Edebiyat okuyucusu son yıllarda hikâye / öykü alanında yaratıcı, özgün ve nitelikli eserler okumaya başladı. Sözlü anlatı geleneğinden yazılı öykülemeye geçilen süreçte ısrarla okuyarak ve yazarak kendine özgü bir tad oluşturmaya başlayan yazarlarımız arasında son dönemde dikkatleri çeken, kendi dilini oluşturmuş başarılı isimlere rastlıyoruz. Recep Seyhan bunların en önde gidenlerinden biri.
Tema olarak kesin bir ayrım yapmamakla birlikte, Recep Seyhan kahramanlarını şahsına münhasır, tutarlı bir yaşam anlayışı olan, kararlı ve güvenilir insanlardan seçiyor. Muhtemeldir ki, hikâyesini oluşturmadan önce, yazarken ve yayımladıktan sonra o insanlarla birlikte epey bir zaman geçiriyor. Onları bu kadar iyi tanımasının sebebi başka ne olabilir? Ya da, o kahramanların her biri, yazardan alınmış birer parça.
Konu ettiği kahramanları üzerinden, bizim insanımızı ve evrensel düzeyde insanı; zaafları, özlemleri, tutkuları, inançları, sabırları ve kederleriyle anlatır. Bireyi çağımızın karışmış zihninde bulup, anlamaya, anlatmaya çalışır. Seyhan, temiz, duru bir dil kullanır. Söyledikleri kolayca anlaşılır. Buna mukâbil, yerel deyimler, yerel sözcükler de iliştirir cümlelerin içine. Bu sözcükler metinde iğreti durmaz. Okuyucu bu türden kimi sözcüklerin anlamını bilmese de, sözlüğe bakma gereği duymaz; çünkü anlamı üstünde yürüyen, kolayca hissedilen sözcüklerdir.
Attığı her ilmekte köyü ve orda bıraktığı geçmişini özlemle hatırlar
Recep Seyhan'ın Türk Edebiyatı dergisinin Nisan 2016 sayısında yayımlanan “Metal Çubukların Dansı” adlı hikâyesinde kahraman, bir anne, babaanne. Bir döneme kadarki tüm yaşamı köyde geçen yaşlı kadının iki oğlu ve bir kızı büyük şehirlerde okumuş, oralarda iş güç sahibi olmuştur. Kahramanımızın eşi de ölmüş ve yapayalnız kalmış, hastalıklarla baş etmekte zorlanmaya başlamıştır. “Hastalığı ilerledikten ve yalnız başına kalması tıbben sakıncalı görüldükten sonra, büyük şehirlerde yaşamak zorunda olduğunu kendisi de kabul etmişti.” Üç çocuğu, her biri ikişer ay olmak üzere annelerinin kendi yanlarında kalmalarını isterler. Anne, gönülsüzce geldiği şehirde, çocuklarının yanında kalmaya başlar. Apartman dairelerine sıkışıp kalmış bu hayattan hiç hoşnut olmaz. Dört duvar arasına hapsedildiğini düşünür. Köyüne geri dönmesi de mümkün gözükmemektedir.
Evde, çekildiği ve bütün gününü oturarak geçirdiği köşesinde, elindeki metal millerle, kafasında özlemler, hayâller, anılarla birlikte, torunlarına kazak örer, çorap örer. Oturduğu odadan baktığı pencerede gördüğü kat kat perdeler, insanlar arasındaki bitmeyen yarış, metal parmaklıklarla kapatılmış hapishane hücresini andıran şehre bakışı kaygılı ve ümitsizdir. Attığı her ilmekte köyü ve orda bıraktığı geçmişini özlemle hatırlar: “Elindeki yumaktan kaçıncı çorabı çıkardığını ya da aynı yumağı kaçıncı kez pürsedip yumaklaştırdığını hiç düşünmeden sürekli ilmek atıyordu. Atılan ilmeklerin ucunda kıpırtılar, incelip uzayan görüntüler ve onların her birine ait - sadece kendisinin duyduğu sesler vardı: Kar taneleri, buzlu saçaklar; kağnılar, başaklar, anızlar, dirgenler, tırmıklar, elmalar, dut ve kavak ağaçları; kuşluk vaktinin kuşları, Kadınge'nin damlamak üzere olan burnu, Emine'nin yumuk gözleri, Saliha Kadın’ın çiçekli yüzü, herif... Herifin işten yorgun gelip sırtüstü devrildiği, sonra derin uykuya daldığı bir sırada burnuna konan sinekle mücadelesi... Bütün bunlar, ipten devşirdiği bir milimlik bir ip parçası olarak yumaktan çıkar, sonra atılan bir ilmekle tek tek çorap olacak parçaya gömülürdü... Derken, öteden beri elindeki milin ucunda titreşip durmakta olan zaman, ''herif''i de yanına alarak ilmeklerin arasından çıkıp geldi:
-Ne yapıyorsun?
-Sen gideli kendimleyim.
-Ben var iken kiminleydin?
-Beni bana bırakıyordun ki...”
Yazar, metne, geriye dönüş tekniğini de bir sinema filmi tadında yerleştirmiş
Hikâye başından sonuna kadar, nerdeyse bütünüyle, hikâye kahramanı olan yaşlı ve hasta annenin kendi kendine konuşmalarıyla yürür ve son bulur. Kahramanın bilinçaltı konuşmalarını iç monolog ve bilinç akışı tekniklerini kullanarak aktaran yazar, metne, geriye dönüş tekniğini de bir sinema filmi tadında yerleştirmiştir.
Metal çubuklar, metalik sesler, merdiven, makas, herif sözcüklerini sık sık kullanarak, leitmotive tekniğinin kusursuz bir örneğini veren hikâyede kahramanımız için bu sözcüklerin her birinin özel anlamları ve önemi vardır. Kahramanımız, yani anne, metalden mâmûl, ama ona bir şeyler hatırlatan makası arar durur:
''Makasını buldum babaanne!'' diyerek coşkulu bir gelişle çıkıp geldi bir çocuk.
''Öyle miii?'' dedi, gözlerinin akı görüldü aylar sonra, gözlüğünü eline aldı.
O sırada, tavanın genleşip yükseldiğini, perdelerin önce kımıldadığını sonra ardına kadar açıldığını, haberi veren çocuğun büyüdüğünü duyumsadı.
Hikâyedeki bu kapanış bize şöyle seslenir: “Gerçek şuydu ki kadının tabiriyle 'dönülmez yerlere giden' biri, bir süre daha eşyalarda yaşamaya, zihinlere tutunmaya devam etse de zaman ondan kalanları da onu da aşındırıp tüketiyordu.”
Temiz, duru, akıcı bir Türkçe kullanan yazarın, Anadolu'ya has yerel sözcüklere de hâkim olduğunu, onları, köy yaşamına atıfta bulunduğu bölümlerde sıkça kullandığını görüyoruz: Kıran girmek, gevmek, pürsetmek, ellik, dirgen, saman çeteni, gödek, hayra, ninnilti, zıpzığlam, zoğal şurubu, çğit, sokurdanmak, belermiş, belermiş, cağlık, hezer etmek, keşik, yoka ve diğerleri...
Yazarın, kahramanın gözüyle, apartman dairesinde oturduğu yerden perdelere bakıp, oynaşan sineklere dalarak yaptığı yorumları aktarışındaki tasvir, tam anlamıyla usta işi.
Matmazel Noraliya'nın Koltuğu, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Tutunamayanlar gibi romanları severek okuduysanız, içine bir miktar anlatı tadı da ilâve edilmiş bu hikâyeyi zevkle okuyacaksınız. Sekiz sayfa gibi uzun sayılabilecek bir hacme sahip olan “Metal Çubukların Dansı”, edebiyatımızın artı hânesinde diye düşünüyorum.
Şadi Kocabaş
Tebrikler, çok güzel bir yazı.