1978-79’da MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) ile tanıştım. Talebe Birliği’nin müstakil bir binası yoktu da MSP’nin kıraathane olarak kullandığı bina aynı zamanda MTTB temsilciliği idi. Fırsat buldukça oraya gider, sohbet eden biri varsa dinler, yoksa kitap karıştırırdık. Bu kitap karıştırmaların birinde Ömer Kirazlı imzalı Birinci İstişare ve İkinci İstişare diye küçük boy, manzum eserleri gördüm ve hemen okumaya başladım. Şair, bir “Nokta”tan şiir çıkarmış, sayfalarca anlatıyordu.
İşte o günlerde başka bir şey oldu. İmam hatip olarak görev yapan Süleyman Koç ağabey, bu akşam seni bir sohbete götüreyim, dedi ve dediği gibi de yaptı.
Bir hacı ağabeyin evine gittik. Önce sohbet için İzmir’den gelen büyüklerimizle tanıştırdılar bizi. Dr. Dursun Aksoy, İlhan Armutçuoğlu…
Musafaha ettik. Bizi kucakladılar ve kucaklarken dillerinde salavat, maşallah sözleri vardı. Galiba en genç olanları bendim. İmam Hatip’te okuduğumu öğrenince daha bir mutlu oldular. Her tarafta anarşik olaylar varken, cinayetler almış başını yürümüşken, daha gençliğe yeni adım atmış biri sohbete gelmişti.
Sohbeti Dr. Dursun Aksoy yaptı. Baktım elinde Birinci İstişare. Birkaç mısra okuyor ve şerhediyordu. Dediğim gibi, ben de okumuştum ama hiç böyle anlamamıştım. Ses tonu, vurgu, heyecan ve anlam öyle kaynaşmıştı ki bu sözlerin, bir doktorun ağzından çıkmış olması gayet şaşırtıcı idi.
O zamana kadar doktor dendi mi kendini halktan ayırmış, seçkinci, giyim kuşam bakımından gayet Batılı bir portre canlanıyordu zihnimizde. Ama Dr. Dursun Aksoy öyle değildi. Sakal bırakmış, halktan biri gibi giyinmiş ve işte evde sohbet ediyordu. Hem de dinden, imandan, Allah dostlarından bahsediyordu.
Bizim MTTB bağlamında siyaset ile de ilgilendiğimiz malum olmuş olmalı ki Türkiye’nin İslami geleceğinden, bu gelecekte bizim vazifelerimiz olduğundan filan da bahsetti.
“İslam'ın yayılması için gösterilen gayretlerin hepsi cihattır. Cihat kalemle olur, hitabetle olur, güzel muamelat ile olur, örnek olmak ile olur. Yani illa silah ile olması lazım değildir. Biz bal küpünden nimetlenmişsek sadece kendimizi düşünmemiz doğru olmaz. İnsanlığın da istifade etmesine çalışılmalıdır. Gençlikte bunları yapmak hem kolay hem fazileti çoktur.” mealinde sözler söyledi.
Sonra baş başa görüşme oldu ve bize bazı görevler verdi, nasihatlerde bulundu. Böylece bir adım atmış olduk.
Dr. Dursun Aksoy daha sonraki yıllarda da geldi ilçeye ve biz her gelişinde onun sohbetlerine dahil olduk, birkaç kere de İzmir’de evinde misafir etti bizi.
Kimdi Dr. Dursun Aksoy?
İzmir’de ikamet ediyordu. Tabipti. Albaydı. Üstelik ehli tarikti. Bunlar hiçbir zaman bir araya gelmeyecek kelimelerdi bizim için. Bu gidiş gelişlerde öğrendik ki MSP’den senatör adayı olmuştu. Demek ki bizden idi. Zaten istiharemde yeşil kalın başlığı ile Milli Gazete yazısı görmemiş miydim?
Demek aynı istikametin yolcuları idik. Böyle olunca daha bir sarıldık yolumuza ve büyüklerimize.
Edepten olduğu için tasavvuf büyüklerimiz hakkında fazla konuşulmaz.
Biz de sormazdık. Bilenler biliyordu. Bize lazım olan, ahlaken, irfanen onları takip etmek idi.
Gün geldi, bilenler anlatmaya, yazmaya başladı. Çünkü şöhretin afet olma tehlikesi ortadan kalkmış; bize ilim ve irfan öğretenler ceseden aramızdan ayrılmıştı.
İşte böyle bir eser var elimizde. Ethem Cebecioğlu tarafından yazılan bu eserde Dr. Dursun Aksoy’u hemen bütün yönleri ile tanıyoruz. Şahitlerin ve aileden kişilerin anlatımıyla hem de.
Kitapta olmayan ve bizim şahit olduğumuzu bir hatırayı anlatmalıyım burada.
Sohbetlerin birinde ev sahibi ikram için yemek hazırlamıştı. Sofraya oturduk. Çorbalar geldi. Ev sahibi gereken ihtimamı göstermek sadedinde Dursun Efendi’ye tevcihen “Efendim dedi, tuzu, baharatı nasıl, bir eksiğimiz var mı?”
Dursun Efendi “Kardeş dedi, biz bu zamana kadar hanımımızın yaptığı yemeklerde bile bir eksiklik, kusur bulmadık, söylemedik. Hep, çok güzel olmuş, eline sağlık dedik.” diye mukabelede bulundu.
Her şeyi iyi, güzel yönü ile görmeyi öğretmişti ve hep böyle idi Dr. Dursun Aksoy.
Başka neler öğrendik bu eserden? Şunları:
Dr. Dursun Aksoy, İzmir ve civar illerin hayır faaliyetlerinde öncü idi. Babası, çocuğum dinsiz, Darwinist olmasın diye Sarıkamış'a bile yerleşmemiş, köyde kalmıştı. Öğretmenleri "Bu çocuğu mutlaka okutun ileride büyük adam olur" deseler de babası, Erzurum Muallim Mektebi'nde okuyan gençler köye geldiklerinde Allah'ın yokluğundan, tabiattan bahsettikleri için ‘dinsiz olacağına okumasın daha iyi’ demişti.
Bir zamanlar Anadolu insanının çocuklarını okullara göndermemesinin sebebi idi bu. Ancak sistemin bekçileri bunu anlamazdan gelmekle kalmayıp Anadolu insanını suçlamıştı.
"Babacığım, sen beni okut, ben onlar gibi olmam, dinime bağlı ve sadık olurum inşaallah" diye babasını ikna eden bu çocuk, gün geldi Dr. Dursun Aksoy oldu. Askeri tıbbiyede okudu.
Hıfzıssıhhada çalışırken, o zamanlar Tıp Fakültesinde ve Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde yapılamayan özel çalışmalar yapmış, canlı doku kültüründe virüs üretme, yeni doğan fındık faresi yavrularında coxaki virüsünün denenmesi, bu kültürün eksi 70 derecede dondurularak liyofilize edip saklanması işini başarmıştı ki, bu Türkiye’de bir ilkti. Medical advance için Amerika’ya gönderilme imtihanını kazanan tek talebe yine Dr. Dursun Aksoy idi. (1959)
Tıp fakültesi dördüncü sınıfa geçtiği sene, Ömer Kirazlı ve Mustafa Mıhçıoğlu ile birlikte Adana’ya giderler, bir kereste fabrikasının yazıhanesinde çalışan Sami Efendi ile görüşürler ve böylece yeni bir dünya kurulur. Bu dünya tasavvufun dünyasıdır ve üstadı da Sami Efendi’dir. “Her birimiz önce Ömer ağabey, sonra ben, sonra diğer arkadaşlar teker teker huzuruna girdik. Efendi Hazretleri'ni görünce kendisi gönlümde taht kurdu. Bir anda farklı bir kişi olmuştum. Efendi birkaç normal kelamdan başka bir şey söylemiyordu ama bir anda dünyaya farklı bir şekilde bakmaya başladığımı hissettim. İçimi bir mutluluk, huzur hali kapladı. Sami Efendi sanki ruhuma nüfuz etti.”
Hem albay hem Allah dostu
Dikkatinizi çekerim. İzmir diyoruz, Albay diyoruz, Allah dostu, diyoruz.
Bu üç kelimenin bir araya gelmesi size de bir şaşkınlık vermeli. Çünkü Dr. Dursun Aksoy bu üç bir araya gelmezi şahsında birleştirmiş bir kişidir. “Harâbat ehlini hor görme şakir, defineye malik viraneler var” diye kim demişti?
İzmir’i hep sosyetesi ile hatırlayanlara karşılık Dr. Dursun Aksoy ve içinde bulunduğu cemaat “Hayır diyor, İzmir sizin bildiğiniz gibi bir yer değil. Kepenek içinde erler de var.” İkinci husus, Dr. Ağabey’in askeri sınıfa mensup bir albay olması…
Bu da bize bir şey söylüyor. Orduyu, askeri din ile birlikte anmayanlara, anmak istemeyenlere içeriden bir cevaptır Dr. Dursun Aksoy. Netice itibariyle başlangıçta sahih bir tarikat olan Bektaşi geleneğine sahip bir ordumuz var. Bir albay kimliği ile Dr. Dursun Aksoy, bu zincire de tutunmuştu. Ve tabii ki pozitif ilimlerin önde gelen tıp bilimi ile ledünni ve mistik ilmin birleştirilmesi. Bütün bunların İzmir’de gerçekleşmesi bana hep Niyaz Baba’nın menkıbesini hatırlatır.
Niyaz Baba, şehirdeki ayakkabıcı Piri Baba’yı ziyarete gider. Köyden gelirken bir mendile sarıp süt getirmiştir. Süt mendilini ayakkabıcının dükkanına asar. O esnada Piri Baba, bir kadının ayak ölçüsünü almaktadır. Kadının bacak teni Niyaz Baba’nın gözüne ilişince, süt mendilden damlamaya başlar. Piri Baba kardeşine: “Niyaz! Dağın başında ermek kolay. Gel de ak topuklara, ak gerdana bakıp da görmeden erenlerden ol.” diyerek ona dersini verir. Çünkü kendisi her zaman bu işi yapmakta ve fakat gözünü işinden ayırmamakta, şeriate uymaktadır. Niyaz Baba dersini alır. Kardeşini velilikte kendisinden ileride olduğunu görür. “Bana İnegöl dağlarında otlayan ak koyunlar ve ak kuzular gerek” diyerek yola koyulur.
Dr. Dursun Aksoy da işte bu şehir erenlerinden idi. O kadar ki Yusuf aleyhisselam gibi bir Züleyha tuzağından kurtulmuş idi. Vak’ayı şöyle anlatır kendisi:
“Antibiyotikler üzerine eğitim almak için Amerika'ya gittik. Eğitimimiz dokuz ay devam etti. Oradayken üç aylar başlayınca, elhamdülillah, üç aylar orucumu hayatım boyunca tuttuğum gibi orada da aksatmadım. Bayramı yaptıktan sonra, ertesi gün Şevval orucuna başladım. Personel Daire Başkanımız Ali Erkan Bey bana ‘Gel bir çay içelim’ dedi, ben de kendisine ‘Oruçluyum’ deyince, ‘Yahu, geldiğinden beri oruç tutuyorsun, seninle geldiğime bin pişman oldum, açlıktan gebereceksin, başıma da bela olacaksın’ dedi. Onu böyle hakaretâmiz konuşur görünce ben de kendisine ‘Oruç tuttuğum için kuvvetim eksilmedi, üstelik arttı. İstediğin kişiyle güç yarışı yapmaya hazırım’ dedim. Eğitimi üç sınıf halinde görüyoruz ve her sınıfta 75'er kişi var. Ali Erkan Bey bütün kursiyerlere ‘Dursun ile güç yarışı yapmak isteyenler çıksın’ diye ilanda bulundu. Karşıma 35 kişi kadar çıktı. Karşı karşıya geldiğimiz kişiyle bileklerimizden tutuyoruz; kim diğerini arka tarafına atarsa; o, kuvvetini ispat etmiş oluyor. Rabıtamı yaptım ve Rabbime niyazda bulundum. Sonra arka arkaya 35 kişiyi arka tarafıma attım. Bazılarını o kadar kuvvetle çekiyordum ki 3- 5 metre gidip yere kapaklanıyorlardı. İçlerinde, benim iki katım irilikte olanlar vardı. Bendeki heyecan, azami dereceye çıkınca en sonuncuyu da bacaklarından ve kollarından tutup başımın üstüne kaldırdım ve yere bıraktım. Bunun üzerine ‘Smith'i de kaldırabilir misin?’ dediler. Smith 130 kiloluk bir Amerikan yüzbaşısıydı. Elhamdülillah, tuttum onu da kaldırdım. Tahminen 10 kişiyi devirdikten sonra karşıma Arjantinli bir yarbay çıktı. Parmakları benim bileğim kadar bir adam azmanı. Elinden tutunca, dirseğim masaya yetişmiyor. Onun elini de masaya vurunca adam ‘Türk tiger’ diye bağırarak masadan fırladı. Arkasından kimse gelmedi ve o işte öylece bitti.”
Anahtar kelimeyi kaçırmamışsınızdır umarım.
Dikkatten kaçıranlar için buraya yazıyorum: “Rabıtamı yaptım ve Rabbime niyazda bulundum.”
Olanı kendinden bilmeyeceksin
Tasavvuf işte budur.
Olanı kendinden bilmeyeceksin.
Erenlerin himmetini gözleyeceksin ve de ona layık olacaksın.
Durumu okul komutanına anlatınca, komutan, benim için bir resepsiyon düzenledi ve orada "İkinci Koca Yusuf Amerika'ya geldi" dediler. Fakat bu hadiseden sonra başım belaya girdi. Hanımlar görüşmek istiyor, çeşitli taleplerde bulunuyorlardı. "Kursum var, dersim var" diyerek atlatıyordum. Bir gece saat 02.00’de odamın kapısı çalındı, açtım, 25 yaşlarında sarışın, Amerikalı bir hanım. "Ne istiyorsunuz?" dedim. "Seninle görüşmek istiyorum" dedi. Ben de kendisine "Hanımefendi, ben evliyim beş tane çocuğum var ve bizim dinimizde zina haramdır" dedim. "Cüzdanımı unutmuşum geri dönemem burada kalayım." dedi.
Aşağıya indim bir taksi çağırıp ücretini ödedim, o imtihandan da öylece kurtuldum.
*
Dr. Ağabey, 1966 yılında emekli olur. O seneden sonra 8 yıl Sami Efendi Hazretleri ile her sene birlikte hac yapma şerefine kavuşur. İzmir'e yerleştikten sonra Sami Efendi Hazretleri İzmir ve civarındaki 8 vilayetin ihvanı ile ilgilenme vazifesini ona verirler.
Ki bizim Dr. Dursun Ağabey ile muarefemiz işte bundan sonra oldu.
En son telefon ile görüşmüştük. Bir konuda fikrini ve duasını almak için evindeki telefondan rahatsız ettim. Kendimi tanıttım. Boğaz kanseri geçirdiği ve ameliyat olduğu için sesi kısık geliyordu. Yine de fikrini söyledi, duasını aldık.
“Kişi sevdiği ile beraberdir” hadis-i şerifi gereğince manen her zaman birlikte olsalar da âşıklar, sevdiklerini gözlerinin önünden ayırmazlar, onlar da sevdiklerinin göz hizasından uzak durmaz.
Dr. Dursun Aksoy hem manen hem bedenen kendini Sami Efendi’nin göz hizasından ayırmamıştır.
Vefatında başucunda idiler ve şöyle anlatmışlardır: “Sami Efendi Hazretleri irtihal ettikleri zaman, huzurlarında bulunuyordum. Yanımda tevafuken Esad Erbilli Hazretleri'nin torunu, şehit Mehmet Ali Efendi'nin oğlu tabip General Sait Tansev de vardı. Son nefesinde başucundaydık. Vefatı Musa Efendi ve yakın çevreye haber verdim. Techiz ve tekfin işlemlerini Fazlullah Nemengâni ve Ahmet Atasayar ağabeyler yaptılar; biz de su döküyorduk. Medine-i Münevvere'de, Efendiyi parmaklar üzerinde Cennetü’l-Baki'deki makamına ulaştırıp defnettik. Mezarı da o günden bugüne hiç açılmamıştır. Ertesi gün hatim merasiminde Suudi Arabistan Evkaf Bakanı Hasan Kutbi Bey'in de olduğu mecliste Sami Efendi Hazretleri'nin yerine Musa Efendi'nin geçtiğini ilk ilan etme şerefi bana nasip oldu elhamdülillah.”
Hadis-i şerifte "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz" denilmiştir. Bir şey daha denilmiştir: “Kişi sevdiği ile beraberdir.”
Dr. Dursun Aksoy, fizikî beraberliği de eklemiş nadir insanlardan biridir. Takvimler 26 Eylül 2008 Cuma gününü gösterdiğinde iftar saati öncesi vefat edip Kadir gecesi, sabah namazında Medine'de Cennetü’l-Baki'ye defnedildi. Hayatta iken çevresinde bulunmak ve hizmet etmekten başka bir şey düşünmeyen Dr. Dursun Aksoy, naaşını da Sami Efendi’ye komşu eyler ve Cennetü’l-Baki’ye defnedilir.
Allah dostlarının halleri ile hallenmek için ya onların yanı başlarında olmak gerek ya onları anlatanları dinlemek gerekir. Bu dinlemenin içine okumak da girer.
Ethem Cebecioğlu, derlediği kitaplarla işte böyle birkaç yönlü bir hizmet icra ediyor.
Allah dostlarının unutulmasını önlüyor.
Allah dostları ile ünsiyet kurulmasına vesile oluyor.
İnşallah bu eserler ruhi bağ kurmaya da vesile olacaktır.
Bağ kurmanın bir Fatiha üç ihlas ile başladığını söylememe bilmem gerek var mı?