Günümüz dünyasının içinde bulunduğu çalkantılı hal, yarının dünyasının nasıl olacağıyla ilgili endişelerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Çalkantının en fazla hissedildiği yerlerden biri, bizim de içinde bulunduğumuz coğrafya.

Coğrafyamız kaderimizdir, evet. Bundan kaçmak mümkün değil ve bu coğrafya dinlerin, medeniyetlerin beşiği olduğu kadar savaşların da merkezlerinden biridir.

Tarih bize -yazık ki- savaşların kalıcı, barışın geçici olduğunu öğretiyor. Bu durum bize, bu coğrafyada ayakta kalmanın ne kadar zor olduğunu da anlatıyor bir bakıma.

“Ayakta kalmak için, güçlü olmak için, yenilmemek için ne yapmalıyız?” sorusu, bu coğrafyanın en önemli, en temel sorularından birisidir. Ülke olarak biz de bu soruyu kendi kendimize soruyoruz aslında.

Birlik Vakfı Bursa Şubesi’nin geleneksel Cuma Meclisi’nde de bu soruya cevap arandı 2 Şubat 2018 Cuma gecesi. Araştırmacı-yazar Selahaddin Eş Çakırgil, zaman zaman tarihe, zaman zaman değişik coğrafyalara, zaman zaman da anılara uzandığı bu sohbetinde, aynı soruya cevap aradı aslında.

İslam dünyası mı Müslüman dünyası mı?

“Konumuz her ne kadar İran olarak belirlense de sadece İran üzerine değil, Müslüman dünyası üzerine sohbet edeceğiz.” cümleleriyle sohbetine başladı Selahaddin Eş Çakırgil. Sonra kendisinin hassas olduğu bir konuda dinleyicileri “Fark ettiğiniz gibi, ‘İslam dünyası’ değil, Müslümanların dünyası dedim. Bunu özellikle dedim çünkü İslam dünyası ifadesi bana tuhaf geliyor, sanki İslam başka bir dünyaya aitmiş gibi bir algı oluştuğunu düşünüyorum bu ifadeden, o yüzden İslam dünyası yerine Müslüman dünyası ve Müslüman coğrafya demeyi yeğliyorum.” sözleriyle uyardı.

Osmanlı, sadece Osmanlıdan mı ibaretti?

Çakırgil, bir lider ülke olarak Osmanlının sadece kendisinden ibaret olmadığını şu sözlerle anlattı: “Son üç yüz yılda, özellikle de son yüz yılda Müslüman coğrafyası acı içinde yüzüyor. 1699 yılında imzalanan Karlofça Anlaşmasıyla Müslümanların temsilcisi durumunda olan Osmanlı devleti gerilemeye başladı. Bu gerilemeyle de Müslüman coğrafya acı çekmeye başladı. Zaten o dönem Müslümanların Osmanlı ve İran olmak üzere iki devleti vardı. Mezhebi kaygılardan dolayı farklı bir politika yürüten İran hesaba katılmadığında, Osmanlı’nın Fas’tan Endonezya’ya, Cezayir’den Türkmenistan’a kadar Müslüman dünyanın çoğunu temsil ettiğini söyleyebiliriz. Bu yüzden Osmanlının gerilemesi, Müslümanların acılarının artması anlamına gelmektedir.

Tarihe bakıldığında, Osmanlının hükmettiği yerlerde barışın hâkim olmasının sebeplerinden birisinin, Osmanlının yerli halkın kültürüne karışmaması olduğu görülecektir. Böylelikle toplumlar ‘kendileri olarak’ kalabilmişler ve başka bir arayışa girme gereği duymamışlardır. Ama Osmanlının yıkılmasıyla birlikte Batı dünyası aynı erdemi göstermemiş, hâkimiyet altına aldığı yerlerin dilini ve kültürünü değiştirmek için çabalamıştır.”

Ortak değerler yok edilirse ne olur?

Sosyal olayların insan topluluklarını zincirleme olarak nasıl etkilediğini ise alfabe örneği üzerinden şöyle anlattı Selahaddin Eş Çakırgil: “Bizim alfabemizi değiştirmemiz, Osmanlıyı önder kabul eden diğer Müslüman coğrafyalardaki insanlarımızın da bu alandaki direncini kırmış, onların daha çabuk asimile olmasına yol açmıştır. Sosyal olayların birbirlerini etkilemesi, böyle sonuçlara yol açabilmektedir.”

Bir İngiliz’in gözünden hilafet

Hilafetin sadece sıradan bir makam olmadığını, onun tüm dünya Müslümanlarını temsil eden işlevsel bir makam olduğunu bir İngiliz’in tanıklığına da başvurarak anlatan Selahaddin Eş Çakırgil, şunları aktardı: “Osmanlının gücünün kırılmasında hilafetin kaldırılmasının da büyük rolü vardır. Bu konuda Rıza Tevfik ilginç bir şey anlatır. Londra’da okuyan oğlunu ziyarete giden Rıza Tevfik, orada dostu olan eski İngiliz büyükelçisini de ziyarete gider. Büyükelçi kendisine ‘Bizim Malaya’dan Hindistan’a kadar olan tüm Müslüman coğrafyasını hâkimiyet altına alabilmemiz için sizdeki hilafeti kaldırmamız gerek. Bizim para ve güçle sağladığımız etki, halifenin bir selamıyla sağladığı etkinin yanında hiç kalıyor. O yüzden hilafeti kaldırmalıyız.’ der.”

Devletlerin bağı değil gönüllerin bağı önemlidir

Devletlerin çıkarları gereği dostlarının da düşmanlarının da değişeceğini vurgulayan Selahaddin Eş Çakırgil, asıl önemli olanın insanlar arasındaki gönül bağı olduğunu da şu sözlerle anlattı: “Mehmet Akif Ersoy’un Viyana’da şahit olduğu bir olay da ilginçtir. Viyana’da pazar günü dışında bir gün çanların çalındığını duyan Akif şaşırır ve bunun sebebini sorar. Aldığı yanıt ‘İngilizler bugün Kudüs’ü aldı. Onu kutluyoruz.’ şeklindedir. İlginç olan şudur ki, o tarihte İngiltere ve Avusturya düşman saflarda savaşmaktadır. Ama devletlerin savaşı, ortak düşmana karşı milletin birleşmesine engel olmamış, Avusturyalılar, Kudüs’ün Osmanlılardan alınmasına İngilizler kadar sevinmişlerdir. İşte bizim bu gönül bağımızı kopardılar. Biz bu gönül bağını tekrar kurmalıyız.”

Halimize kim üzülür, kim sevinir

Çakırgil, Türkiye’nin yeniden bir güç olup ortaya çıkmasıyla birlikte dost ve düşmanların daha açık bir şekilde ortaya çıktığını da şu cümlelerle kayda geçirdi: “Şu an ülkemizin sınır ötesine yaptığı harekât bizim gözümüzü açmalı. Bu harekât Türkiye’nin güçlendiğini, bağımsız kararlar verip bağımsız adımlar atabildiğini göstermesi bakımından önemlidir. Şimdi bizim yapmamız gereken şey, buna kimler seviniyor, kimler üzülüyor, ona bakmaktır. Aramızda gönül bağı olanların, ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar sevindiklerini, bize dualar ettiklerini görüyoruz. Öte yandan, aramızda gönül bağı olmayanların ise, ne kadar dost görünürlerse görünsünler, buna üzüldüklerine şahit oluyoruz. İşte biz azıcık güçlenip harekete geçtiğimizde, birileri düşmanımıza dört bin tır ağır silah gönderiyor, birileri de düşmana mühendislik desteği vererek adım atmamızı zorlaştırmaya çalışıyor. Onların amacı, harekâtla gittiği yerler Türkiye’ye mezar olsun. İşte biz tüm bu olan biteni gönül bağına bakarak okumalıyız.”

Devletle millet barışık olmalı

Devlet adamlarının önce kendi milletinin değerlerini tanıyıp sonra bu değerleri kuşanmasının önemini de yakın tarihimizde yaşanan bir örnek üzerinden şu şekilde aktardı Selahaddin Eş Çakırgil: “1992 yılında, daha sonra cumhurbaşkanı da olacak bir siyasetçi İngiltere’ye gider. İngiliz parlamentosunda yapacağı bir konuşma için kendisini ‘Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerimizden birisinin başbakanı’ ifadesiyle kürsüye davet ederler. O başbakan kürsüde ‘Ben sizin Ortadoğu’da jandarmanız değilim.’ der. İlk anda şaşkınlık uyandıran bu cümleler daha sonra ‘Ben Batı’nın büyük kültür ve medeniyet değerlerini ta Orta Asya’ya kadar taşıyan bir misyonun adamıyım.’ cümleleriyle tamamlanır. Bu siyasinin tavrı maalesef sadece ona özgü değildir. O dönemin öncesinde de sonrasında da benzer anlayışa sahip birçok insan oldu. Olmaya da devam edecek. Bu anlayış, milletin değerlerinden kopuk bir anlayıştır. Kendi değerlerine yabancılaşan bu insanların kendi coğrafyasındaki insanlarla gönül bağı kurmuş olduklarını söylemek zor. Böyle insanlarla bu devletin ayağa kalkamayacağı, bu milletin özgüven kazanamayacağı ve bu coğrafya üzerinden bir şey yapamayacağı bellidir.”

Asıl sorun Müslümanların başsız olmaları

Çakırgil, konuşmasını, her türlü zorluğun birlik olunduğunda bir şekilde aşılacağını, böylelikle Müslümanların tekrar dünyanın en güçlü insanları olacaklarını, bunun için de Osmanlının varisleri olan bizlere çok iş düştüğünü belirterek bitirdi: “Yakın tarihin en acı veren olaylarından biri de Afganistan’ın işgalidir. 1978 Nisanında başlayan bu işgalde yüz binlerce Afganlı canından olmuştur. Afganistan’da direnişi organize eden birçok lider vardı. Bu liderler Ruslara karşı inanılmaz bir direnç gösterdiler. Mesela Ahmet Şah Mesut, yıllarca Rus ilerleyişine karşı koydu, onlara rahat yüzü göstermedi. İşte bu güçlü komutan, düşman darbesiyle değil ama içerden bir darbeyle öldürüldü. Sadece o değil, o dönemde yaşayan liderlerin birçoğu da aynı şekilde öldürüldü. Şimdi baktığımız zaman, bunun sebebinin bir iç kavga olduğunu görüyoruz. Rusların bir şey yapamadığı bu insanlar, birbirlerini yok ettiler. Bunun sebebini de yine Müslümanların başsız kalmalarına bağlayabiliriz. Hatırlayın, o İngiliz ‘Biz para ve güçle Müslümanlara hükmetmeye çalışırken halife bir selamla tüm bu etkinliğimizi yok ediyor.’ diyordu. Müslümanların bir başı olsaydı Afganlı yerel liderler birbirlerine düşmezlerdi. O yüzden dünya Müslümanlarına mutlaka bir baş lazım. Şu anda bir tek İran’da devlet başkanı kendisini ‘Tüm Müslümanların başı’ diye isimlendiriyor. Ama onlar da bu sıfatı mezhebi kaygıyla kullandıkları için birleştirici olmaktan çok ayrıştırıcı bir durumdalar. Müslümanlar arasında gönül bağı kurmaya yarayan tüm miras olduğu gibi baş olma mirası da öncelikle bize aittir. Bize düşen de önce bu mirası tanımak, sonra sahip çıkmaktır. Biz bunu başarabilirsek dünya Müslümanlarının sorunları da çözülmeye başlanmış demektir.”

 

Ahmet Serin