Bedenin ve ruhun arınmasına en büyük gerekçe olan bir güzel ayı daha geride bıraktık. Adet böyledir: Gelen, her ne kadar gitmesi istenmese de, bir gün gider. Giden, gider ama geride ya bu ziyaretten dertlenen insanları ya da “Bir ağaç altında gölgelendik sadece, ne de çabuk geldi geçti.” diyen muhabbet ehlini bırakır.
Ramazan ve Ramazan'la gelenler, hiç farkına varmadan yüreğimizin çeperlerine tutunmuş kirleri arındırır. Kalbimizin karası, suyun berrak beyazına dönüşür bu bereketle. Bir hayat suyu olup yüreğimizi tazeler, yolumuzu aydınlatan bir kandil olur ve varılması gereken menzilleri hatırlatır yeniden. Bu anlamıyla Ramazan, bir yolculuktur aynı zamanda. Dünyada kalarak ama dünyadan ötelere bir yolculuk…
Bu yolculuğu kolay kılan ise, hiç kuşkusuz bu yola düşenlerin sayısının çokluğudur. Malumdur, tarik refiksiz olmaz. Yolu kısaltan, yol arkadaşıdır. Ramazan da, güzel yol arkadaşlarının ortaya çıkmasına sebep olan bir başka güzelliktir. Bu öyle bir güzelliktir ki, hem güzellikleri ortaya çıkarır hem de ortaya çıkanların güzelliklerini artırır. Her dem yeniden doğuşun tecellisi değil de nedir Ramazan?
Ah'ları önce yerdekiler duymalı
Ramazan bir de herkesten gizlenen dertlerin, gizli iç çekişlerin yankısının göklere yükselmeden yerdekilerin duymasının beklendiği bir aydır. Böyledir çünkü Ramazan, ikram ayıdır. Ramazan’da Mevla bize yeryüzündeki gıda nimetlerinin değerini hatırlatma yanında, aynı zamanda sabrı ve belki de en önemlisi diğergamlık nimetini hatırlatmakta. Hatırdan çıkmamalı ki insan, diğer insanın gamıyla gamlandığı oranda insandır biraz da. Ve ne yazık ki biz bunu her zaman değil de Gazze yandığı zaman, Doğu Türkistan’da vahşet arttığı zaman hatırlıyoruz sadece.
Kitap, makbul bir diş kirasıdır
Oruç tutmak için yemeden içmeden kesilmek, bir şeylerden gönüllü mahrum olmak aynı zamanda. Mahrum olan, bir anlamda mağdurdur da. Mağdur olanları gözetmek gerek, kollamak gerek, ikram etmek gerek onlara.
İşte eskiler, herkesin bildiği üzre, bu ikramı zarif bir şekilde yaparlardı ol vakitlerde. İkram edecek kadar varlığa sahip olanlar, ilahi tecelli olarak varlıktan pek nasiplenmemiş olanlara bu varlıktan ikram ederlerdi Ramazan iftarlarında. İftar sofralarında neler bulunurdu pek bilinmez ama iftardan sonra “Lütfedip bu sevabı bana kazandırdığınız için bu hediyeyi size takdim ediyorum.” anlamında bir ikinci ikram daha yapılırdı. Adına diş kirası denen bu ikram, içinde bir miktar akçe bulunan bir kese olurdu hemen her zaman.
Şükür ki diş kirası geleneğini hâlâ yaşatanlar var. Bu geleneği yaşatanlardan biri de Buhara-Bosna-Bursa’nın iflah olmaz muhibbi Prof. Dr. Mustafa Kara. Bu seneki diş kirası olarak Mustafa Kara Hoca, bir kitabı münasip görmüş: Ramazan Kitabı.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun hüznü ve itirafı
Ramazan Kitabı, Prof. Dr. Mustafa Kara imzasını taşıyor. Bursa İlahiyat Vakfı tarafından yayımlanan 2014 Ramazan'ı için yayımlanan kitap, adı üzerinde, Ramazan neşvesini kağıda zaptetmeye çalışan bir çalışma olmuş. Bir kılavuz, bir Ramazan haritası…
Kitap, her ne kadar Mustafa Kara imzasını taşısa da, kitaptaki metinlerin hepsi Mustafa Kara imzasını taşımıyor. Telif değil de, bir derleme bu kitap. İçindeki metinlere baktığımızda, mana dünyasının büyüklerinden Hz. Üftade’den başlayıp Nurettin Topçu’ya, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan Prof. Dr. Bilal Kemikli’ye kadar pek çok yazar-şairin metinleri yer alıyor. Bu yazar çeşitliliği iyi olmuş. İyi olmasının sebebi, her müellifin kendi döneminde yaşanan Ramazanları, o zamanın ruh halini aktarması. Bazı yazarlar Ramazan neşesini yansıtırken, Yakup Kadri örneğinde olduğu gibi, bazıları da derin bir pişmanlığı yansıtıyor satırlarında.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun İkdam gazetesinde 14 Haziran 1920 tarihinde yayımlanan makalesi, günümüzde de pek bir şeyin değişmediğini ifade etmesi bakımından önemli. “Veda Geceleri Yahut Bir Neslin İtirafları” başlığını taşıyan makalede Karaosmanoğlu, çocukluğundaki Ramazan’ın ulvi havasını, Ramazan’ın gidişinden duyduğu hüzün ile yirminci yüzyıla adım atmış bir aydın olduktan sonraki duyarsızlıklarını içtenlikli bir şekilde kaleme almış. Bu makaleden kısa bir alıntı, bu ruh halini yansıtması bakımından önemli: “…içimden kendi kendime ahdettim ki ömrümün sonuna kadar Allah’ın emirlerine münkad kalacağım. Fakat çocukluğumdaki ahdlerin birçoğu gibi bittabi bunu da tutmadım. Sıtmalı gençlik rüzgarı, devrin girdaplarıyla karışarak bende iyi, saf ve masum ne varsa aldı götürdü. Ben derken biliniz ki mensup olduğum nesil namına söz söylüyorum. Bu neslin hiçbir şeye itikadı yoktu ve ihtirasatı layetenahi idi. Mihver-i hareketi (İtici güçleri) ya bir kin ya bir arzu idi.” (s. 47)
Minare, nurdan türemiştir
Kitaptaki makalelerden bir başkası da, İsmail Kara imzalı “Mahya Üzerine Birkaç Not” başlığını taşıyan makale. Bu makalesinde Kara, mahyanın geceyi aydınlatmasının İslam’ın küfür karanlığı aydınlatan bir din olmasıyla ilişkisini kuruyor. Mahyalara fikir veren “Mum alayları ve fener alayları”nın tümünün ortak amacının karanlığı aydınlatmak, karanlıkla boğulmuş olan dünyanın nurla boğulmasını temin etmek olduğunu söylüyor. İslam’ın amacı da, yeryüzünün en kara noktalarını aydın kılmak değil mi zaten!?
Prof. Dr. İsmail Kara, mahyalara dair bilgi verirken araya başka bilgileri de sıkıştırmaktan geri durmuyor. Bunlardan birisi de, minare sözcüğünün nur sözcüğünden türemiş olduğu bilgisi. Bizlerin sadece ezan okunan yer olarak bildiğimiz minare kelimesinin anlamı “Üzerine mum yahut kandil dikilen yüksek nesne.” imiş önceleri. Bu tanımın yer aldığı sözlüklerin yazıldığı zamanlarda, minareler şimdiki işlev ve biçimlerine sahip değildi muhtemelen diye de ekliyor Prof. Dr. İsmail Kara.
Prof. Dr. İsmail Kara, yazısının ilerleyen bölümlerinde mahyanın ne olduğuna, nasıl ortaya çıktığına, nasıl bir meslek olduğuna dair ayrıntılı bilgi veriyor.
Hz. Üftade’nin “Oruç Ayı Geldi” başlıklı manzumesiyle başlayıp yine Hz. Üftade’nin “Oruç Ayı Gitti” başlıklı manzumesiyle sona eren kitap, Osmanlıda ve günümüzde Ramazan ikliminin nasıl olduğunu merak edenler için iyi bir kılavuz.
Ahmet Serin yazdı