1989 yılında üniversiteye başladığım vakit Mamak Askeri Cezaevi’nde yaşananların üzerinden tam 9 yıl geçmişti. Tabi ülkenin önemli bir kısmı sorguevlerinde, özel işkencehaneye çevrilmiş mekânlarda bu toprakların gencecik çocuklarına ne tür insanlık dışı uygulamaların reva görüldüğünden haberdar değildi.
Sıkıyönetimi delip bir şekilde yayın yapan legal ya da illegal metinlerin varlığı daha çok içe kapalı örgüt, teşkilat dairesinde tüketildiği için toplumun olan bitenlere ilişkin pek fikri bulunmadığını da söylemek mümkün. Oğlu, kocası, kardeşi ya da akrabaları, komşuları içeri alınıp, ağır işkenceler gördükten sonra salıverilince ancak buna paralel belli bir çevrenin yaşananlara yönelik bilgi kırıntılarına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü işkence görenlerin belki çoğu, yaşadıklarını anlatmaktan çekindi. Zaten anlatsa da, “kutsal devlet” algısı ile yetiştirilmiş sıradan insanların sorguevlerinde genç çocuklara insan pisliğinin yedirildiğine, makatına cop sokulduğuna inanması pek mümkün de değildi.
İşkence konusunda bir kamuoyu duyarlılığı oluşturulabildi mi?
Sol belli oranda işkence meselesini gündemde tutarak bir kamuoyu duyarlılığını inşa etmeye çalıştı yıllarca. Sadece İnsan Hakları Derneği’nin mesela değişik illerde işkence gören mahkumlar için kurduğu ve travma sonrası stres tepkilerini onarmaya çalışıcı birimleri mevcut. Zaman zaman açıklanan basın bildirileri, yapılan işkence karşıtı gösterileri dikkate aldığımızda sol ve işkence konusunda epey külliyat var aslında.
Ülkücü hareketin ise devlet, işkence, basın açıklaması, uluslar arası kurumlara durumun bildirilmesi vs. gibi meselelerde ise, kabul etmek gerekir ki, aynı ölçekte bir süreci işlet(e)mediğini görürüz. Bu yüzden toplumun önemli kısmı 12 Eylül cezaevlerinde ülkücülere işkencelerin yapıldığını -yakın çevre hariç- bilemez, tahmin edemez. Bunda kuşkusuz ülkücü düşünce içerisinde değerlendirebileceğimiz kurumların, kanaat önderlerinin, yayın organlarının büyük sorumlulukları söz konusu. Çünkü işkence sadece belli ideolojik grupların değil, bir insanlık suçu olarak kime yapılırsa yapılsın toplumun her kesiminin duyarlılıkla karşı durması gerektiği bir mesele.
Hatta içerisinde şekil bulduğumuz medeniyet ve İslam’ın bu konudaki biçimlenmesi de gayet net. “Müsle” diye bir kavram var mesela. Yani işkencenin kesin olarak yasaklanması… Oysa daha 28 Şubat günlerinde cezaevine alınan Müslümanların bazılarına işkence yapan polislerin aynı zamanda namaz kıldıkları, hatta işkence arasında beraber cemaat yapmayı teklif ettiklerini okuduk Milat gazetesine yansıyan bir söyleşide…
Solcu tutuklular için sağcı işkenceciler, sağcı tutuklular için solcu işkenceciler
Benim meseleyi bağlayacağım yer bugünlerde önemli bir kitabın yayınlanmış olması. Kitaptan şu cümleleri alıntılayarak başlayalım: “Çelik bir dolaptı. İte kaka işe yaramaz bir klasör gibi, eller arkadan bağlı, gözler bağlı -zaten hep bağlıydı- bir halde bu çelik dolaba koydular. İçerisi zifiri karanlıktı. O kutu gibi dolabın her tarafına elektrik kabloları bağlanmıştı. Birden dolabın her yerinden yayılan elektrik vücuduma yayıldı. Dışarıdakiler naralar, kahkahalar atıyorlar, dolabın her yerine sopalarla vuruyorlardı. Elektriğin acısı bir yandan, bu sopaların çıkardığı kulakları sağır eden gürültü diğer yandan. İçeride yapabildiğim sadece bağırmak, haykırmak, feryat etmek…” (s.23)
Gerisini tahmin etmek için hayal gücünüzün bütün sınırlarını zorlamanız gerekiyor. Kısa bir süre evvel çıkan Mamak Zindanlarında İnsan Olmak (Hoşgörü Yayınları) kitabından aktardığım cümleler Mehmet Öztepe’ye ait. Roman ya da anlatı türlerinin herhangi birisinden kurgulanmış artistik cümleler değil okuduğumuz. Bizatihi 12 Eylül darbesinin ardından tutuklanarak içeri alınan yazar Öztepe’nin bütün çıplaklığı ile yaşadıkları.
Mamak Askeri Cezaevi’nde ülkücü tutuklular için özel olarak bir işkencehane hazırlanır. İsmi C-5’tir. C-5 ismine ilk kez 1989 yılında elime geçen ve Bursa Cezaevi’nde bir grup ülkücünün çıkarmaya başladıkları Bizim Dergâh isimli dergide anlatılanlarda rastlamıştım. Nasıl solcu tutuklular için sağcı işkenceciler tahsis edilmiş ise, ülkücü tutuklular için de solcular görevlendirilir. İşkencelerin çoğunda -anlatılan ve yazılanlara göre- bizatihi ismi herkesçe malum savcı da hazır bulunur. Yani ifadeler ağızları içki kokan hayvanlaşmış görevlilerin yaptığı işkenceli sorgulamalarda alınır. Kimi hiç suçu bulunmayan gencecik çocuklara bir insanın dayanamayacağı kadar ağır işkenceler yapılarak zorla suçları üstlenmesi sağlanır. Kimi de eğer ifadeleri kabul etmez ise annesi, babası, hanımı, kızı, nişanlısına işkence yapılacağı tehdidi ile kanlı ifadeleri imzalamıştır ne yazık ki.
Öğrencilik yıllarımda bu meselelere müthiş derecede ilgi duymaya başlayarak, o dönem yayınlanan hemen bütün kitap ve dergileri edinmeye çalıştım. Mehmet Öztepe’nin yine o yıllarda çıkan (90’ların hemen başı yani) 12 Eylül Adaleti ve C-5 isimli eserini de okumuştum. Şimdi orada anlattıklarını da içine alan ve genişletilmiş biçimde okura sunulan bu önemli kitabı her şeyden evvel tarihî bir vesika biçiminde değerlendirmek gerekli.
Toplumu, işkence uygulamaları karşısında duyarlı olmaya çağıran girişimlerde bulunmalı
Diyarbakır Cezaevi’nden Mamak’a, ülkenin bir kuşağı üzerinden silindir gibi yakın dönem tarihi geçti. Orada yaşatılan acıların aslında ortak bir tavra dönüşmesi gerekiyordu. Yani ülkücüsünden devrimcisine kadar, 12 Eylül’ün zulmünün öznesi olmuş herkes tarafından, ülkenin daha demokratikleşmesi, devlet uygulamalarının şeffaflaşması, gözaltına alınma, sorgulanma, tutuklanma şartlarının insani ve hukuki bir zemine oturtulması gibi temel konularda ideolojik savrulmalar yerine ortak insani bir zeminden seslenmek gerekiyordu. Ancak 2010 yılındaki Anayasa referandumuna kadar böylesi bir ortak duyarlılığa bizler, yani çok sonralardan gelen kuşaklar şahit olamadık.
Oysa özellikle 90’lı yıllarda ülkenin buna çok ihtiyacı vardı. Faili meçhul cinayetler, toplumsal provokasyonlar, suikastlar hepimizi sindirirken, bütün bu yaşananların öznesi, en azından şahidi olmuş 70’lerin genç çocukları, daha önce görmüş oldukları bu filmler karşısında rol alıp, topluma karşı borçlarını yerine getirmeliydiler. Maraş’ta, Çorum’da Aleviler, İstanbul Ümraniye’de 5 ülkücü işçi işkence ile katledilirken, ülkenin darbeye hazır hale getirilmeye çalışıldığını bugün ortaya saçılan bilgiler ışığında daha net görebiliyoruz. Yeni çıkan kitabım Yüzleşmenin Kişisel Tarihi’nde (Granada Kitap) bütün bu ve ilgili başkaca meseleleri ülkücülük zaviyesinden bakarak uzun uzun sorguladım.
Söylemek istediğim, devrimci ya da ülkücü kökenden gelip, ülkenin demokratik sürece evrilmesi tarafında duran ve darbe karşıtı bir belleği inşa etmiş (ne yazık ki aynı işkence tezgahlarından geçen ama bugün darbecilerle iş tutan, en azından aynı fotoğrafın içerisinde yer alanlar da mevcut) birey ya da kurumların toplumu, işkence uygulamaları karşısında duyarlı olmaya çağıran girişimlerde bulunmaları gerekiyor. Mehmet Öztepe’nin kitabı bu açıdan da önemli ve tarihî bir görev yerine getirmekte.
Değişen dünya şartlarında çağın ve zamanın dışına atılmamak isteniyorsa
2010 yılındaki referandum sırasında ülkücüler geçmiş 10 yıl boyunca üzerlerinde hâkim olan derin susmayı bir kenara bırakıp, kamu önünde söz almaya başladı. 70’li yıllarda ülkenin genç çocuklarının nasıl birbirini boğazladığının perde arkasındaki derin ve karanlık elleri hepimizin görebilmesi için tanıklıklarını anlatarak bugüne ışık tuttular aslında. Gerek ortodoks solun hastalıklı hallerinden sıyrılabilme cesareti gösterip, vicdana yaslanan bir “özgürlükçü sol” damar ve gerekse mevcut parti ve kurumların tahakkümcü dilinden sıyrılıp kendilerini “bağımsız ülkücüler” biçiminde tanımlayanlar şahsen benim yıllardan beri beklediğim toplumsal ve tarihsel rollerini yerine getirdiler.
Mehmet Öztepe’nin kitabı işte bütün bu yeni sürece paralel ele alınmaya müsait bir metin aynı zamanda. Kuşkusuz 12 Eylül’de yaşananların şimdi mahkemeye taşınması ve işkencelerin, idamların, “kaçarken vuruldu” denilerek infaz edilenlerin ya da uzuvlarına elektrik verilirken ölenlerin hesabının sorulabilmesi ve artık ülkemizde bir daha darbelerin olmaması için böylesi kitapların artarak tarihe tanıklık etmesi lazım.
Eğer ülkücü düşünce, değişen dünya şartlarında çağın ve zamanın dışına atılmamak istiyorsa, toplumun değişim arzusunu doğru okumak, dünyanın postmodern diliminde yeni sosyolojik ve politik verileri entelektüel bir birikimle çözümleyebilmek ve her şeyden öte 70’lerin soğuk savaş politiğine göre şekil bulmuş ideolojik argümanlarını gözden geçirmek zorunda. En azından, geçtiğimiz aylarda önemli bir kamu görevine getirilen ve basına yansıyan açıklamalar ışığında işkenceci olduğu söylenen bir atamaya karşı, 12 Eylül zindanlarında işkence görmüş ülkücüler de söz alıp bir tavır geliştirmeliydiler.
İşkenceye uğramış insanlar sadece kendi düşünce geleneklerinden gelenler için değil, bu kötü uygulamalara maruz kalan herkes için kıyama kalkmadıkça insanî, vicdanî ve İslamî bir zeminden konuşamayacağız. Mamak Zindanlarında İnsan Olmak ülkücü hareket içerisinde umarım böylesi sivil tavır inşa etme sürecini zorlar.
Selçuk Küpçük yazdı