalıştım. 20’li yaşlarda, 30’lu yaşlarda veya çocuğunu, yakınlarını kaybetmiş olan yazarları anlatmaya çalıştım. Bunların dramını işlemeye çalıştım. Biliyorsunuz Edebiyatımızın Güleryüzü daha çok mizah dünyamızı yansıtıyor, Edebiyatımızda Hüzün ise daha çok hüzün coğrafyamızı anlatmaya yönelik oldu. Yani orada da pek çok şair ve yazar var. Onların acıklı, hüzünlü hikayesi var. Ama o kitapta da şuna dikkat etmeye çalıştım. Karamsar bir tablo ortaya koymak istemedim. Yani edebiyatçılar, şairler, yazarlar yaşadıkları bütün olumsuzluklara rağmen dimdik ayakta durdular. Hiçbir zaman pes etmediler, hiçbir zaman vazgeçmediler. Hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmadılar. Bunu anlatmaya çalıştım. Bence Edebiyatımızda Hüzün de okunabilecek olan, bu anlamda faydalı olabilecek olan bir kitap olarak görülüyor.
En beğendiğiniz kitabınız hangisi?
Yazarlar hep “insan evlatları arasında fark yapar mı, ayrım yapar mı?” derler. Tabii ki kitaplar evlat değil. Kitapların kimisine daha çok emek vermişsinizdir, kimisine daha az. Kimisi sizi yormuş ama neticesini görmüş ve mutlu olmuşsunuzdur. Kimisi daha az bir çalışmayla ortaya çıkmış, dolayısıyla ben 40’ı geçen, 50’ye yaklaşan, yaşıma yakın, çocuk kitaplarını saymıyorum, kitaplar arasında bana deseniz ki “Sizce en faydalı, toplumda yankılar uyandıran kitabınız hangisi?” ben bir numaraya “Edebiyatımızın Güleryüzü”nü oturturum. Çünkü Edebiyatımızın Güleryüzü’nün bir misyonu da oldu. Türk edebiyatının çok sevimli olduğunu anlattı. Birçok kişi Türk edebiyatı deyince fersah fersah kaçıyordu. Ama Edebiyatımızın Güleryüzü’nü okuyanlar “Aa! Bizim ne kadar neşeli bir edebiyatımız varmış. Akif de öyle, Süleyman Nazif de, Ahmet Haşim de, Necip Fazıl da, Serdengeçti de...” deyip onların nüktelerini okumaya başladılar ama nüktelerden sonra eserlerine yönelmeye başladılar. Bana birçok edebiyat öğretmeni bunu söylemiştir. İyi ki bu kitap yazıldı. Çünkü orda iki binden fazla nükte var. 700 yazar ve şairin iki binden fazla nüktesi var. Önemli olan şu. Bazıları ilk defa kayda geçiyor. Toplantılarda anlatılmış nükteler ve ben bunları not almışımdır, yani diyebilirim ki üçte biri ilk defa kitaba geçti yani kitap altı yüz sayfaysa ikiyüz sayfası ilk defa şifahi kültürden yazılı kültüre geçti. Bu anlamda da bir hizmet oldu. Zaten hakkında çok yazılar yazıldı. Doğan Hızlan, Beşir Ayvazoğlu, İskender Pala, Emre Aköz ve daha birçok gazeteci ve yazar Edebiyatımızın Güleryüzü’nün önemli bir çalışma olduğunu söylediler. Hakkında övücü yazılar yazdılar. Edebiyatımızın Güleryüzü sınıflarda işleniyor, anlatılıyor ama ben Kayıp İstasyon’a da büyük emekler verdim. İlk gözağrım olan Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hatıraları da benim için çok önemlidir. Hakikaten bir yazar bütün kitaplarını sever, sevmelidir. Ama bazısı çok daha önemlidir. Diyelim ki Tanpınar’ın 19. Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi var, bir de Mahur Beste’si var. Tabii ki 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi bambaşkadır. O şah bir eserdir.
Biraz ESKADER’den bahsedelim.
ESKADER 2008 yılında bir avuç kültür-sanat adamıyla birlikte kuruldu. Cağaloğlu’nda mütevazı bir han odasında bir araya gelmiştik. Şerif Aydemir, Bestami Yazgan, Muhterem Yüceyılmaz, Yusuf Dursun, Nidayi Sevim ve diğer birkaç arkadaşla beraber bu derneği kurma kararını aldık. 4 Mart 2008’de dernek resmen kuruldu. Tabii daha önceden benim kurduğum bir site vardı: sanatalemi.net. Ben o siteyi de Eskader’e verdim. Bir bakıma artık Eskader’in bir değeridir. Daha sonra Eskader’in bünyesinde medeniyetimiz.com sitesi de kuruldu. Bu iki site şu anda takip edilen, sevilen, beğenilen siteler. Bir de eskader.net sitesi var. Tabii yalnız siteler yok.
Eskader yaklaşık 3 yıldır Kültür A.Ş, Zeytinburnu Belediyesi, Üsküdar Belediyesi ve Türkiye Diyanet Vakfı ile beraber çok güzel faaliyetlere imza attı. Anma toplantıları, vefa toplantıları, paneller, yarışmalar, saygı geceleri yaptı. Yüzlerce romancımız, hikayecimiz, hattatımız, sinemacımız, ressamımız, karikatüristimiz için toplantılar yaptık. Bunlar etkili oldu, beğenildi, halen biliyorsunuz bu toplantılar devam ediyor. Eskader her perşembe günü Cağaloğlu’nda, Timaş Kitap Kahve’de Babıali Sohbetlerini düzenliyor. Yaklaşık iki senedir çok değerli yaklaşık 80 toplantı oldu. Değerli yazar ve şair kardeşimiz Ekrem Kaftan bize romanımızdaki İstanbul’u anlattı, Bekir Sıtkı Sezgin’i andık, büyük musıkişinas, büyük yazar. Ondan önce Bahaeddin Özkişi’yi andık. Yine çok değerli bir hikayeci ve romancı... Kısacası her hafta ya vefat etmiş bir büyüğümüzü anıyoruz veya yaşayan bir sanatkarımızı davet ediyoruz, onu dinliyoruz. Böylece program devam ediyor. Tabii Eskader’in ileride yapacağı daha başka hizmetler de olacak.
Biliyorsunuz, Sanatalemi’nde yazan beş yazarımız vardı, vefat ettiler. Ahmet Yüksel Özemre, Ergun Göze, Olcay Yazıcı, Hamit Can ve Ümit Fehmi Solgun’du. Bunlar adına onları hem rahmetle anmak, hem de yeni nesile tanıtmak amacıyla bir edebiyat yarışması düzenledik. Hikaye, hatıra, makale, deneme, şiir dallarında. Bu yarışmamıza katılım süreci bitti. Yüzlerce eser geldi, şu anda jürilerimiz bu eserleri değerlendiriyor. İnşallah yakında 1. Sanatalemi yarışmasının sonuçlarını duyuracağız. 27 Aralıkta, kısmet olursa, Beyazıt Devlet Kütüphanesinde o arkadaşları davet edeceğiz, ödüllerini vereceğiz, o gün hem vefat yıldönümü itibarıyla Mehmed Akif’i anacağız, hem de Eskader büyük ödüllerini yapacağız. Dolayısıyla 27 Aralıkta sizin için de davette bulunalım. Tabii Eskader büyük ödülleri biliyorsunuz Türkiye’de büyük yankı uyandırıyor. Bu sene dördüncüsü verilecek. Şimdiden üyelerimiz ve sanat çevreleri bize görüşlerini söylemeye başladılar. Yaklaşık 30 dalda ödüller veriyoruz. Üstün hizmet ödülü, roman ödülü, hikaye ödülü, şiir ödülü, tiyatro ödülü, sinema ödülü, geleneksel sanat ödülü, kitap ödülü ve yayınevi ödülü var. Yine her sene olduğu gibi nisan ayında Ali Emiri Kültür Merkezi’nde bu ödülleri vereceğiz.
Pazar günkü yazı kursunuza gelelim… Neler söylersiniz?
Yazı kursu benim tabii üçüncü sene oldu. İlk önce Eskader’de, Cağaloğlu’nda başladık. Sonra Muhterem Yüceyılmaz Hanımefendi devam ettirdi. İkinci sene Üsküdar’da bu kursu sürdürdük. Orda da iyi bir ilgi oldu. Hatta o kursa devam eden bazı arkadaşlar kitaplar hazırladılar, romanlar yayınladılar, çocuk kitapları yayınlayanlar oldu, yazı yazmaya başlayanlar oldu. Bu sene Birlik Vakfı’nda saat 13’te bu kursumuz her Pazar devam ediyor. Bir hayli de katılım var, 40 civarında kişi düzenli olarak geliyor. Biz burada tabii şunu yapmaya çalışıyoruz. Yazar yetiştirmek gibi bir iddiamız yok, sadece nasıl iyi yazı yazılır, yazı yazılırken nelere dikkat edilir konusuna dikkat çekmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla adını yazı ve editörlük kursu koyduk. Bir deneme, makale, hikaye nasıl yazılır, bir röportaj nasıl yapılır gibi.
Sonra editörlük teknikleri… Bir dosya nasıl incelenir, gençlerimiz bu kursu bitirdikten sonra yayınevlerinde, gazetelerde, dergilerde editörlük yapmak istiyorlar. Ama editörlük yapabilmek için de belli bir birikime ihtiyaç var. Dolayısıyla bu konuda da hocalarımızdan aldığımız bilgiyi, birikimi genç arkadaşlarımıza aktarıyoruz. İnşallah faydalı olacağına inanıyoruz. Şu anda büyük bir ilgi var. Gelenler çalışmalarını ortaya koymaya başladılar. Bu hafta işlediğimiz konu köşeyazısıydı. Tanzimattan sonraki fıkra yazarlığından başladık, günümüze kadar getirdik. Şimdi ödev verdik. Arkadaşlar köşe yazısı yazacaklar ve Pazar günü getirecekler. Yani bir gazetede yazacakmış gibi yazıp getirecek ve onları okuyacağız, değerlendireceğiz, faydalı oluyor, hem arakadaşlar hatalarını görüyorlar, nerde yanlış yaptıklarını görüyorlar. Sonra bunları yayınlıyoruz, bazı dergilerde ve sitelerde yayınlıyoruz, özellikle sanat alemi ve medeniyetimiz.com sitelerinde yayınlıyoruz. Dolayısıyla bir bakıma ufak ufak yazı çalışmaları başlıyor. Ben şöyle düşünüyorum. Bu kırk öğrenciden dört yazar yetişse, kalıcı olsa, bence Türk edebiyatına bir katkı, bir hizmet olur.
Bir kursa devam eden herkes o sahada üstad olmaz. Hat kursuna devam edenlerin tamamı hattat olmuyor. Resim kursuna gidenlerin tamamı ressam olmuyor. Müzik kursuna gidenlerin hepsi müzisyen olmuyor. En azından bir zevk sahibi oluyor, o sahada bir bilgi sahibi oluyor. Bu anlamda inşallah bunu devam ettirmeyi düşünüyoruz. Yaz- kış dörder aylık dilimler halinde devam ettireceğiz. İlki ekim, kasım, aralık, ocak, sonra törenle bitecek. Belgelerini vereceğiz. Ardından şubat, mart, nisan, mayıs dönemi başlayacak. Son olarak da haziran, temmuz, ağustos, eylül aylarında Birlik Vakfı’nda devam edecek. Birlik Vakfı Çemberlitaş’ta, Atik Ali Paşa Camii’nin karşısında, Yeniçeriler Caddesi, No: 13.
Biraz hatıralar faslına geçelim, hatıralardan bahsedelim. Şerif Aydemir Bey’le yaşadığınız bir hatırayı anlatabilir misiniz?
Şerif Bey bizim edebiyat dünyasının yeni tanıdığı bir değer. Eskader’in bir faydası şöyle oldu: Birbirini tanımayan birçok yazar, şair, gazeteci, sanatkar, sinemacı, tiyatro sanatkarı Eskader çatısı altında buluştu. Bunların çoğu birbirlerinden haberdar değillerdi. İsmen duymuşlardı. Ama şimdi dostluklar kuruldu, muhabbetler ediliyor, bir araya geliniyor, fikir teatilerinde bulunuluyor, tartışmalar yapılıyor. Şerif Aydemir benim İstanbul’da en çok değer verdiğim büyüklerimden biridir. Zaten Eskader’i birlikte kurduk. Şu anda derneğimizin müdürlüğünü, yöneticiliğini yapıyor. Tabii onun bir de hikayeci vasfı vardır ki o çok önemlidir. Onun gizli bir hazine olduğunu pek kimse bilmezdi. Ama Mendilim Sende Kalsın hikaye kitabı Ötüken’den çıktıktan sonra başta Mustafa Kutlu olmak üzere birçok yazar Şerif Aydemir’in çok değerli bir yazar olduğunu söylediler. Şerif Ağabey’le hatıra çok. Belki ileride sadece o hatıralar bile bir kitabı oluşturabilir. Ama ben sadece şunu söyleyeyim. Bundan 2-3 sene evvel yine Eskader çatısında olarak 15-20 yazarı topladı ve hepimizi Elazığ’a götürdü. Niçin gittik? İki büyüğümüzü rahmetle anmak için. Biri Fethi Gemuhluoğlu idi. Biri de Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu. Şerif Bey, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun da hemşehrisidir. O programa Metin Eriş, Emin Işık, Sadık Yalsızuçanlar, Olcay Yazıcı, Atilla Şahiner, Bestami Yazgan, Yusuf Dursun gibi birçok kimse geldi. Tabii güzel bir program oldu. Hakikaten orada dolu dolu üç gün yaşadık. Hem toplantılarımız çok güzel geçti. Elazığ ve Malatya valilerimiz günboyu o programı takip ettiler. Bazılarına yöneticilik yaptım. Şerif Aydemir’le daha sonra Bursa’ya da gittik. Bursa’dan sonra Çatalca’ya gittik. Çok güzel geziler yaptık. Buradan saygı ve selamlarımı iletiyorum.
Recep Arslan Bey hakkında ne dersiniz?
Recep Arslan Bey bizim Molla Kasım’ımızdır. Recep Bey aslında çok iyi bir münekkittir. Şiiri iyi bilir. Fakat biliyorsunuz Türkiye’de münekkitler pek sevilmezler. O yüzden Recep Bey de genelde şimşekleri üzerine çeker. Ama Doğrucu Davut’tur. Doğru bildiğini söyler. Ayrım yapmaz, kimseyi gözetmez. Hatayı da söyler, sevabı da. Dolayısıyla böyle dostlarımızın olması hakikaten bizim için bir kazançtır, Eskader’in bir kazancı da odur. Aramızda değerli münekkitler var, yönetmenler var, şairler var, çok değerli dostlarımızla beraberiz Allah’a şükür.
Dursun Gürlek’le olan bir hatıranızı anlatabilir misiniz?
Dursun Hoca hakikaten son yıllarda adı da çok duyulmaya başlandı. Çok değerli bir Kültür Tarihçisi, bir yazar. Bizim Dursun Hoca’yla muarefemiz çok eski yıllara dayanır. Bundan yaklaşık yirmi yıl önce Hürriyet Gazetesi’nde beraber çalıştık. O tashih servisindeydi, ben haber merkezindeydim. Birlikte dostluklarımız o zaman yoğunlaştı. Ondan önce de tabii tanışıyorduk. Sonra Türkiye Gazetesi’nde çalıştığım süre içinde sık sık görüştük. O Tarih ve Düşünce’ye geçti, ben değişik gazetelerde çalıştım. Dursun Hoca’yla en son birlikteliğimiz Kubbealtı’nda oldu. Benim teklifim üzerine geldi, on senedir Osmanlıca kursumuzun hocalığını yapıyor. Hatta öyle bereketli oldu ki şimdi Pendik’te, Eyüp’te, Fatih’te, Mecidiyeköy’de Osmanlıca dersleri vermeye başladı. Osmanlıca’ya ilgi arttı. Yani Edebiyatımızın Güleryüzü var ise Dursun Hoca tarihimizin güleryüzü oldu. Anlattığı nüktelerle, fıkralarla dinleyiciler tarafından büyük bir takdir topladı. Hakikaten Osmanlıca’yı sevdirdi. Bugün yüzlerce talebesi var. Dursun Hoca doğrusu bir alemdir, bir ummandır. Cemil Meriç’e birlikte gitmiştik. Birçok büyüğümüzü birlikte ziyaret ettik. Zaten biz eskiden dört arkadaştık. Kendimize de dört inanmış adam derdik. Necip Fazıl’ın o güzel deyimiyle. Kimlerdi bu dört inanmış adam? Başta Dursun Hoca, sonra rahmetli Olcay Yazıcı, sonra Edebiyat Öğretmeni Muhsin Karabay, sonra ben. Tabii o dört inanmış adam şimdi biraz dağıldı. Biri ahrete gitti, biri Mardin’e gitti, Muhsin Karabay Mardin’e gitti. Tabii bu bir şakadır yoksa inanmış adam dörtle sınırlı değil. Yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca inanmış adam var. Yani Dursun Hoca benim her zaman istişare ettiğim, fikirlerine danıştığım bir ağabeyimdir. Çok yaygın bir tabir var. Kanka derler. Dursun Hoca’yla her zaman birlikteyizdir. Her zaman eserlerinden, kendisinden, fikirlerinden istifade ettiğim bir insandır.
Atilla Şahiner’den bahsedelim isterseniz?
Atilla Şahiner’le birlikte gazetecilik yaptık. Aslında ta 1980’li yıllarda, Yeni Asya Gazetesi’nde tanıştığım bir Gazeteci- Yazar ağabeyimdir. Fakat yazarlığa çok fazla ısınmadı. Aslında Doğuş Gazetesi’nde 1985’li yıllarda iyi yazılar da yazdı. Ama daha çok baskı safhalarında kaldı. Türkiye Gazetesi’nde de uzun yıllar çalıştı, editörlük yaptı. Aynı zamanda Cağaloğlu’nda çok sevilen bir şahsiyet olan Hekimoğlu İsmail’in yeğenidir. Hatta şunu da söyleyeyim. Atilla Şahiner’le Şerif Aydemir akrabadırlar. Tabii bana göre Babıali’nin çelebi, mütevazı, kalender, beyefendi insanlarından biridir.
Bir hatıranızı anlatabilir misiniz?
Ben 23 yıl gazetecilik yaptım. Aslında birçok nükteyi, birçok hatırayı duyuyorsunuz. Ama bazı nükteler insanı hem güldürüyor, hem de hüzünlendiriyor. İsmini vermeyeceğim, bir yazarın şöyle bir yazısını okumuştum. Demişti ki: Günümüzün şairlerinden Bekir Sıtkı Sezgin şöyle söylüyor. Yani bu yazarın Bekir Sıtkı Erdoğan ile Bekir Sıtkı Sezgin’i karıştırdığını gördük. Bu çok tanınan, bilinen, entelektüel bir yazar. Halen öyle. Bu tabii hüzünlü bir şey. Ama madem tebessüm edilsin diye böyle bir soru sordunuz. Edebiyatımızın Güleryüzü’nde de olan bir nükteyi anlatayım. Hem basın tarihimiz açısından enteresan, hem de edebiyat dünyamız bakımından.
Romana meraklı ama kendisini iyi yetiştirmemiş bir heveskar bir ara dosyasıyla beraber Tercüman Gazetesi’nde Sırrı Cebeci’nin yanına gider ve der ki: “Efendim! Ben bir roman yazdım, müthiş! Muazzam bir roman. Basılsa var ya yer yerinden oynayacak. O kadar güzel. “İyi, bunu bir yayınevine ver de, hepimiz okuyalım.” der. Genç “Ama ben yayınevlerine verdim, hepsi geri verdiler. Hiçbiri yayınlamadı.” der. Sırrı Yüksel Cebeci “Hiçbiri mi yayınlamadı?” Genç: “Evet, kaç yayınevine verdim, hiçbiri yayınlamadı ve bana geri verdiler.” Sırrı Yüksel Cebeci “Madem bu kadar mükemmel, muhteşem bir roman, acaba niçin yayınlamıyorlar?” diye sorar. “Efendim, basit bir şey var, zannederim onun için yayınlamadılar. Ben o konuda da yardımınızı isteyeceğim. Ben mükemmel bir roman yazdım ama imla kurallarını bilmediğim için nokta, ünlem, virgül, soru işareti kullanmadım. Ben size bunları vereyim, hem okuyun, hem de imla kurallarını yerleştirin.” Tabii Sırrı Yüksel Cebeci gülmüş ve o amatör yazarın hal-i pürmelalini görmüş. Tabii bu bir nüktedir, hatıradır ama bana göre bu durumda olan birçok insan var.
Bazı amatör yazarlar eserlerini olgunlaştırmadan, kendilerini yetiştirmeden eser vermeye çalışıyorlar. Özellikle gençler şiir yazıyorlar ama Faruk Nafiz Çamlıbel’i tanımıyorlar. Necip Fazıl’ı okumamış, Sezai Karakoç’tan haberi yok, Ziya Osman’dan iki şiir bilmiyor vs. Böyle ustaları tanımayan genç şairler bana göre muvaffak olamazlar. Usta- çırak münasebeti hem zenaatkarlıkta çok önemlidir; berberlikte, marangozlukta, terzilikte önemlidir, hem de edebi sanatlarda ve diğer sanatlarda. Yani büyük ebrucular büyük sanatkarlardan ders alır; büyük hattatlar öyle, büyük şairler öyle, büyük yazarlar da. Gençlerimize tavsiye kabilinden şunu söylemek isterim. Hangi mesleği seçerlerse seçsinler gazetecilik, öğretmenlik, şairlik, yazarlık vs. Özellikle kültür-sanat alanında. Mutlaka üstadları, ustaları tanısınlar. Onların rahle-i tedrislerinden geçsinler, onların eserlerini okusunlar, istifade etsinler. Sonra yazmaya ve eser vermeye başlasınlar. Aksi takdirde Tanpınar’ı okumadan roman yazmaya kalkışan bir genç bana göre hüsrana uğrayacaktır. Yine Necip Fazıl’ı okumadan şiir yazmaya kalkışan bir genç yine aynı hezimeti yaşayacaktır. Önce ustaları, üstadları tanımak; sonra eser vermek.
Bu güzel sohbet için teşekkür ederim
Mehmet Said Fidan konuştu