Geçtiğimiz yıl Aralık ayında bir doğa dergisinin okurları için düzenlediği doğa gezisine katıldık. Okurlarını renkli kağıtlardan alıp doğaya çağıran bir davetti bu gezi. Doğa, insanları yine yaşamın sevinçli sofrasına ortaklaşa oturmaya çağırıyordu ve bu benim için karşı konulamaz bir davetti. Yaklaşık bir ay önce sosyal medya aracılığıyla tanıştığımız okurlarla hem yüz yüze tanışmak, hem de doyasıya yeşile doymak üzere Samsun’dan İstanbul’a doğru yola koyulduk. Gideceğimiz yer Düzce’de bir Abhaza köyüydü. Yöre, sık ağaçların bulunduğu ormanları, yaylaları ve yaşamı diri tutan gürül gürül akan şelaleleri barındırıyordu. Konaklayacağımız Tekir köy evinin ise 90 yıllık bir tarihi vardı. Farklı kültürlere olan ilgimiz, heyecanımızı diri tutuyordu.
Sabahın erken saatlerinde köye vardığımızda Tekir köy evi sahipleri bizi yöresel tatların bulunduğu enfes bir sofra ile karşıladılar. Yeni tatlar ve sıcak muhabbet eşliğinde kahvaltımızı sonlandırdıktan sonra yürüyüş için hazırlıklara başladık. Grubumuzdaki candan insanların varlığı ve doğaya yöneliş beni heyecanlandırmıştı. Yeryüzünün eşsiz manzarasını seyre dalmak üzere Samandere şelalesine doğru 17 km'lik yürüyüşümüze başladık. Tam o sırada filmlerin coşkulu sahnelerinde duyduğum o çocuk sesini duydum. Grubumuzun en küçüğü 9 yaşındaki Ferzan'la tanıştım. Ahh, çocuklar masumiyetin somut örneği. İki gün boyunca bizimle birlikte zorlu patikalarda yürüyen o özgür çocuk ruhumu dinlendiriyor. Masmavi gök altında umut dolu adımlarla ilerliyoruz. Yürüyüş sırasında verdiğimiz molalarda yemeklerini bizimle paylaşan güzel insanlarla sohbet ediyoruz. Her tanışma bir keşiftir. O kısa ana bir sürü keşif sığdırmanın mutluluğu ve umudu insana güç veriyor. Yola devam ediyoruz.
Suyun verdiği dinginliği uzun süre bedenimde hissediyorum
Şelaleye ulaşmak için iki zorlu dere geçişi çıkıyor karşımıza. Zaman kaybetmeden ayakkabılarımızı çıkarıp geçişi gerçekleştiriyoruz. Bir dakika bile dayanmakta güçlük çektiğim o soğuk suda dakikalarca kalarak bize yardım eden, yaşam sevinci veren güzel insanları seyrediyorum. Buz gibi su ve hızla akan dere geçişi sırasında dayanışmanın ruhunu hissettik. Dere geçişiyle sanki hepimiz bencillikten tümüyle arınmıştık. Karşıya geçtiğimizde yerli halk ile sohbete koyulduk. Kısa bir sohbetten sonra tekrar yola devam ettik. Dik ve geniş bir yoldan ağır aksak ilerliyoruz. Dere geçişi zorlayıcı olduğundan tırmanışımız yavaş oluyor. Yol öyle güzel ki gencecik fidanlar gibi dimdik duruyor ağaçlar. Gencecik ve umut dolu! Serinleşen havada alabildiğine uzun ve gidilesi bir yol.
Suyun gizemine aldanarak varıyoruz şelaleye. Gürül gürül sesiyle bizi kendine doğru çeken bir akım içinde sessizce ilerliyoruz. Ve şelalenin eşsiz manzarası karşısında hepimiz büyüleniyoruz. Ben suyun tam döküldüğü yerin karşısına geçip uzun uzun seyrediyorum. Suları borulara hapsedenlere haykırışlarım içimde büyüyor. Görüntü karşısında Rilke’nin sözünü anımsıyorum: “Görmeyi öğreniyorum.” Rilke’nin çok sade, çok yalın bu ifadesi eşsiz doğayı ve burada tanıdığım insanları nasıl da güzel anlatıyor. Suyun verdiği dinginliği uzun süre bedenimde hissediyorum. Saat ilerlemiş, güneş bize veda etmek üzere olduğundan geri dönüşümüzü araçlarla yapıyoruz. Şelalenin büyüsü köye gidene kadar üzerimizde kalıyor.
Doğada eşitlik var
Köye vardığımızda şömine başında yine enfes bir sofra ile karşılanıyoruz. Yemek sonrası insanlar içeceklerini alıp şömine başında yerli halkın anlatacağı masalları dinlemek için toplanıyorlar. Orada öğrendim masalların önemini ve gücünü. En güzel masalları dinlerken biz, gece ilerliyor. Yorgun düşen bedenlerimizle gecenin karanlığına teslim oluyoruz.
Ertesi sabah yeni bir güne uyanıyoruz ve üzerimizde güneşli parlak bir gökyüzü. İstanbul’a dönüş günü olduğundan sınırlı vakte kısa bir yürüyüş daha sığdırıyoruz. Köyü keşfetmek isteyen bir grup köyde kalırken benim de içinde bulunduğum diğer grupla birlikte köy evini arkamızda bırakarak ormana doğru yol alıyoruz. Dağ, tepe yürüyüp sık ağaçların barındığı ormana dalıyoruz. Dik ve kaygan bir zeminde inişimizi gerçekleştirirken verdiğimiz molalarda hoş sohbetlere koyuluyoruz. Tekrar köy evine vardığımızda ise dinlendikten sonra doğanın şefkatli kollarından istemeyerek de olsa ayrılmak için hazırlanıyoruz.
Eşyalarımı yerleştirdikten sonra kararmaya başlayan havaya baktığımda ise bir kez daha anlıyorum doğanın, insanları mutluluğa ulaştıracak tek yer olduğunu. Doğada eşitlik var. Din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı yapmaksızın şefkatli kollarını ve bereketli topraklarını herkese açar. Bu doğa gezisi özgürce düşünebilme yetimi sonuna değin geliştirebilme hazzını yaşattı bana ve tabi kattığı güzel dostluklar… Artık yerden göğe, gökten yere inen Homeros gibi biz de tekrar insanların arasına katılmak üzere köyü terk ediyoruz.
Şeyma Taş yazdı