Nasreddin Hoca hakkında konuşulanlar ve bildiklerimiz zanlardan öteye geçmiyor ne yazık ki. Hatta kendi anlam dünyasından öylesine kopartılmaya çalışıyor ki, birkaç yıl sonra Nasreddin Hoca’nın zamanının güldürü ustası/ stand-up’çısı olduğu düşünülecek hemen hemen.
Müslümanlığımızın, kültürümüzün nadide isimlerinin yavaş yavaş silinmesi demektir bu. Böylesi neticelere mahal vermemek için yapılan çalışmalardan biri Şaban Abak’ın Tarifi Bende kitabı. Şaban Abak’la bu güzel yeni kitabı hakkında konuştuk.
Daha önce çeşitli dergilerde yayınladığınız Nasreddin Hoca hakkındaki yazılarınızı kitaplaştırma nedeniniz nedir?
Akademik tezler hariç, hemen her kitabın yazıları, kitap olmazdan önce yazıldıkları zamanın dergilerinde yayınlanırlar. Her yazı veya şiir ilkin dergide sunulmalıdır okura. Şayet yazar, aylara, yıllara dağılmış da olsa bu dergilerde yazdıklarını bir konu bütünlüğü gözeterek yazmışsa, çok titiz bir okur aylık dergileri takip ederek aslında bir “kitap” teşkil eden o yazıları okumuş olur zaten. Ancak takdir edersin ki her okurdan aynı titizliği bekleyemeyiz. Yazıların dağınık dergi koleksiyonları içinde kalmaması bu sebeple de gereklidir. Neden geç kitaplaştı diye sormalıydın. Siz sormadan ben söyleyeyim, daha yazmak istediğim yazılar vardı o kitaba girecek olan. Bir kısmını yazdım da.
Medeniyetimizin yüce şahsiyetlerinin İslamsızlaştırılması faaliyetlerine bir karşı duruş olarak kabul edebilir miyiz kitabınızı?
Bu büyük bir iddia ama böyle bir hizmeti de oldu hamdolsun. Tabi, esas kalkış noktamız orası zaten, tarihî şahsiyetleri gerçek kimlikleriyle tanımamız, öyle anmamız lazım. Sezai Karakoç Bey’in yıllar önce yazdığı Yunus Emre ve Mevlana kitapları tam da sizin soruda işaret ettiğiniz “İslamsızlaştırma” çabalarına karşı koymanın, yalanı sıyırıp gerçeği açığa çıkarmanın şaheser örnekleridir. Ben de zaten Üstad’ın bu kitaplarından aldığım ilham ve yöntem bilgisiyle yazmaya çalıştım.
Latif kişiliği ve herkesi etkilemeyi başaran üslûbuyla Nasreddin Hoca’nın “İslâm’ı savunan bir öncü” olduğunu söylüyorsunuz. Günümüzün sert yüzlü ve karşıtı olarak dişilleştirilmiş İslâm anlayışına karşın, Nasreddin Hoca’nın temsil ettiği tarzı benimsememiz halinde hem insanlık hem Müslümanlığın kârlı çıkacağını düşünüyorum. Sizin bu konudaki fikrinizi alabilir miyim?
Size katılıyorum. Ama Nasreddin Hoca’nın lâtif üslubu her babayiğidin harcı değil, kabul etmemiz gerek. İslam’a, dinin temel kaynaklarına çok esaslı vâkıf olmak gerek. Ayrıca yüksek zeka, dili ustalıkla kullanma gibi meziyetler şart. En önemlisi de mizaç. Mizahı vaaz ve nasihat ederken, öğüt verirken, ikaz ederken, eleştirirken kullanabilmek daha çok kişinin mizacına, yaradılışına bağlı çünkü.
Batılılaşan düşünüş tarzımızı nasıl tekrar kendi Müslümanca düşünüş tarzına çevirebiliriz? Bu konuda bize yardımcı olacak eserler, üstadlar kimler olmalıdır/ olabilir?
Cevabı basit, yapması zor bir soru bu. Basit olanı şu, insanın düşünme biçimini inancı, inançla olan ilişkisi belirler. Neye inanıyor veya nasıl inanıyorsanız öyle düşünürsünüz, bu kaçınılmaz bir bağıntıdır. İslam’a ve onun esaslarına iman etmiş, bu konuda Kur’an başta olmak üzere temel kaynakları da iyi okumuş ve kavramışsanız kimse sizi bir Müslümandan farklı biçimde düşündüremez.
Tersi de doğrudur; inancınız zayıf, bilginiz kıt ise, inancı sağlam bilgisi ziyade âlimlerin, öncülerin eserlerine de yabancıysanız (ki öyle olur) o zaman da kimse sizi Müslümanca düşündüremez. Taşıma suyla değirmen dönmez derler. Zihnin, düşünme ve konuşma melekesinin hangi yönde işlemesini istiyorsak, suyu o kaynaktan oluk gibi akıtmalıyız.
Kısa söylemek gerekirse, İslam’ın ana kaynaklarını iyi okumak, ilaveten bu kaynakları iyi okumuş büyük bilginlerin eserlerini iyi okumak ve kavramak lazım. İşte zor olan da bu.
Sizin daha evvelinde türkülerimizin anlam dünyasına nüfûz edebilme ve dillerinden haberdar olmak maksadıyla yayınladığınız Karpuz Kestim Yiyen Yok isimli kitabınız ve sonrasında Tarifi Bende kitabınız hakkında nasıl bir yönelişten söz edebiliriz?
Bu iki kitap bir açıdan benziyor, evet. İkisi de geleneğimizin bazı kişi, kavram veya ürünlerini görülen, bilinen anlamının ötesinde yorumlamaya çalışıyor. Çıkış noktam şu: İşler göründüğü gibi değildir. Görünenin ötesinde ve derininde asıl anlam sizin onu keşfetmenizi bekler. Bu keşif için ne yazık ki bolca okumak, okuyup öğrendikleriniz arasında da bağlantılar kurmak gerekiyor.
Medeniyetimizin geçmiş devirlerinin malzemesini yorumlarken, bu alanlarda bilgimiz arttıkça yeni yorumlara, yeni anlam katmanlarına ulaşabiliyorsunuz. Ben, okumalarım sonucunda yer yer fark ettiğim bu yeni anlam katmanlarını paylaşmak istedim. Gerek türkü sözlerinde, gerek simge değeri kazanmış kapı, güneş, buğday, değirmen, bayrak gibi kültürel nesne ve ürünler hakkında yaptığım yorumlarda işaret ettiğim manalar benim uydurmalarım değildir, keşfettiklerimdir. Nasreddin Hoca için de bunu söyleyebilirim. Bu yüzden de okuyucu yazdıklarımdan yeni bir şey öğrenme duygusundan çok, sanki zaten bildiği bir şeyi adeta ona hatırlattığım duygusunu yaşıyor. Bunu bana söyleyen çok oldu.
Mesela “doğuran kazan” fıkrasında Hoca’nın faizi ve faizciliği eleştirdiğini, böyle yapanların yaradılışa aykırı davrandıklarına işaret ettiğini söyleyince okuyucu önce şaşırıyor. Ben de önce “kazan”ın bir “üretim aracı” olduğunu hatırlatıp (kazan bulgur, peynir veya pekmez üretiminde en temel araçtır) ardından bir üretim aracını, bir iş makinesini veya sermayeyi kullanması için bir başkasına verebileceğimizi ekliyorum. İkinci bir hatırlatma şudur, bir üretim aracını kâr-zarar ortaklığıyla bir başkasının kullanımına verirsek bunun adı “ticaret”, yalnızca kâr etmesi talebiyle verirsek bunun adı da en yalın anlamlarıyla “faiz”dir. Şimdi de üçüncü hatırlatma ki ayet-i kerimedir, “ticaret helal, faiz haramdır.” Kazanın sahibi olan adam kazanın sadece doğurmasına (kâr etmesine) razıdır ama ölmesinin (zarar etmesinin, sermayenin batmasının) mümkün olmadığını iddia etmektedir. Hoca ise asıl imkânsız olanın “doğurduğu halde ölmemek” durumu olduğunu, bunun yaradılışa aykırı olduğunu apaçık ispat etmiş ve aksini iddia edenin düştüğü durumun gülünçlüğünü sergilemiş oluyor.
Gördüğünüz gibi ben yorum yapsam bile öncelikle herkesin bildiği (bilebileceği) evrensel gerçekleri “hatırlatıyorum” aslında.
Yeni kitap var mı? Sıradaki çalışmayı okurlarımızla paylaşır mısınız?
Evet, iki yeni kitabım var ama ikisinin de yarısı eski.
O nasıl oluyor?
Şöyle oluyor, benim Meşaleyi Tutan El adıyla yayınlanmış kitabımdaki yazılar iki guruptu. Bir kısmı Sezai Karakoç hakkında yazdıklarımdı, diğer kısmı ise genel manada edebiyat üzerine yazılmış denemelerdi. Bir bakıma iki yarım kitap birleşip bir kitap olmuştu. Şimdi o iki yarım kitabı da ayrı ayrı tamamladım, dolayısıyla ikisi ayrı basılacak inşaallah.
Vakit ayırıp sorularımı cevapladınız. Çok teşekkür ederim.
Ben de ilgi ve nezaketin için teşekkür ederim.
Ahmed Sadreddin sordu