Edebiyat ve sanatın medeniyet hali

“(…) Zaten edebiyat çağının aynasıdır.”*

(Akif İnan)

Edebiyat çağının aynasıdır

Osmanlı’nın son dönmelerinden başlayarak günümüze kadar neredeyse bütün zamanlarda fikri yapımız edebiyatçılar tarafından şekillenmiştir. Fikri akımların öncü isimleri hep edebiyatçılar olagelmiştir. Namık Kemal’den Cemil Meriç’e, Nazım Hikmet’e, Sezai Karakoç’a varıncaya kadar hep öyle değil mi?

Rahmetli Akif İnan (1940-2000) yerinde bir tespitle; “…Edebiyat çağının aynasıdır.”* der. Bulunduğu çağa öncülük eden edebiyat bu yönüyle topluma ayna vazifesi de görmüştür haliyle. Düşünce yapımızı oluşturan edebiyat, -toplumdan kopuk olduğu iddia edilen Divan edebiyatı da dahil- hiçbir zaman sosyal hadiselere bigâne kalmamıştır. Çünkü edebiyatın ilham kaynağı, motor gücü bizzat insan ve toplumun kendisidir. Hal böyle iken edebiyatı dar bir alana hapsetmek mümkün mü hiç?

Ekseriyetle toplumların bütününde fikri yapının edebiyat üzerinden yürüdüğüne şahit oluyoruz. Bu durum da milletleri edebiyatları üzerinden tanıma olanağı sunuyor bize. Özellikle de toplumların tarihi seyri içerisinde fikri gelişimleri, edebi yönelişleri, toplumsal ilgi alanları, gelecek öngörüleri…vs hakkında bir ayna vazifesi görür edebiyat. Bu nedenledir ki; bir milleti tanımanın en iyi yolu edebiyatlarından geçer.

Her toplumun kendine mahsus dili, inancı, düşünüş biçimi ve de yaşam tarzı vardır. Bu da beraberinde eşyaya bakış tarzında kendine özgü ‘yorum’ demektir. Dolayısı ile tarih, sanat, sinema…vb alanlarda farklı farklı ürünler meydana getirebilirler. Doğal olan da bu değil midir?

Bu nedenle edebiyatları güçlü olan toplumların fikri yapılarının da sağlam, yaşam biçimlerinin gelişmiş olduklarını görüyoruz.

Dolayısı ile edebiyat bir toplumun gelişmişlik derecesinin turnusol kâğıdı gibidir. Bir bakıma devletlerin varlık-yokluk mücadelesi edebiyatları üzerinden verilir ve de okunur.

İngiltere bu durumun en somut örneklerindendir.

Rivayet odur ki; bir İngiliz siyaset adamının; “İngiltere sömürgelerini kaybederse yıkılır mı?” sorusuna verdiği cevap; “Güçlü donanmalara sahibiz.” olur.

Muhatabının; “Peki ya donanmayı kaybederseniz?” sorusu üzerine verdiği cevap ise; “Yeniden inşa ederiz?” şeklindedir.

Son soru can alıcıdır:

-Peki ya İngiltere Shakespeare’ı kaybederse yıkılır mı?

Cevap manidardır:

-İşte o zaman İngiltere yok olur.

Evet, tam da devletlerin / milletlerin /toplumların edebiyat ilişkileri bundan ibarettir.

Bu nedenle de edebiyatlarına önem veren, onu destekleyen, önünü açan devletlerin ve milletlerin tarih sahnesinden kolay kolay silinmediklerini görüyoruz. Bilakis sürekli bir ilerleme kaydettiklerine tanık oluyoruz.

Medeniyetin eksen kayması

Geçmiş okumalarımız ancak gelecek yol haritasını oluşturmak amacıyla yapılırsa faydalı olur. Geçmişte güçlü bir medeniyet kurmuş bir milletiz. Yaptığımız bütün gayretler insanlığın mutluluk ve refahı için olmuş. Toplumları ihya ve inşa etmişiz tarihimiz boyunca. Öyle ki gittiğimiz her yere evrensel değerler taşımışız. Lakin bu parlak zaman dilimi 19. yüzyıl ile birlikte büyüsünü kaybetmeye başlamıştır.

Aslında 17. yüzyıldan itibaren duraksamaya başlayan Osmanlı, 18. yüzyılın başından itibaren gerilemeye başlar. En zirve dönemlerinde imparatorluk yaklaşık 100 milyon nüfusa ve 20 milyon kilometrekare yüzölçümüne sahipken 18. yüzyılın başında 64 milyon nüfusa ve 12 milyon kilometrekare alana düştüğünü görüyoruz. Tabii ki toprak ve nüfustaki nicelik küçülmenin kültür-sanat-edebiyata da nitelik azalması olarak yansıdığını görüyoruz. Veya söz konusu durumu tersinden de okumak yanlış olmaz.

Öyle ki bizim duraksamamızla birlikte Batı’nın sözde aydınlık çağa adım attığını görüyoruz. Tabii ki kendileri için aydınlık!... Oysa insanlık adına karanlık bir çağdır bu dönem! Karanlıkları yaptıkları yeniliklerde değil, yeni hali insan tabiatına aykırı kullanmalarından kaynaklanıyor.

Durum ne olursa olsun Batı bariz bir yükseliş halindendir bu dönemde. Bizim aydınlarımız da bu yükselişte bir keramet görmüş olmalılar ki, yönünü Batı’ya çevirmeye başlamışlar. Böylece Batı’yı taklide yönelerek kültür-sanat-bilim alanında yenilik arayışına girmişler. Tabii bu amaca mebni olarak reform girişimlerinde bulunmuşlar. Ama eğri cetvelle doğru çizgi çizmenin mümkün olmaması gibi Batı’yı taklitle de reform-yenilik-yükselme olmuyor, nitekim olmadı da!

İşte Tanzimat hareketi (3 Kasım 1839) ve beraberinde doğan Tanzimat edebiyatı böylesi bir yönelişin hülasasıdır. Devamındaki yıllarda doğan Servet-i Fünun ve  Fecr-i Ati gibi edebiyat akımları da yönünü batıya çeviren, kurtuluşu Batı’yı taklitte arayan benzer reform girişimleridir.

Böylece medeniyetimiz ciddi düzeyde ilk eksen kaymalarını bu dönemde yaşamıştır.  Öyle ki; Kaptan-ı Derya Müşir Halil Rıfat Paşa’nın; “Avrupa’ya benzemezsek Asya’ya çekilmeye mecburuz.” sözü o dönemin ruh halini ve yönelişini ortaya koymak bakımından son derece önemlidir.

Bu tecrübeler ve daha sonra yaşanan benzer girişimler de bize göstermiştir ki; her medeniyetin kendine özgü şartları ve de atmosferi vardır. Şayet siz kendi şartlarından ve atmosferinden kopartılmış bir medeniyeti başka koşullarda yaşatmaya çalışırsanız, başarılı olma şansınız olmadığı gibi kötü neticelerle karşılaşmanız da kaçınılmaz olacaktır.   

Medeniyet ve dolayısı ile edebiyatın duraksaması neticesinde yapılacak arayışların kaynağı öncelikle kendisi olmalıdır. Yani sorunu kendi kaynağında aramalı, başka yerlerde değil! Çünkü edebiyat da medeniyet de özsuyunu kendi yaşadığı toplumdan alır. Bu nedenle de içinde doğduğu toplumun sorunlarına duyarlı olması gerekir her daim. Çünkü kendi toplumundan kopuk edebiyat, sanat işlevsizdir.

İşte Tanzimat’la birlikte doğan Servet-i Fünun,  Fecr-i Ati ve Tanzimat edebiyatı, çözümü kendi medeniyetinde değil de başka bir medeniyet dairesinde aradığı ve o halkaya dahil olmak için gayret sarf ettiği için müspet neticeler alınamamıştır.

Edebiyat ve siyaset

Bizde politikanın edebiyata girmesi Tanzimat’la başlar. Bu durum biraz da imparatorluğun işlerinin düzgün gitmediğinin, bozulmaya başladığının bir göstergesidir de. Bundan böyle politika ile edebiyat içi içe yürümüştür.

Cumhuriyet döneminde ve devamında da edebiyat ile siyaset bu fasit daireden çıkamamıştır. Bilakis her geçen dönemde daha çok batı medeniyet dairesine dahil olmak için çırpınadurmuştur.

Zamanla edebiyatımızın politikanın dümen suyunda erimesi ise acınacak bir hal yaşamasına sebep olmuştur. Elbette ki edebiyat-sanat politikadan ayrı değildir. Lakin edebiyat da siyasette kendi sınırları içinde olduğu müddetçe faydalı hale dönüşür. Kedinin aslan, aslanın kedi olduğu yerde olacakları siz düşünün!

Tabii ki gazetecilikle edebiyatın da birbirine karıştırılmaması gerekiyor. Hiç şüphesiz gazete dili edebiyat dili değildir.  Lakin birbirinden istifadesi mümkündür. Nitekim özellikle 2000’li yıllardan sonra edebiyatçıların gazetelerde köşe yazarlığı yapmaya başlamasıyla bu yakınlaşmanın bir parça sağlandığını görüyoruz. Ancak zaman zaman edebiyat ve gazeteciliğin kendi sınırlarını aştığını ve yanlış mecralara yöneldiğine de şahit oluyoruz. En çok da hem dil hem de fikir alanında bağımsız öncü rol alması gereken aydınların –şayet varsa- siyasetçilerin arkalarını toplayan tevilci rolüne bürünmüş olmaya başlamaları bardağı taşıran son damla olmuştur.

Bugün tam da bu hali yaşıyoruz. Zaten az sayıda var olan aydın, yazar, düşünür ve edebiyatçılarımız mevcut siyasilerin arklarını toplamakla meşguller!... Neredeyse bütün köşe yazarları siyasilerin menfi-müspet sarfettikleri kelime ve cümlelerini tevil ve düzeltmekle meşguller. Vah ki ne vah!...

Bu durum da hem kültür, sanat ve edebiyat dünyamızın çoraklaşmasına hem de ‘muhayyile’mizin gün geçtikçe erimesine yol açmaktadır. Haliyle ‘tefekkür’den de bahsedemiyoruz. Yani Şark cephesinde yeni bir şey yok!

Bu yönüyle siyaset hem kendisine hem de edebiyatımıza büyük fenalıklar yapmıştır. Düşünce dünyamız sefilleri oynamaktadır. Kültür-sanat-edebiyat ve dolayısıyla aydınımız adına son derece üzüntü verici olan bu durum maalesef hala devam etmektedir.

Netice…

Bütün bu olumsuzluklara rağmen kendi medeniyet dairesine yani yerli ve milli edebiyatına dönüş sinyalleri veren çabalar yok değildir. Merhum Mehmet Akif’le başlayıp Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Nuri Pakdil, Sezai Karakoç ile devam eden gayreti göz ardı etmemek gerekir. Ancak bu fikir-edebiyat zincirinin halkaları her geçen gün zayıflamakta ve kopma sinyalleri vermektedir. Yani kültür, sanat ve edebiyat SOS vermektedir. Bu da medeniyet dünyamız adına büyük bir tehlikedir.

Bütün bu acı tecrübelerden sonra en önemli netice doğru bir tespitin yapılmasıdır. O da; kendi medeniyet dairemiz içerisinde kendi edebiyatımızı güçlendirerek yapacağımız ayağa kalkma hamlesidir. Yani duraksadığımız ve yıkıldığımız yerden yeniden şahlanmaktır.

Haliyle bu hassas süreçte en devletle birlikte önemli görev edebiyatçılara düşüyor. Kendimize gelmenin, fikriyatımıza kavuşmanın ve de insanlığın ihya ve inşası için muhayyilemizi ayağa kaldırmanın yolu edebiyattan geçiyor, biline!...

*Akif İnan, Edebiyat Ve Medeniyet Üzerine, s. 10, İz Yayıncılık

YORUM EKLE
banner46

banner36