Antik çağlarda Yemen; Kataban, Saba, Main, Himyeri ve Hadramut gibi krallıklara ev sahipliği yaptı. Roma, Bizans, Habeşi ve Sasaniler tarafından işgal edilen Yemen, 628'de İslam egemenliğine girdi. Osmanlı devleti, 16. yüzyılda Yemen'i hakimiyeti altına aldı. Ancak İngilizler, Osmanlı Devleti'nin zayıfladığı döneminde Aden'i işgal etti.
1870'lerin başlarında Yemen'de devlet otoritesi yeniden tesis edildi. Yemen, 1880'lerde tekrar kaosa sürüklendi. Yüzbinlerce Anadolu evladı Yemen çöllerinde ve dağlarında can verdi. Yemen'in son Osmanlı valisi Mahmut Nedim Bey, Anadolu çocuklarının acısını yüreğinde hissediyordu. Hüznünü şu şekilde ifade ediyordu Mahmut Nedim Bey: “Bugün Osmanlı'dan hatıra kalan birkaç yıkık kışla, hastane, mektep. Fakat asıl göze çarpan yegane yadigar, koskoca mezarlıklardır. Yemen vadilerinin, sırtlarının, çöllerinin her noktasında bir hatıramız kalmıştır. Gidin, oralarda dolaşın; en ıssız, en vahşi bir kenarda durun, geçen bir yolcuya sorun. O size: 'İşte, burada' der, 'Falan tarihte bir cenk olmuştu, şurada şu kadar gün asilerle asker çarpışmıştı, kan akmıştı ve şuracıkta yatanlar, o cengin şehitleridir.'"
Birinci Dünya Savaşı'nda Yemen en fazla kayıbın verildiği cephelerden biriydi. Kayıplar yüzbinlerle ifade ediliyordu. Yemen'e asker gönderen ailelerin elinde, yalnızca o günlerde yakılan "Gece bir ses geldi derinden derinden / Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden.” sözlerinin olduğu türkü kalmıştı. "Makbarat Al Etrak", yani Türkler mezarlığı olarak anılan San'a'daki şehitlik, 2012 yılında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından açıldı.
Yemen, İzmir'in Çeşme ilçesinde de acı hatıralar çağrıştırıyor. Yemen'e giden askerler, daha çok Ege bölgesinin gençleriydi. Gidenlerin çoğu dönmüyor; düşman kurşunundan kurtulanlar ise, iklim şartlarının elverişsizliği yüzünden yad ellerde kalıyordu. 1908'de Çeşme'de, 20-30 yaşları arasında bir tek erkek kalmıştı. O da bir cüceydi. Yüreği yanık Çeşmeli analar, eşler bu yüzden Yemen'i Çeşme Mezarlığı diye anarlar hep.
Kur'an'da Yemen
Kur'an-ı Ker'im'de yer alan Ashab-ı Uhdud, Ashab-ı Fil ve Saba Melikesi Yemen'le ilgili kabul edilir. Buruç Suresi'nde geçen Ashab-ı Uhdud kıssasında ateş dolu hendeklere atılarak yakılan mü'minler anlatılıyor. Rivayetlere göre Yemen'in Himyer Kralı Zünuvas, Necran'da Hz. İsa'nın gerçek dini üzerinde bulunan halkı, Yahudi olmaya zorladı. Zünuvas'ın teklifini reddeden mü'minler, ateş dolu çukurlara atılarak yakıldı.
Neml Suresi'nde ise, Hazreti Süleyman'ın davetiyle hak dine giren Saba Melikesi'nden söz edilir. Kur'an-ı Ker'im'de, Belkıs ismi zikredilmiyor. Ancak sure ile ilgili rivayetlerde melikenin Saba Melikesi Belkis olduğuna inanılıyor.
Yemen bahsinin geçtiği bir diğer sure ise Fil Suresi. Müfessirlere göre bütün bölgede bilinen vaka, bu surenin inmesinden 40-50 sene önce vuku bulur. Yemen'in Etiyopyalı Valisi Ebrehe, 60 bin asker ve filler ile Mekke'ye girerek Kabe'yi yıkmak istedi. Ancak Ebrehe'nin ordusu helâk oldu. Surede Ebabil kuşlarının üzerlerine pişirilmiş taşlar yağdırdığı ve Ashab-ı Fil'in, yenik ekin yaprağı manzarası arzeden şekilde telef oldukları bildiriliyor. Kur'an-ı Ker'im'de helak edildiği belirtilen "Ad" kavminin de Yemen'de yaşadığına inanılıyor. Fecr Suresi'nde, beldeler içinde benzeri yaratılmamış ve yüksek binalarla dolu İrem şehrinde oturan Ad kavminin, azgınlığı sebebiyle gazaba uğratıldığı kaydediliyor.
Veysel Karani hürmetle anılıyor
Peygamber Efendimize olan sevgisi ve annesine olan saygısıyla anılan Veysel Karani de İslam kültüründe önemli yere sahip olan Yemen'de doğdu. Peygamberimiz Aleyhisselam'ın döneminde yaşayan Veysel Karani, üzerinden yüzyıllar geçse de hürmetle anılıyor.
Müslümanlar arasında Veysel Karanî diye anılan Üveys El-Karanî, Yemen’de dünyaya geldi. Doğum tarihi kesin bilinmeyen Veysel Karânî, babasını ufak bir çocukken kaybetti. Babasının ölümü sebebiyle anne terbiyesi ile yetişti. Annesine olan saygısı, aşırı bağlılığı ve doğruluğu ile tanındı. Yemen’de deve çobanlığı yaparak, hurma çekirdekleri toplayıp satarak geçimini sağlayan Veysel Karanî, İslâm’ı anlatmak üzere Yemen’e gelen Müslümanlar vasıtasıyla İslâmiyet’i kabul etti.
Medine’ye gidip Peygamber Efendimiz'i ziyaret etme arzusuna rağmen yaşlı annesini bırakamamış, fakat daha sonra annesinden kısa süreliğine izin alıp Medine’ye gitmişti. Ancak Rasulullah Efendimiz'i o gün evde bulamadığından görüşememiş ve annesini kırmamak için aynı gün Yemen’e dönmüştü. Peygamberimiz eve döndüğünde kendisini mütevazi bir kulun ziyaret ettiğini anlamış ve ona selam edip. "Ben rahman'ın kokusunu Yemen'den alıyorum" diyerek Veysel Karanî'ye işaret etmişti. Peygamber Efendimiz, dünyadan ayrılmadan kısa bir süre önce hırkasını çıkarıp Hz. Ömer’e vererek, bunu Veysel Karanî’ye vermesini söylemiş, o da Veysel Karani'nin Kûfe’ye yerleşmesinden sonra hırkayı ona götürmüştü.
Annesinin vefatından sonra sonra Yemen’den ayrılan Veysel Karanî, Hz. Ömer döneminde Hicaz’a hicret etti. Daha sonra da Kûfe’ye yerleşti. Zâhidâne hayatı dolayısıyla insanlar tarafından örnek bir şahsiyet kabul edilen Veysel Karanî, rivayete göre Sıffin Savaşı’nda vefat etti.
Veysel Karanî; annesine olan saygısı, Peygamber Efendimiz'e olan sevgisi ve dünyaya karşı olan zâhidâne tavrıyla, üzerinden yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen insanlar tarafından hürmetle anılan bir isim olma özelliğini hiç kaybetmedi.
Yemen'de iki teşkilatçı
Yemen denildiğinde akla gelenler arasında Osmanlı gizli servisi Teşkilat-ı Mahsusa'nın Arabistan Yarımadası'ndan sorumlu olan Kuşcubaşı Eşref ve Zenci Musa da bulunuyor. Birinci Dünya Savaşı'nda Ali Sait Paşa kumandasındaki Osmanlı Ordusu, Yemen'de İngilizler tarafından kuşatılmıştı. Cephane ve erzak sıkıntısı had safhadaydı. Yemen'e giden yollar, İngilizlerle işbirliği yapan Şerif Hüseyin'in kuvvetleri tarafından kesilmişti. Ordunun ihtiyaç duyduğu parayı ulaştırmak şarttı. Bu tehlikeli görev Teşkilat-ı Mahsusa'nın Arabistan yarımadası sorumlusu Kuşcubaşı Eşref Bey'e düştü.
Eşref Bey iki kafile hazırladı. İlk kafile parayı Yemen'e götürecekti. Kafilenin güvenliği, Trablusgarp Savaşı'ndan beri yanından ayrılmayan Yaveri Zenci Musa'ya verildi. Eşref Bey ise 70 kadar arkadaşıyla, Medine'nin kuzeyindeki Hayber’de kamp kurdu. Takvimler 12 Ocak 1917'yi gösteriyordu. Şerif Hüseyin'in oğlu Abdullah ve binlerce adamı, Eşref Bey'i Hayber'de kuşattı. Şiddetli çatışmalar sabah kuşluk vaktinden, gece geç saatlere kadar sürdü. 38 Osmanlı fedaisi Hayber'de şehit düştü. Eşref Bey esir düştüğünde, atacak tek kurşunu kalmamıştı.
İngiliz casusu Lawrence, Eşref Bey'in esir düştüğünü öğrendiğinde Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ın kampındaydı. İngiliz casusu Eşref Bey'in esir düşüşünü şu şekilde anlatıyor: "Bir köle hızla koşarak, 'Müjde, müjde! Eşref Bey ele geçirilmiş.' diye haykırıyordu. Yerimden fırlayarak Faysal'ın çadırına doğru koştum. Faysal'ın etrafı çepeçevre kuşatılmıştı. Zevkten dört köşeydi; sevinçten gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Beni görünce ayağa fırlayarak, 'Abdullah, Eşref Bey'i esir almış!' diye haykırdı. Daha sonra bu olayın ne denli büyük ve önemli olduğunu düşündüm."
Eşref Bey esir düşmüş, ama Zenci Musa hazineyi tek kuruşuna halel getirmeden yerine ulaştırmıştı. Ali Sait Paşa'ya emaneti teslim ederken gözyaşlarına hâkim olamayan Musa, "Çok şükür başardık ve hazineyi teslim edebildik. Fakat Eşref Bey'imizin düşmanın eline düşmesine müsaade ettik" demişti.
Zenci Musa mütarekede İstanbul'a geldi. Eşref Bey ise, savaş esiri olarak Malta'daydı. Yemen Kumandanı Ali Sait Paşa, İstanbul'da çok zor şartlarda yaşayan Zenci Musa'ya emekli maaşı bağlatmak istedi. Zenci Musa ise, “Paşam, bu fakir millet, hazinesinden bir de bana mı bakacak? Çok şükür, elim-ayağım tutuyor!” diyerek reddetti. Gündüzleri Galata gümrüğünde hamallık yapan Zenci Musa, geceleri, Anadolu'da milli mücadele için silah, cephane ve adam kaçıran gizli teşkilata çalışıyordu. Veremden öldüğünde, bavulundan bir Osmanlı haritası, Eşref Bey’in resmi ve bir de kefen bezi çıktı.
Yemen'in kültürel değerleri: Yemeni, cenbiye ve kahve
Yemen'e ait anlamına gelen yemeniler, Anadolu'da yaygın olarak kullanılan bir çeşit ayakkabı. Altı yüzyıllık geleneğin simgesi olan yemeni usta ellerde hayat buluyor. Her tarafı hakiki deri olan yemeniler, artık nostaljik bir anlamı olsa da, ilgilisi için büyük bir anlam ifade ediyor. Anadolu topraklarında altı yüz yıllık bir geleneğin simgesi olan yemeninin tarihi, çok daha öteye dayanıyor. Yemeninin ilk olarak, Yemen’de yaşayan Yemen-i Ekber adındaki kişi tarafından yapıldığı ve bu nedenle bu adı taşıdığı söyleniyor.
Yemenilerin Yemen’den Halep’e ve Halep’ten de Güneydoğu Anadolu’ya ulaştığı biliniyor. Şehirlilerin kullandığı yemeniler merkup, köylülerin kullandığıysa, halebî olarak adlandırılıyor. İncelik isteyen bir zanaatın ürünü olan yemeniler, kırmızı ve siyah olmak üzere iki temel renge sahip.
Anadolu'da yemenicilik mesleğine yüzyıllardır gönül veren yemeni ustaları yetişiyor. Köşkerlik olarak anılan bu mesleğin ustalarınaysa köşker ustası deniliyor. Eskiden kadın ve erkek ayırtetmeden tek model olarak üretilen yemeniler ise, artık kesin çizgilerle ayrılıyor. Bunun yanısıra, Anadolu'da kadınların yüzyıllardır başlarına bağladıkları örtülere de yemeni deniyor. Anadolu coğrafyasını birbirine bağlayan ortak kültür, kadınların bu en önemli giysisinde kendini gösteriyor. Anadolu kadınları, birbirinden renkli, el emeği oyalarla bezeli yemenilere; hasreti, acıyı, neşeyi nakış nakış işliyor.
Cenbiye ismi verilen yarım ay şeklindeki hançer ise, Yemen'in antik çağlardan bu yana halk kültürünün bir parçası. Erkek kıyafetinin vazgeçilmez süsü olan cenbiye, Yemenli gençler için güç ve saygınlık ifade ediyor. Halk arasında meşhur olan, "Kişi cenbiyesinden bilinir" deyişi bunu te'yid ediyor. Erkekler; düğün, bayram ve diğer törenlere, kabzası değerli taşlarla bezenmiş hançerleriyle katılmayı seviyorlar. Yemen erkeğinin saygınlığı da, cenbiyesinin kalitesiyle ölçülüyor.
Yakın zamanlara kadar cenbiyesiz dolaşmak Yemenli bir erkek için kınanması gereken ayıplı bir davranıştı. Günümüzde cenbiye, kuzeyli erkeklerin gözdesi. Şehirlerde ise cenbiye, daha çok turistik bir hatıra figürü olarak göze çarpıyor.
Keşfedildiği dönemlerde, tıbbi amaçlarla kullanılan kahve bitkisi, 14. yüzyılda Yemen'deki sufi tarikatlar tarafından işlendi ve içilmeye başlandı. Kokusu, sert tadı ve aromasıyla Yemen kahvesi asırlardır vazgeçilmez bir lezzet. Kahve pişirilmesi, ikramı ve sunumuyla baştan sona bir kültür. 40 yıl hatrı olan kahve, adını Habeşistan'ın Kaffa yöresinin arapça karşılığı olan qahwah'dan alıyor. Qahwah, aynı zamanda kahve ağacının da ilk kez bulunduğu bölge.
Kahvenin öyküsü 16. yüzyıla uzanıyor. Her ne kadar Latin Amerika'ya özgü olduğu düşünülse de kahvenin kökeni, Kızıldeniz'in güney ülkelerindeki yaylalardan, Etiyopya ve Yemen'e dayanıyor. Kahve bitkisi ilk keşfedildiği dönemlerde, tıbbi amaçlarla kullanıldı. 14. yüzyıla gelindiğindeyse kahveyi işleyerek içmeye başlayan, Yemen'deki sufi tarikatlar oldu.
Dünyanın en kaliteli kahvelerinden biri olan Yemen kahvesi; kokusu, sert tadı, kendine has aroması ve yoğunluyla adından söz ettiriyor. Kökenleri Habeşistan'a dayanan kahve, Yemen'e geldikten sonra Osmanlı'nın yönetim merkezi İstanbul'a ulaştı.
1517 yılında Yemen Valisi Özdemir Paşa'nın, Yemen'de tanıştığı kahveyi, İstanbul'a getirmesiyle de kahve, kısa zamanda sarayın lezzetleri arasına girdi. Saraydan konaklara, ardından evlere giren kahve, İstanbul halkının kısa sürede tutkunu olduğu bir lezzet haline geldi. Osmanlı devletinin egemenliği altındaki ülkelere de hızla yayılarak, özellikle Balkanlar'da bir Osmanlı geleneği olarak anılmaya başlandı. Yemen diyarından dünyaya yayılan lezzet, asırlardır vazgeçilmez tatlar arasındaki yerini korumaya devam ediyor.
Hamza Türkyıldız haber verdi