7-8 Kasım 2014 tarihlerinde Akdeniz Üniversitesi ve İSAV tarafından organize edilen ‘İslam ve Sanat' sempozyumu Antalya’da gerçekleştirildi. Toplam sekiz oturumda kırk iki tebliğ sunuldu. Açılış oturumunda Prof. Dr. Turan Koç, ‘İslam ve Sanat’ başlıklı kapsayıcı bir konuşma gerçekleştirdi. İlk iki oturumdan aldığım notları paylaşayım istiyorum.

Kuramsal Çerçeve’ başlıklı ilk oturumda Prof. Dr. Nevzat Tartı, İbn Haldun’un ‘Sanat ekonomik olarak gelişmiş toplumlarda ortaya çıkar.’ görüşünü ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun “Sanat bir lüks değildir. Dil ve din gibi hayatın temellerindendir.” görüşünü aktardıktan sonra sanatın insan yaşamındaki önemini belirtmek için ‘bilim, devlet teşkilatı ve teknolojinin olmadığı ilkel kabilelerde dahi sanatın olduğunu’ ifade etti.

Tartı, “Din ile sanat arasında benzerlik var mıdır? Dindar ile sanatkar benzer midir?” gibi sorular da sordu ve bunların cevabını vermeye çalıştı. Dinin ve sanatın insanı olgunlaştırdığını belirterek, sanatkarların içe dönük, mistik, derviş meşrep kimseler olduğunu belirtti. Sanat bilgisinin kalp ve gönüle dayandığını söyleyerek din ile aradaki bağlantıya dikkat çekti.

Ölmek yok olmak değil, vücutsuzlaşmaktır

Yrd. Doç. Dr. Yasin Pişgin, din ve sanat kavramlarının sadece insanlar için kullanıldığını söyledi. İnsanın zerreden evrene uyum, ritim gibi özellikleri fark ettiğini, Kur’an’da ise eser- müessir bağlantısına vurgu yapılarak tefekkürün öneminin belirtildiğini aktardı. Sanatkârın etik sorumluluğunun herhangi bir insandan farklı olmadığını, örneğin zulmü sevimli halde gösterirse bu sanatçının müfsit olacağını söyledi.

Mustafa Aydoğan, “Vücud ve Yön” adlı tebliğinde kısaca şunları dile getirdi: “Yön ve vücud arasında zorunluluk vardır. Vücud bizi dünyaya bağlıyor. Ölmek yok olmak değil, vücutsuzlaşmaktır. Bir mekana bağlı olduğumuzdan vücuda ihtiyaç duyarız. Vucudumuz varsa zamana, mekana ve yönlere zorunluyuz. Gün gelecek vücud çürüyecektir, dolayısıyla çürüyecek olanda bilinç yoktur. Merkez olmak, başlangıç ve bitiş noktası olmak demektir. İnsan merkezdir. Çünkü bu âlemin başlangıç ve bitiş noktasıdır. İnsan sorumluluğu yüklenmiştir. Melekler vücuttan müstağnî olduklarından yük ve sorumlulukları yoktur.”

Prof. Dr. Yüksel Bingöl, Müslüman sanatçıların canlı resmi yapmaktan kaçındığı için, doğadaki canlıları stilize edilerek geometrik biçimlere dönüştürdüğünü söyledi. Batı sanat eserleri ve İslamî sanat eserleri arasındaki benzerlikleri eserlerin fotoğrafları üzerinden anlattı.

Sanatta esas olan mübahlıktır

Prof. Dr. İbrahim Çoşkun, ‘İslam Sanatının Gelişmesini Engelleyen Kelamî Yorumlar’ adlı tebliğinde şunları kaydetti: “İslamî olarak bakıldığında sanatta esas olan mübahlıktır. Yasak olanlar birkaç tanedir. Bunun dışında kalan tüm sanat dallarında eser verilmelidir. Muhammed İkbal insanı ‘Yaratılmış yaratıcı’ olarak tanımlar. İnsan yetenekleri ile Allah’ı kıyaslamak doğru bir yaklaşım değildir. Bununla birlikte Allah’ın halifesi konumundaki insanı da küçültmeye gerek yoktur. ‘Güzel- çirkin’ felsefî değil, estetik kavramlardır.”

Doç. Dr. Hüseyin Akpınar, İslam’ın insanda varolan sanat hislerini reddetmediğini, hatta desteklediğini çünkü İslam’ın insanın yaratılışına uygun bir din olduğunu ifade etti. İslam kültüründe musikî anlayışının Kur’an ve hadisler çerçevesinde şekillendiğini belirterek, doğum, sünnet evlilik, ibadet gibi amaçlarla müziğin İslam kültüründe icra edildiğini söyledi.

Şiiri ve müziği yaşamdan çıkarırsak...

Felsefe- sosyoloji’ ana başlıklı ikinci oturumun ilk tebliğcisi Prof. Dr. Latif Tokat ise şunları dile getirdi: “Sanat varolandan kaçıştır. Din de insana gurbette olduğunu söyler. Tanrı mükemmel bir matematikçi olduğu gibi mükemmel bir sanatkardır da. Din kendini anlatmak için sanata ihtiyaç duyar. Sembollerle dini anlarız. Semboller de sanattır. Şiiri ve müziği yaşamdan çıkarırsak metafizik inancı zayıflatmış oluruz. Âlemin düzeni estetik bir düzendir. Sanat ve estetik duyarlılık metafizik için olmazsa olmazlardır. Sanatın zayıflaması duyarlılığın zayıfladığını gösterir. Dinî inanış zayıflayınca sanat da zayıflar.”

İhtiyaç duyulan mütefekkir tipi

Prof. Dr. Hüsnü Ezber Bodur, Vahhabîliğin dinî gelenekten çıkmış bir hareket olduğunu söyleyerek Vahhabîliğin tarihsel gelişimini ve geldiği noktayı aktardı. Tarihî eserlerin yıkılmasıyla ilgili olarak ise şunları söyledi: “Tarihî eserler mühürdür. Geçmişle aramızda bağ kurarlar. Zihniyetin gelişmesinde etkilidirler. Dinî değerlerin tekrar edilmesinde sanat eserleri önemlidir. Tarihî bağ kesilirse dinî erozyon olur. Bunlara taş yığını olarak değil zihniyet dünyasının bir yansıması olarak bakmak gerek. Bosna’da Sırplar bu nedenle tarihî eserleri tahrip etmişlerdir.”

Bodur sözlerine şöyle son verdi: “Selçuklu ve Osmanlıda bir mütefekkir tipi vardır. Bu tipin üç ayağı vardır. Birincisi bunlar âlim zanaatkarlardır, ikincisi tasavvufla ilgilenirler, üçüncüsü ise erdemli, münevver kimselerdir. Bizim şu an ihtiyacımız olan bu mütefekkir tipinin yeniden var olmasıdır.”

Yrd. Doç. Hüsnü Aydeniz, Seyyid Hüseyin Nasr’ın din- sanat ilişkisine yönelik görüşlerini şöyle aktardı: “Batı, Hristiyanlığın kabulü ile sanat alanında dinin derin etkisi altında kaldı. Bu etki zamanla baskıya dönüştü. Bu baskı karşısında hümanist anlayış doğdu ve bu anlayışa göre sanat alanı da dahil olmak üzere hiçbir alanda dine yer verilmemeye başlandı. Çoğu zaman Müslümanlar, Batının bu sorunlu ruh hali üzerinden kendi sanatlarına bakma hatası içine girmektedir. Şu an İslam'da sanat anlayışında şu iki görüş hakimdir. Birincisi tamamen modern anlayışa teslim olmuş, hiçbir dinî öge taşımamaktadır. İkincisi ise dinin salt hakikî cephesine vurgu yapmakta ve böylece estetik boyutu ihmal etmektedir. İslam dünyasında ‘gelenek’ kavramı daha sağlam temellere oturtulmalıdır. Yoksa 'geleneksel olan her şey kutsal, geleneksel olmayan her şey din dışıdır' deme riski bulunmaktadır.”

 

Şerife Nihal Zeybek haber verdi