Türk ailesi ve mahallesinin tarihteki yolculuğu
Yolcu dergisi, kapaklarıyla, duruşuyla tavrını net şekilde ortaya koyan bir dergi olma özelliğini ilk sayıdan bu yana pekiştirerek yoluna devam ediyor.
Derginin 87. sayısında Lütfi Bergen tarihi süreç içerisinde Türk ailesi ve mahallesi üzerine uzun soluklu bir yazı kaleme almış. Mahalle ve ailedeki değişimin miladı olarak 1980 yılını gösteriyor Bergen. Kentleşme kavramının toplumda telaffuz edilmeye başlaması ile birlikte başlayan sanayileşmenin etkisi toplumsal değişimi de tetiklemiştir. “Türkiye’de kentleşme, sanayileşmeye dayanmamakta, tarımda makineleşme ve eğitim politikaları neticesinde kırdan kente göç eden kitlelerin istihdam (ve geçim) arayışlarına bağlılık göstermektedir. 1950’li yıllarda tarımda makineleşme politikasının ortaya çıkardığı ‘kente göç’ ve gecekondu problemine ilk defa 1980 müdahalesiyle el atılmış olduğu söylenebilir. Kentsel mekânı normsuzlaştıran 12 Eylül öncesi anarşi ortamı böylece planlı bir toplum hayatının ihtiyaçlarıyla düzenlenecektir.”
Türkiye’nin yapısal değişimini dönemler halinde işliyor Bergen: “1980-2000 Dönemi: Kent nüfusu artmaktadır. Üniversite mezunlarının kamu personeli olabileceği dönemi ifade etmektedir. 1980 askeri müdahalesi, kentlerin gecekondu halkaları şeklinde büyüme sürecinin sona erdirildiği bir tarih olarak da okunabilir.
2000-2020 arası, kent nüfusunun daha da arttığı yıllar. Ankara’da merkez ilçeler (Yenimahalle, Çankaya, Altındağ, Keçiören) arasında boş alan kalmamıştır. Kırsal çeperi kalmayan megapolis yerleşimler ortaya çıkar.”
Vakitsiz şiir
Zengin bir içeriğe sahip derginin kalbi sadece Anadolu’da atmıyor. Mazlumlar neredeyse orada Yolcu’nun sesi, soluğu var. Kudüs, Gazze, Filistin, Myanmar, Kerkük ya da herhangi bir mazlum coğrafya. Derginin her sayısında bir dua niyetine sözlere şahit oluyoruz dergi sayfalarında.
87. sayıda dikkat çekmek istediğim şiir Erhan Çamurcu’ya ait “Vakitsiz Şiir.” İsmi her ne kadar vakitsiz olsa da geniş zamanları işaret eden bir şiir bu. Kısa ama etkisi güçlü dizeler var Erhan Çamurcu’nun şiirinde: “Myanmar ne kadar uzak / Misket bombası ve sapan / Nasıl bir dil sapması bu savaş?”
Şiire mesai harcayan şairlerden Erhan Çamurcu. Şiirinde de bu etki ve ses hissediliyor: “Hangi tuş temizler yüreğimizdeki enkazı? / Ne ağır yüksün sen güvende olmak.”
Göklerin çektiği kartal
Aziz Savaş’ın yazısı Necip Fazıl Kısakürek üzerine. Üstadın şiirleriyle, eserleriyle bezenmiş bir yazı. Şiir tadında. “Gençliğe Hitabe”, “Bir Adam Yaratmak”, “Sakarya Türküsü” yazının temelini oluşturuyor. Üstad’ı eserleriyle anlatmak; işte en çok yapmamız gereken tam da bu:
“Sakarya Türküsü, yeni kaderindi senin, önceden sezdiğin ve mısralara döktüğün ve 49 yıl boyunca harf harf, mısra mısra yüzünün derisine kazıdığın kaderindi; onu türkü yaptın diline.”
Kudüs’e özgür bak çocuk
Yolcu’dan bir paylaşımım da Zekai Günal’dan. Adım adım Kudüs nidaları olan bir çalışma bu. Sesi dünyayı tutuyor her bir cümlenin: “Ve çocuk / Sen bizim isyanımızsın. / Bir bakışın; / Korkuları öldüren, / Esaretleri yok eden, / Zulmün yüreğine korku, / Mazluma cesaret veren asalettir.”
Dini bilgi davranışın mahiyetini belirler
Yolcu’nun orta sayfa söyleşisini Ahmet Usta, Murat Sayımlar ile yapmış. Dopdolu bir söyleşi. Kul olmak, hayatın mahiyetini anlamak, yaşamın sistemini doğru algılayabilmek ve daha birçok ufuk açıcı konu işlenmiş söyleşide: “Hakikat; yeryüzünün, hayatın, varlıkların, temel olgu, oluş ve ilişkilerin, insanın fıtratıdır. Hakikat yaşam ile kök anlamları ve temel hükümleri içerir. İnsanın; özüyle, Rabbi ile çevresi ile ilişkilerinin doğasını tarif eder.”
Milli ve yerli olmak
Son günlerde en fazla telaffuz edilen bir ifade yerli ve milli olmak. Şehir ve Kültür dergisi Şubat 2018 sayısının kapağına taşıyor yerli ve milli ruhu. Kapakta dikkat çekilen nokta Nuri Demirağ. “Samimiyetle millî ve manevî değerlere sahip olduğumuzda, fitne ve fesattan uzak kaldığımızda, şehirlerimizi yaşanır şehirler haline getiririz. Kültürlerimizi yaşatır ve yeniden neşvünema bulmasını sağlarız. Girişimci bir ruhla yerli ve milli sanayimizi geliştirir, ekonomimizi canlandırır, dünya sıralamasında öne çıkarırız. Savunma sanayimizi geliştirir, dosta sevinç, düşmana korku yaşatırız. Kısaca bir dünya devleti olarak insanlığa hizmet etmenin erdemine kavuşuruz.” diyor Mehmet Kamil Berse giriş yazısında.
Sabri Gültekin ülkemiz için çok önemli bir değer olan Nuri Demirağ hakkında yazmaya devam ediyor. “Yerli Uçağın Babayiğidi, Ülkesine Sevdalı Girişimci” başlığı ile anlatıyor Demirağ’ı Gültekin. Yerli ve milli olduğumuzda elde ettiğimiz başarıları canlı canlı izliyoruz. Demirağ’ın yerli uçak girişimleri, Türkiye’de ve dünyada uyandırdığı yankı yazıda ayrıntılı olarak anlatılıyor: “Nuri Demirağ’ın Beşiktaş’taki fabrikada yapılan ve başarılı uçuşlarına devam eden uçakları, Türkiye’de olduğu kadar yurtdışında da büyük yankılar uyandırır. Bu olumlu gelişmeler belli başlı uçak fabrikalarını endişelendirmeye başlar. İngilizler, Almanlar ve özellikle de Amerikalıların endişesi büyüdükçe büyür. Pazar kaybetme korkusuna kapılan Amerikan Uçak İmalatçıları Birliği, başkanını Türkiye’ye tetkiklerde bulunmak üzere gönderir.”
Kültürü ve aşkı şairler korur
Nermin Taylan da yazısında edebiyatın ve özellikle şiirin kültürümüzdeki yerini tarihi süreçte anlatıyor. Şiirin bu coğrafyada her zaman nefes aldığını, padişahından sıradan insanlarına kadar herkesin şiirle ruhunu beslediğini anlatıyor Taylan: “Şiir öyle olmuş ki; bazen tarihi bir vak’ayı, bazen derin bir aşkı, bazen Kızılelma’yı, bazen illet bir sevdayı, bazen manevi dünyayı ama en önemlisi gök kubbeden âsumâna ulaşan çığlıkları anlatmış, duymasını bilene…”
Erzurum’da herefene geleneği
Prof. Dr. Ömer Özden, Erzurum üzerine kaleme aldığı yazısında herefene geleneğini anlatıyor. Şehir ve Kültür dergisi konu çeşitliliğiyle zengin bir içerik sunsa da, adının hakkını verecek çalışmalara daha yoğun yer ayırıyor. Özden elimizden yitip giden geleneklerimizden bahsediyor içindeki çocuğun sesine kulak vererek. Herefeneden bahsediyor anıları eşliğinde. Çocukların bir oyun heyecanıyla evlerinden getirdikleri yiyecekleri paylaştıkları bir dost meclisi olan herefenenin bazen daha büyük meclislerde hayat bulduğunu anlatıyor. Sadece yeme içme birliktelikleri değil, dertlerin paylaşıldığı bir ortam da olan herefenenin günümüzde yok olmasından duyduğu hüzün cümleleriyle bitiriyor yazısını Özden: “Kimsenin aklına gelmeyen bir şey daha var ki o da gülüp eğlenmenin, yiyip içmenin yanında herkesin birbirinin derdinden haberdar olduğu, dertlerin paylaşıldığı herefene kültürünün yok olmasıdır diye düşünüyorum. Herefene kültürünü yeniden canlandırmanın, eski dostlukları geri getirebileceğine inanıyorum.”
Bizim klâsiklerimizi tanıyalım
Karabatak dergisinin 36. sayısında bizim klâsiklerimiz konulu bir dosya hazırlanmış. Klâsik edebiyat merkezli birçok metin var dergide. Sık sık dile getirilen sitem de “Neden Klâsiklerimiz Yok.” çevresinde gerçekleşiyor. Elbette D. Mehmet Doğan’ın bu isimdeki eserinin kulağı çınlatılarak.
Dünya klâsikleri ile Türk klâsiklerinin karşılaştırıldığı metinler yoğunlukta. Yılmaz Daşçıoğlu, “Bizim klâsik kültürümüzün varlık karşısındaki genel tutumu fena-beka karşıtlığına ve eşref-i mahlukât kavramına dayandığı için klâsik sanatçılarımız da eserlerimiz de geçip gitmekte olanı zapt etmeye değil, kalıcı olana yönelmeye eğilimli olmuşlardır.” diyor “Onlara Rağmen Onlar Yüzünden” başlıklı yazısında.
“Benim Klâsiklerim” başlıklı yazısında Hüseyin Akın klâsik kelimesinin kökenine kadar iniyor. Klâsik akım, klas kavramından sonra klâsik olma özelliklerine değiniyor. “Yunus Emre 13. yüzyıla ait olması hasebiyle dilimize çevrildiğinde klâsiktir.” diyerek bir eserin klâsik eser sayılabilmesinin kıstaslarını sıralıyor. Mehmet Doğan’ın “Neden Klâsiklerimiz Yok?” kitabından hareketle medeniyet dili konusuna da değiniyor. Yazının sonunda Yunus’tan başlayıp Sezai Karakoç’a, Zeki Müren’e, Neşet Ertaş’a, Barış Manço’ya uzanan klâsikleri sıralıyor. Son nokta da önemli: “Benim klâsiklerim, klâs eserlerin klâs yazarlarla klâs okuyucuya intikal edebilme başarısında saklıdır.”
İç İçe
Necati Mert öyküsü okumak Türkçenin eşsiz tadına varmak demektir. Hem anlatım olarak hem de temaya yaklaşım üslubu olarak günümüz öyküsünde Necati Mert’in yeri çok özeldir. “İç içe” öyküsü de bizi içimize çağıran bir öykü. İki fincanın, iki gönlün, iki dünyanın yarenliği var öyküde. Okuyunca, öykü okumanın huzuruna vardıracak Necati Mert cümleleri karşılıyor okuyucuyu.
Şiir kelimesini arıyor
Ali Ömer Akbulut şiirin kelimeler eşliğinde ardına düşüyor yazısında. Çağrışımlarla zenginleştirilmiş bir yazı. Her benzetme ayrı bir pencere açıyor şiirin evine: “Şiirin kelimesi dünyaya etki edebilir.” “Şiirin kelimesi imgesellikle tutulu olduğu müddetçe kendisini ele vermeyecek, inşası henüz sürüyor olacaktır.” “Şiirin yeri düşünülerek varılmış bir yer olamaz.” Şiir dehre sövmez, zamana kızmaz.” “Şiirin kelimesi can bağışlar.”
Hazırlıksız uzun bir yolculuk
Şafak Çelik şiiri okuyucuyu uzun bir yolculuğa davet bir şiir. Çıktığınız yolculukta şiirin uzunluğunu fark etmiyorsunuz bile. Kısa dizeler, akışı güçlü söyleyişler şiiri sürüklüyor. Şiir beğenisini çok eskilerde bırakmış olan ve günümüz şiiri hakkında ahkâm kesen kim varsa biliyorum ki dergilerde yayınlanan şiirlerden bîhaber. Aklı, ruhu eskilerin siyah beyaz zamanlarında kaldığı için de şiir üzerine olumsuz ne kadar söz varsa sıralamayı maharet sayan eski zaman adamlarına Karabatak dergisinde yayınlanan şiirleri okumalarını tavsiye ediyorum: “dökülen saçlarımıza basıyoruz / ben seçerim kırıklarını / beyaz ve zayıf / uç uca eklerim / büyütür yeniden diri / uzun bir günü hatırlatır belki…”
K harfini fazla kullanan şair
Süleyman Unutmaz’ın Karabatak’ta yer alan “K harfinin tarafımdan fazla kullanılması” şiiri iyi ki şiir var sözünü bana tekrarlattıran bir şiir oldu. Elbette iyi ki şiirin şairi Süleyman Unutmaz da var. K harfinin hal ü pür melâli diyebileceğimiz bir şiir bu. Kadere, parmak uçlarına, kırklı yıllara, kuzgunlara yolu çıkan bir şiir bu: “Sana K harfinden başka ne verdi Kader? / Bir harfin izinde Kaç şiir yılı / DemeK Ki o onun dehşetini taşıyacaK temiz yataKlarda / Onun zehrini bebeK şişelerinde saKlayacaK / Hafta sonları Kilise fotoğrafları aKacaK boğazdan / Onları Küçümse”
Yıl 1 Sayı 1 Mahfel
Yeni çıkan her dergi umudun devam ettiğini gösterir. Hayata karşı dimdik ayakta durmak ve teknolojinin ablukaya aldığı dünyada bir ışığın ardına düşmektir yeni çıkan bir dergi. Hiçbir çıkar ilişkisi aranmaz bu yolculukta.
Mahfel dergisi Bursa’dan yola çıkan bir dergi. 2018’le birlikte buluştu okuyucu ile. Gençlerin heyecanının tüm satırlara yansıdığını hissedebiliyorum. İlk dergisini 1996’da çıkaran biri olarak bu heyecanın hangi anlamlar ifade ettiğini çok iyi anlayanlardanım. İlk sayının masumane yüzü var Mahfel’de. Kendini ele veren gençlik heyecanı hemen hissediliyor. Ayakları yere sağlam basan bir duruş ile önce kendilerine etki edecek, daha sonra da okuyucuyu dergiye davet edecek bir yetkinliği yakalayacakları yeni sayılar çıkaracaklarına inanıyorum Mahfel ekibinin.
Şair hayır demekle başlar
Muhammed Münzevi, dergideki yazısında şairlerin muhalif yönüne dikkat çekiyor. Şairin hayır demesinin şairanelikle olan bağını anlatıyor. Şair muhalif olmak zorunda mıdır sorusunu sorabiliriz bu yazıyı okurken. Nazım Hikmet’ten anı ve şiirlerle, İsmet Özel’den, Adnan Yücel’den şiirlerle hayır diyen şairlere bir nevi selam gönderiyor Muhammed Münzevi.
Hüma’nın kanadı, Simurg’un evi
Selva Medine Eryaşa’nın öyküsü şiirsel içlenmelere göz kırpan bir öykü. Öykünün sınırsız imkânlarını kullanmakta fayda var. Metinler arası geçişlerde de ortaya konan metnin bütün parçalarını yerli yerine koyabilecek bir özgünlüğe sahip. Masalsı öğelerle öyküyü kaynaştırmak Eryaşa’nın öyküsünü canlı kılmış. Hüma ve Simurg’un birlikteliği bizi farklı bir dünyaya davet eden bir öykü ortaya çıkarmış: “Ve yanmaya devam etti, Hüma’yı da ateşine katarak.”
Derginin yeni sayılarında şiir sayısının azaltılması, poetik ve kuram yazılarının da dergide yer alması derginin içeriğini daha zenginleştirecektir. Mahfel’e çıktığı bu yolculukta hayırlı sayılar diliyorum.
Mustafa Uçurum